istanbul'da mart ayı, nedense, konserlerin zirve yaptığı bir aydır. bu mart'ta da aynı akşamlarda şehrin 2-3 mekanında birden gerçekleşen müzik etkinlikleri arasında seçim yapmak zorunda kalarak dolu dolu bir ay geçirdim.
en çok hayıflandığım, opus amadeus oda müziği festivali'nin hiçbir konserine gidememiş olmak. umarım yeterince ilgi görmüştür ve ileri yıllarda devamı gelir.
ayın ilk haftalarındaki konser izlenimlerimi daha önce yazmıştım; mart'ın son 10 günü ise çok yoğundu.
cuma akşamı şehrimize dördüncü defa teşrif eden martyn jacques ve ekibi tiger lillies salon iksv'deki "best of" konserlerinde formundaydılar; iflah olmaz hayranları da.
şişe ve cam bardak sesini engellemek için grubun isteğiyle mekan içinde içki satışı yapılmadıysa da, istanbul'un nadide müzikseverleri tiger lillies sahnedeyken bol bol sohbet ederek gürültüyü eksik etmedi salon'dan.
cumartesi akşamı crr'de tarihi bir konser vardı. mekana ve mekanın senfoni orkestrasına adını veren cemal reşit rey'in "başlayış" adlı eserinin bestelenişinden 77 yıl sonra dünya prömiyeri gerçekleştirildi, "özyurt kantatı" adlı eseri ise ilk seslendirilişinden 65 yıl sonra yeniden günyüzüne çıktı.
yalçın tura ve aydın karlıbel'in uğraşları sayesinde hayata geri döndürülen bu iki yapıt karlıbel'in şefliğinde kalabalık bir dinleyici topluluğuna sunuldu. programda ayrıca cemal reşit rey'in piyano eşlikli orkestra süiti "enstantaneler" ve marşları çalındı.
"başlayış" biraz bahar ayini havasındaydı, "özyurt kantatı" ise bende biraz hayal kırıklığı yarattı.
"özyurt"ta ilk seslendirilişinde soprano partisini leyla gencer'in söylemiş olduğu öğrenmek hoşuma gitti.
hafta içinde ferit tüzün'ün yücel erten rejisiyle istanbul devlet operası'nda sahnelenen "midas'ın kulakları" için kadıköy süreyya operasındaydım. mart başında borusan filarmoni konser versiyonunu seslendirmişti, mehldau ile çakıştığı için kaçırmıştım. keşke onu dinleyebilmiş olsaydım diye hayıflandım, çünkü; her ne kadar yücel erten bir söyleşide olabildiğince sade ve basit bir şekilde sahneye koydum demiş olsa da, süreyya operası'nın kısıtlı imkanlarında fazlaca zorlanmış sahne tasarımı ve abartılı mizansenlerle müziğe yoğunlaşmak pek mümkün olmadı.
hele, iki de bir en arkadaki beyaz perdenin çok yavaş bir hızda indirilip kaldırılması sahne geçişleri arasındaki süreyi uzatarak ritmi sekteye uğrattı. illa da şart mıydı o pullu pullu yarım ay'ı orada görmek. solistlerin de çok başarılı olduklarını söyleyemeyeceğim.
daha önce altan erbulak, müjdat gezen, köksal engür gibi sanatçıların canlandırdıkları berber rolünde bir operacıyı izlemek ise tam bir hayal kırıklığıydı.
nefes nefese yetiştiğim, bobby mcferrin'in sesini çalgı olarak kullandığı konser işsanat'ı dolduranları fazlasıyla memnun etti.
iki saate yaklaşan konserin bence en acıklı tarafı, mcferrin'in seyirciler arasından sahneye onunla müzik yapsınlar diye çağırdığı kişilerin hangi şarkıyı/melodiyi söylemek istediklerini bilmeden sahneye çıkmalarıydı. hepsi mcferrin'a dönüp "siz ne isterseniz" dediler, zavallı mcferrin da, böyle kendini karşısındakine tamamıyla teslim etmiş bireyler karşısında, şakaya vurarak şaşkınlığını gizlemedi. tamam, heyecanlanmış olabilirler ama adamcağız sizi şarkı söyleyesiniz diye sahneye davet ediyor, siz de depar atıp sahneye diğerlerinden önce yetişmek için canınızı dişinize takıyorsunuz, sonra da ne söyleyeceğinizi bilemiyorsunuz. neyse... iki saate yaklaşan konser bir ara genç yetenekler programına dönme tehlikesi yaşadı; meğer aramızda ne çok hevesli varmış a capella müzik konusunda.
"birdland" ve "somewhere over the rainbow" bence akşamın doruk noktalarıydı.
perşembe akşamı borusan filarmoni'nin avusturya akşamlarından bir diğeri yaşandı. orkestra, avusturya kıvrak şef goetzel ve avusturyalı damadımız martin grubinger eşliğinde ilk yarıda avner dorman'ın "frozen in time" adlı yapıtını seslendirdi. oldukça etkileyiciydi.
grubinger iki kısa bis parçası verdi. ilki, kendi deyişiyle "müzik değil, spor" olarak tanımladığı tam bir yetenek gösterisiydi; zamanlama, hakimiyet, hız had safhadaydı; inanılmazdı. ikincisi ise, 3 haftadır turnede olduğu için ülke hasreti çektiğini ve dinlemek için sabırsızlandığı ikinci yarıdaki mahler "titan"a hazırlık-prolog niyetine olmasını dilediği, çalgı olarak sadece ksilofonun kullanıldığı müthiş etkileyici, atmosferik, transandantal bir yapıttı. bunun da çalınabilme derecesi oldukça zordu.
goetzel elinden geleni yaptı mı, bu yapıt için yeterli prova vakitleri sağlandı mı bilemem, ancak özellikle bakır üflemelilerin durmadan detone oldukları "titan" yorumunu, mahler'in eserlerini istanbul'da ender dinleme imkanı bulduğumuz için sineye çekmek zorunda kaldık.
Merhaba,
YanıtlaSilBorusan'da kayıp değil Yekta Kara'nın kendini gösterme, bol para akıtma gösterisiydi. Burak Bilgili gibi seslere mikrofon takarak işi batırdılar. Tabii küçücük bir role onca para dökülmesi de ayrı bir lüzumsuzluktu. O konsere ayrılan parayla Yunus Emre gibi büyük bir eser çıkardı.
Bu arada Sibirya, Michael ve Kopma'ya gittim. Pişman olmadım.
Selamlar