istanbul'da 2019-20 müzik sezonu benim için, keyif aldığım iki konserle başladı. bunlar, "neue!step" isimli yeni bir festival kapsamında gerçekleşen vikingur olafsson ve "berlin filarmonisi'nin 12 cellisti" konserleriydi.
olafsson cuma günü sahnedeydi. kağıt üzerinde ilk yarı bütünüyle bach'a, ikinci yarı bütünüyle glass'ın etüdlerine ayrılmış, arası olan bir program hazırlamıştı bize olafsson, ancak son dakikada herşeyi altüst etmiş, arayı kaldırmıştı. olafsson bach ile glass'ı birbirinin içine yedirdi, bir de her 2-3 parçada bir mikrofonu alıp açıklamalar yaptı. bu haliyle ilginç ve yoğun bir deneyim oldu bizler için. barok ile güncel arasında gidip geldik.
olafsson virtüöz bir piyanist; bach'ı da yorumlarken glass'ı da yorumlarken harikalar yaratıyor, özellikle bach'ın özgün olarak piyano için yazılmamış eserlerinde (klavsen veya org için olanlarında) nüansları ortaya çıkarıyor, glass'ta ise enerjik, hızlı ve tempolu, her bir tekrarla renkleri ve tonları çoğaltıyor.
olafsson parça aralarından birindeki açıklamasında; bach'ın parçalarının bir yol izlediğini, başlangıcı ve sonu olduğunu, glass'inkilerin ise böyle olmadığını, bir uzam tanımladıklarını söyledi. bu yorumu çok hoşuma gitti.
bu akşam ise dünyanın -bana göre- en iyi orkestrası berlin filarmoni'nin 12 cellistinden oluşan oda müziği topluluğu sahnedeydi.
1972 yılında kurulan topluluğun repertuarı ağırlıklı olarak uyarlamalardan oluşuyor. diskografilerine baktığınızda bunu rahatlıkla görüyorsunuz. uyarlamalar da genellikle klasik müzik yapıtlarından çok hafif müzik, caz, tango, film müziği gibi popüler müzik alanlarından yapılmışlar. dolayısıyla topluluk rahat ve kolay bir dinlenti sunuyor genellikle.
xenakis gibi 20. yüzyılın ikonik bestecileri, wolfgang rihm ve tan dun gibi yaşayan önemli çağdaş besteciler bu topluluğa özel eserler üretmişler, ancak piyasada olan cdlerinin hiç birinde bunları bulmak mümkün değil, çünkü bunlar popüler değil. eminim konserlerde icra ediyorlardır bu yapıtları, ancak istanbul'da, hele hele zorlu psm'deki bir konserde bir xenakis veya rihm çalmalarını beklemek safdillik olurdu. playlist'te yoktu zaten.
yine de, yani bu akşamın konseri olabildiğince kolay dinlenen yapıtlardan oluşuyor olmasına rağmen, seyircinin büyük bir çoğunluğu konser biter bitmez kalkıp gitmeye başladı. az sayıda alkışlayanlar sayesinde topluluğu ikinci kere selama davet edebildik. evet, almanya'da şu selam-alkış işi bir abartıya, bir fetişe dönüşmüş durumda, gerek tiyatroda gerekse klasik müzik konserinde sanatçılar en az 3-4 kere selama çağrılıyorlar. ancak biz de maalesef skalanın diğer ucundayız, neredeyse bir kerelik selamla yetiniyoruz, sanatçılara ayıp oluyor.
berlin filarmoni'nin 12 cellisti bu akşam bize, 100 yıl önce 12 cellist için yazılmış olan ilk yapıtı çalarak başladılar konserlerine. ardından "as time goes by"dan "caravan"a, "titanik"in müziğinden astor piazzolla'ya eklektik bir yelpazede bizleri memnun ettiler.
zar zor alkışı canlı tutup onları tekrar sahneye çağırdığımızda bizi pembe panter'in müziğiyle ödüllendirdiler; bu uyarlamanın müzikal olarak zenginliğinin yansıra performatif/jestsel bir tarafı da vardı, iyi ki ısrarla alkışlamaya devam etmişiz, onlar da bizi kırmamış.
bence seyirci onları bir kere daha selama çağırsaydı "libertango" ile cevap vereceklerdi, ama tabii avm seyircisinin yatma saati gelmişti, yarın iş günüydü, bir an önce otoparka inip arabalarına binip evceğizlerine varmaları gerekiyordu.
dünyanın en iyi konser salonlarından birinden gelip, doğal akustiği berbat bir salonda mikrofonlarla müzik icra etmek nasıl bir duygudur acaba? ve acaba bu, elektronik ses düzeniyle verdikleri ilk konser miydi? zorlu'dan uzaklaşan fare tünellerinin birindeki yürüyen yolda ilerlerken kafamda merak etmemezlik edemediğim bu sorular vardı..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder