mehmet kerem özel'in hayata ve sanata dair yaşadıklarını, takip ettiklerini, tanık olduklarını ve izlenimlerini paylaştığı günlüğü. [for english version please visit danzon2017.blogspot.com.tr]
26 Kasım 2018 Pazartesi
"white on white" hakkında bu da böyle aşırı samimi bir yazı
bahar temiz'i tanımıyordum. ağustos sonunda berlin'e tanz im august'a gittiğim haftasonunda onun da bir işi vardı programda, seyrettim hayran kaldım, hakkında yazdım (buradan ulaşabilirsiniz). temiz'le facebook'ta, instagram'da arkadaş, takipçi olduk. ekim'de paris'teyken buluşmak istedik, kısa sürede çok şey seyredebilmek için tıklım tıklım doldurduğum programımda boşluk bulamadım bir kahvelik. istanbul tiyatro festivali programı açıklanmıştı ve temiz'in de bir işi vardı festivalde, nasıl olsa istanbul'a gelecekti, rastlaşacaktık.
geçen hafta moda sahnesi'ndeki bir gösterinin bitiminde birbirimize merhaba dedik, ayaküstü sohbet ettik. hemen o zamana kadar festivalde seyrettiğimiz işleri çekiştirdik. ben "il teatro comico"yu aşure gibi içine her şey konmuş bulduğum için sevmediğimi söyledim, bir tek video kullanımı eksikti dedim, o da "hmm, bakalım benim işi nasıl bulacaksın o zaman" dedi ve "ama mutlaka fikirlerini açık açık paylaş, alınmam" diye ekledi. rahat, kompleksiz, çevresiyle barışık, eleştiri kaldırır hali okunuyordu zaten üzerinden.
cumartesi bir heyecan uniq hall'ün yolunu tuttum, sekizinci sıra ortadaki şahane yerime kuruldum, bahar'ın "white on white"ına kendimi hazırladım. perde açıktı: bomboş bir sahne, solda bir ayaklı mikrofon, yine solda arkada yanyana iki şerit beyaz perde, ortada tepede bizlere döndürülmüş kocaman bir spot.
bahar siyah bikiniyle sahneye geldi. endüstriyel gürültüleri andıran bir ses peyzajında hareketler yapmaya başladı. bir yerlerden tanıdık geliyordu hareketler bana; ya flamenko dansını, ya klasik baleyi, ya çağdaş dansı andırıyordu hareketler. bahar'ın fizikalitesi güçlüydü, duruşu etkiliydi.
bu ilk sekans bitince, bahar sol ön köşeye yürüdü, bizlere arkası dönük bikinisinin üstünü çıkardı, yerdeki tulumvari kıyafeti geçirdi üzerine. mikrofonu aldı ve dönerek sakin bir ruh haliyle bize önce almanca sonra türkçe "sakin olun", "bana güvenin", "her şey iyi olacak" ve benzeri telkinlerde bulundu. sonra sahnenin ortasına geçip tulumunun içinde oldukça yavaş hareketler yapmaya başladı, meditatif bir kalitesi vardı hareketlerinin. o sırada sol arkadaki perdelerin üzerine, ama perdelerin iki tarafından arkadaki siyah duvara da taşarak çeşitli görüntüler yansıtılmaya başlandı. önce soyut lekeler zannettiğim görüntülerin, üzerinde oynanmış insan fotoğrafları olduğunu fark ettim zamanla. bazısı renkli bazısı siyah beyazdı. görüntüler zamanla dijitalleşiyor ve gerçekliklerini kaybedip desenlere dönüşüyorlardı.
görüntüler o kadar anlamsız, görüntülerin perdenin iki yanından taşıyor olması özensiz, bahar'ın hareketleri o kadar alakasız ve etkisiz gelmişti ki, dikkatim dağıldı, sıkıldım, biraz da sinirlendim, aptal yerine konuyormuşum gibi hissettim. bir yandan da acıktığımı fark ettim. akşam oradan zorlu'daki "gece sempozyumu"na gidecektim, arada yemeğe vaktim olmazsa diyerek yanıma cevizli sucuk almıştım ve daha saat yedi bile olmadan karnım acıkmıştı.
çantamdan cevizli sucuğu çıkardım ve yemeğe başladım, evet, gösteri devam ederken ben cevizli sucuk yiyordum. ne zaman sucuğum bitti, herhalde beynime enerji gitti, birden o ana kadar seyrettiklerim zihnimde anlam kazandı. cevizli sucuk "aydınlanmamı" sağlamıştı.
çıkışta bir arkadaşa da anlattım: süprematistlerle, soyut sanatla, soyut ekspresyonistlerle, dada'yla; ister dans olsun ister plastik sanatlar ister edebiyat, aram çok iyi değil. o yüzden mesela dans alanında lucinda childs, trisha brown, mark morris gibi amerikan koreograflarından haz etmem, çünkü bana bir şey vermezler. maalesef sanat eserlerinde anlam arayan, duygu arayan, ruh arayan, ancak o şekilde bir sanat eseriyle ilişki kurabilen, herhangi bir şekilde anlam/duygu/ruh bulduğumda o eser hakkında fikri olan, beğenen veya beğenmeyen biriyim. eğer soyut ve anlamsız bir şeyden zevk almışsam, mutlaka o işin arkasında matematiksel, sistemsel ve ayrıca da takıntılı bir taraf vardır; merce cunningham'ın bütün olmasa da bazı yapıtlarında olduğu gibi mesela.
bahar'ın işinde anlamı/ruhu/duyguyu bulmuştum. ilk bölüm günlük hayatın hayhuyunu, kaosunu anlatıyordu; o birbirleriyle ilişkisiz, kopuk, bildik dans hareketleri bunu anlatıyordu. sonra tulum içinde bir hemşire/doktor/iyileştirici/şaman gelmiş bize sakin olmamızı, ona güvenmemizi söylemişti; demek ki ölüyorduk. şaman bizi meditatif hareketleriyle öbür dünyaya taşıyacaktı. video görüntüleri de anlam kazandı; desenlere dönüşen insan figürleri bu dünyadan göçmeyi, unutulmayı, toza/dijitale karışmayı anlatıyordu.
kendimce bu hikayeyi yazınca dört gözle sahneyi takip eder oldum. ne zaman bahar video görüntülerinin arkasında kayboldu, çıktığında siyah mini elbiseliydi ve sahnenin ortasına gelip bu sefer enerjisi yüksek dans etmeye başladı, sahnenin tamamı da kıpkırmızı bir ışıkla kaplanmıştı.
işte, hikayem devam ediyordu: öbür dünyaya gelmiştik artık; cehennemdeydik, çılgınca dans ediyorduk. pür dikkat ve hayranlıkla izledim bahar'ı.
bu üçüncü sekans bitince bahar tekrar mikrofona gitti, türkçe işin künyesini söylemeye başladı; ilk sahnedeki müzik bülent arel'in 1970'lerde yaptığı bir ses tasarımındanmış, kostümü belçikalı bir modacı tasarlamış. bahar, gösteriyi birlikte tasarladıkları marc vanrunxt ile nasıl tanıştıklarını ve bir sürü başka künye detayını da verdi konuşması sırasında. sonra slyvia plath'in bir şiirini okuyacağını söyledi, solda ayaklı mikrofonun orada şiiri ingilizce okudu. şiir biter bitmez mekanı kemanların hakimiyetinde oryantal bir müzik sardı. bir kaç nota sonra arabesk dinlediğimizi anladık. bahar sahnenin tam aksında en arkasına gidip oradan öne doğru yürüyüp, sahnenin en önünde kollarını yavaş yavaş yukarı doğru kaldırırken mekanı bülent ersoy'un yanık sesi sarmış, efkar'ın geçtiği şarkı sözleri bedenlerimize işlemeye başlamıştı ki, "white on white" sonlandı.
gösteri sonrasında konuştuğum arkadaşın dediği gibi "ortaya karışık, kafalar karışık" bir iş miydi "white on white" gerçekten?
"il teatro comico"yu beğenmezken "içinde yok yok" diyen ben, hele de içinde son yıllarda avrupa'da seyrettiğim bir çok çağdaş dans gösterisinde olan "konuşma", "bir modacıya tasarlatılmış kostüm", "video", "alakasız müzikler", "eklektik hareketler", "disco vibe'ı" gibi hiç sevmediğim öğeler barındıran bu iş için neden o arkadaşla aynı fikirde değildim.
bahar ile marc vanrunxt'un bülent arel'den bülent ersoy'a çizdikleri hat bana çok tutarlı ve sağlam gelmişti de ondan. başka bir arkadaşın sorduğu gibi ersoy olmasaydı da olur muydu, eksikliği duyulur muydu, hayır duyulmayabilirdi ama bence fazla da değildi; kişisel alımlamamda "ölüm" ile ilişki kurduğum bir işin "efkarlı" bitmiş olması çok anlamlıydı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder