mehmet kerem özel'in hayata ve sanata dair yaşadıklarını, takip ettiklerini, tanık olduklarını ve izlenimlerini paylaştığı günlüğü. [for english version please visit danzon2017.blogspot.com.tr]
30 Eylül 2018 Pazar
"arama"nın her türlü hali: "searching"
biçimsel kararını sonuna kadar götüren sanat eserlerini seviyorum, hele o biçimsel karar içerikle de örtüşüyorsa daha da çok. evet başta, masa başında verilmiş biçimsel bir karar uygulama aşamasında zorluklara, zorlamalara yol açabiliyor. mimarlıkta tasarım yaparken de karşımıza çıkan bir şey bu. ancak, eğer zorlamalar karşılığında elde edilene değiyorsa, bir noktaya kadar biçimsel karara sadık kalmaya ve zorlamaları tolere etmeye değiyor. sinema sanatında mesela filmi tek bir uzun plan olarak çekmek böylesi biçimsel kararlardan biri.
dün sinemada bir film seyrettim: "searching" (kayıp aranıyor). sinema salonuna film izlemeye giden bir seyirciye 100 dakika boyunca büyük ekranda, günümüzün gündelik hayatında çok da uzak kalamadığı bilgisayar ekranını seyrettirmek cesaretli bir karar; bütün bir filmi sadece bilgisayar ekranında açılan pencereler yoluyla anlatmak da. ama doğrusu değiyor; "searching" çok çok iyi bir film!
filmde; hem ailenin kayıp ferdinin "aranması", hem de hepimizin internette, örneğin google'da, yandex'te mütemadiyen yaptığımız "arama"lar şahane bir şekilde üstüste çakıştırılmış.
ailenin kayıp ferdini bulamamanın verdiği çaresizliğin bir ekranın ve ekranın içinde açılan pencerelerin sınırlarına, çerçevelerine hapsoluyor olmakla anlatılması bir yanda; o pencerelerin kişiye bilmediği şeyler hakkında bilgi veriyor, yani ona dünyayı açıyor, sınırlarını genişletiyor hatta yok ediyor olması arasındaki tezatın da ötesinde, yaptığı "arama"larda ona sunulanların gerçekliğinin sorgulanması diğer yanda.
"black mirror" serisinin izinden giden "searching"de biçim-içerik bu kadar isabetli bir şekilde örtüşebilir, bir film günümüz toplumunun vazgeçilmezi interneti ve onunla bağlantılı olarak kullanılan haberleşme ve sosyalleşme kanallarını bu kadar ustaca biçim ve içeriği için kullanabilirdi. film ayrıca bir dedektiflik öyküsü olarak da her seferinde şaşırtıcı virajlar alması ve her virajın ondan önceki yolda karşılaşılan ve mantıksız gibi gözüken durumları temize çıkarması bakımından da çok başarılı ve zekice yazılmış bir senaryoya sahip.
aneesh chaganty bu bence şahane ilk yönetmenlik denemesinde senaryo yazarlarından biri de aynı zamanda. dikkat çekici bir ayrıntı olarak filmin görüntü tasarımından üç, kurgusunda ise iki kişinin sorumlu olduğunu eklemeliyim. dolayısıyla bir filmde bu dört kalem çok çok iyi olunca, oyunculuklardaki sırıtan acemilikleri ve yapım tasarımındaki ucuzlukları görmezden gelmeyi tercih ettim. "searching"i şiddetle tavsiye ederim. hemen şimdi hangi sinemalarda oynadığını öğrenmek için internette bir "arama" başlatın :)
29 Eylül 2018 Cumartesi
salzburg festivali'nde diyonisyak warlikowski
hakkında az çok okumuş olduğumdan, salzburg'da "elit" bir festivalle karşılaşacağımı biliyordum. eski yıllarda internetten takip ettiğim salzburg festivali naklen opera/konser yayınlarından da özellikle ortayaşlı veya geçkin, ama mutlaka zengin bir seyirci kitlesinin olduğunu fark etmiştim. aslında sadece bilet fiyatları bile, festivalin seyirci kitlesine dair yanılma payı az bir fikir veriyor. ancak birebir yaşayınca elitlik ve zenginlik seviyesinin, gösteriş mertebesine ulaşacak kadar dudak uçuklattığını söyleyebilirim. özellikle opera gösterilerinde neredeyse tek kravatsız ve koyu renk takım elbisesiz erkek, gece tuvaletsiz kadın yoktu. hanımlar ve beyler eğer gece tuvaleti ve takım elbise giymemişseler, büyük ihtimalle avusturyalıların milli kıyafeti trachten'lar içindeydiler. gözlemimden; sıradan giysililerin %5'lerde kaldığını söyleyebilirim.
aynı hat üzerinde yanyana dizilmiş üç gösteri binasından [grosses festspielhaus (büyük festival binası), felsenreitschule (kayalık binici okulu) ve haus für mozart (mozart evi)] oluşan ancak dışarıdan bakılınca upuzun tek bir yapı hissi veren ve festivalin merkezi olarak tanımlanabilecek kompleksin önündeki geniş cadde festivalin kalbinin attığı yer. hemen hemen her akşam, her üç mekanda yarımşar saat arayla başlayan ya bir opera ya da bir klasik müzik konseri gerçekleşiyor.
herkes mutlaka gösteri öncesinde bu caddenin üzerinde özel olarak festival için kurulmuş geçici barda veya yakınındaki lokantalarda içeçeklerini yudumluyor veya yemeklerini yiyorlar. gösteri aralarında ise hemen hemen herkes ya fuayeye, ya caddeye ya da caddeye bakan balkonlara çıkıyor, birbirini seyrediyor. evet, batı tiyatrosunun temeli bu "seyretme ve seyredilme" durumu üzerine kuruludur (bu konuda fuaye odaklı bilimsel bir makalem umarım yakın zamanda yayınlanacak). dolayısıyla "seyretme ve seyredilme"ye şaşırmış değilim, ancak mozart'ın şehrinde gösterişin sanattan bu kadar rol çalacağını tahmin edememiştim. benim naifliğim..
yazımın haftasonu-magazin-dergisi-dedikodu-köşesi-kıvamındaki kısmı buraya kadar. şimdi biraz mimari:
yukarda bahsettiğim üç binadan en ilginç olanı felsenreitschule, çünkü salzburg'un kardinaller döneminden kalma, kayalardan oyulmuş açıkhava binicilik okulundan devşirilmiş bir gösteri binası burası.
binicilik okulu önce 1926'da max reinhardt tarafından festivaldeki açık hava tiyatro gösterileri için kullanılmaya başlanmış, 1948'de herbert von karajan ilk defa "orfeo ed euridice"yi sahneleyerek burayı operalara açmış ve 1960'larda clemens holzmeister (ki kendisi cumhuriyetimizin kuruluş aşamasında atatürk tarafından ülkemize çağrılmış ve ankara'da çankaya köşkü ve tbmm binası başta olmak üzere bir çok devlet binasına imza atmış dönemin önemli avusturyalı mimarlarından biridir) orkestra çukuru, oditoryum, localar ve üstü açılıp kapanabilir çatı ekleyerek burayı kapalı bir gösteri binasına çevirmiş.
avlu kapatılmadan önce seyirciler avlunun kaya sınırını belirleyen, üstüste üç sıra arkadlı (96 tane) cephede arkadların altında otururlarmış. mevcut arkadlar; holzmeister'in tasarımıyla sahnenin arka ve sol yan cephesinin bir parçası ve o zamandan beridir burada sahnelenen her gösteriye karakterini veren en vazgeçilmez öğe olmuş.
şimdi de bu etkileyici mekanda seyrettiğim gösteri hakkındaki izlenimlerim:
bu yılki festivalde bu mekanda iki yapım sahnelendi: hayranı olduğum krzysztof warlikowski'nin rejisiyle çağdaş alman besteci hans werner henze'nin "the bassarids" ve günümüzün aykırı tiyatrocularından romeo castellucci imzalı richard strauss'un "salome" operaları. ben seçimimi warlikowski'den yana yaptım. ancak yerel ve uluslararası haberlerden takip ettiğim kadarıyla festivalin bu yıl en ses getiren gösterisi "salome"ymiş, ama castellucci nedeniyle değil, başrolü oynayan ermeni soprano asmik grigorian'ın olağanüstü yorumu dolayısıyla.
henze'nin "the bassarids"i; diyonisos ve onun kültünün takipçisi rahibelerin (bakhaların) teb'e yeni kral olmuş penteus'a rakip olmaları ve sonunda da onu katletmeleri hakkında. dolayısıyla tutku ile akıl, başkaldırı ile otorite/despotluk arasındaki savaşı kazanan tutku ve başkaldırı oluyor. librettoyu euripides'in "bakhalar" oyununu baz alarak w. h. auden kaleme almış, dolayısıyla operanın dili almanca değil ingilizce.
warlikowski görsel, mekansal ve içerik olarak tam da ondan bekleyeceğim bir şekilde yorumlamış operayı. her zamanki gibi yatay/uzun bir mekan, 1950'ler sineması ile 1980'ler pop kültürü karışımı bir estetik, ilişkilerin psikolojik derinliğine inen bir dramaturji.
warlikowski'nin kariyerinin neredeyse başından beridir onun yol arkadaşı olan sahne-kostüm tasarımcısı małgorzata szczęśniak'ın, mekan kullanımı olarak basık ve yatay tarzı, felsenreitschule'nin normal bir opera sahnesine göre abartılı uzunluktaki/yataylıktaki sahnesiyle birebir örtüşmüştü. onun başka bir alamet-i farikası olan şeffaf fanuslar (mekan-içinde-mekanlar) ise bu sefer yoktu sahnede. szczęśniak bunun yerine, üç farklı niteliğe sahip mekanı yanyana yerleştirmiş ve birbirlerine kapılarla bağlamıştı. en solda bakhaların eğlence/ayin salonu (diyonisos'un mekanı - dini mekan), en sağda yatak odası (penteus'un mekanı - özel mekan) ve ikisinin ortasında kraliyet sarayı/kent meydanı (kamusal mekan). gösteri boyunca bu mekanlar arasında akışkan bir geçiş vardı; bu hem trafiği kolaylaştırıyor hem de warlikowski'nin, protagonistler arasında kurduğu/kurguladığı (ekstra) ilişkileri daha görünür şekilde ortaya sermesini sağlıyordu. bu anlamda anne-oğul (agave-penteus) ilişkisine özel bir vurgu vardı mesela, ki warlikowski bu temayla haşır neşir olmayı da özellikle sever.
(fotoğraflar: mehmet kerem özel, ağustos 2018, salzburg)
aynı hat üzerinde yanyana dizilmiş üç gösteri binasından [grosses festspielhaus (büyük festival binası), felsenreitschule (kayalık binici okulu) ve haus für mozart (mozart evi)] oluşan ancak dışarıdan bakılınca upuzun tek bir yapı hissi veren ve festivalin merkezi olarak tanımlanabilecek kompleksin önündeki geniş cadde festivalin kalbinin attığı yer. hemen hemen her akşam, her üç mekanda yarımşar saat arayla başlayan ya bir opera ya da bir klasik müzik konseri gerçekleşiyor.
(fotoğraflar: mehmet kerem özel, ağustos 2018, salzburg)
herkes mutlaka gösteri öncesinde bu caddenin üzerinde özel olarak festival için kurulmuş geçici barda veya yakınındaki lokantalarda içeçeklerini yudumluyor veya yemeklerini yiyorlar. gösteri aralarında ise hemen hemen herkes ya fuayeye, ya caddeye ya da caddeye bakan balkonlara çıkıyor, birbirini seyrediyor. evet, batı tiyatrosunun temeli bu "seyretme ve seyredilme" durumu üzerine kuruludur (bu konuda fuaye odaklı bilimsel bir makalem umarım yakın zamanda yayınlanacak). dolayısıyla "seyretme ve seyredilme"ye şaşırmış değilim, ancak mozart'ın şehrinde gösterişin sanattan bu kadar rol çalacağını tahmin edememiştim. benim naifliğim..
yazımın haftasonu-magazin-dergisi-dedikodu-köşesi-kıvamındaki kısmı buraya kadar. şimdi biraz mimari:
(fotoğraf: mehmet kerem özel, 23 ağustos 2018, salzburg)
binicilik okulu önce 1926'da max reinhardt tarafından festivaldeki açık hava tiyatro gösterileri için kullanılmaya başlanmış, 1948'de herbert von karajan ilk defa "orfeo ed euridice"yi sahneleyerek burayı operalara açmış ve 1960'larda clemens holzmeister (ki kendisi cumhuriyetimizin kuruluş aşamasında atatürk tarafından ülkemize çağrılmış ve ankara'da çankaya köşkü ve tbmm binası başta olmak üzere bir çok devlet binasına imza atmış dönemin önemli avusturyalı mimarlarından biridir) orkestra çukuru, oditoryum, localar ve üstü açılıp kapanabilir çatı ekleyerek burayı kapalı bir gösteri binasına çevirmiş.
avlu kapatılmadan önce seyirciler avlunun kaya sınırını belirleyen, üstüste üç sıra arkadlı (96 tane) cephede arkadların altında otururlarmış. mevcut arkadlar; holzmeister'in tasarımıyla sahnenin arka ve sol yan cephesinin bir parçası ve o zamandan beridir burada sahnelenen her gösteriye karakterini veren en vazgeçilmez öğe olmuş.
şimdi de bu etkileyici mekanda seyrettiğim gösteri hakkındaki izlenimlerim:
(fotoğraf: mehmet kerem özel, 23 ağustos 2018, salzburg)
bu yılki festivalde bu mekanda iki yapım sahnelendi: hayranı olduğum krzysztof warlikowski'nin rejisiyle çağdaş alman besteci hans werner henze'nin "the bassarids" ve günümüzün aykırı tiyatrocularından romeo castellucci imzalı richard strauss'un "salome" operaları. ben seçimimi warlikowski'den yana yaptım. ancak yerel ve uluslararası haberlerden takip ettiğim kadarıyla festivalin bu yıl en ses getiren gösterisi "salome"ymiş, ama castellucci nedeniyle değil, başrolü oynayan ermeni soprano asmik grigorian'ın olağanüstü yorumu dolayısıyla.
henze'nin "the bassarids"i; diyonisos ve onun kültünün takipçisi rahibelerin (bakhaların) teb'e yeni kral olmuş penteus'a rakip olmaları ve sonunda da onu katletmeleri hakkında. dolayısıyla tutku ile akıl, başkaldırı ile otorite/despotluk arasındaki savaşı kazanan tutku ve başkaldırı oluyor. librettoyu euripides'in "bakhalar" oyununu baz alarak w. h. auden kaleme almış, dolayısıyla operanın dili almanca değil ingilizce.
warlikowski görsel, mekansal ve içerik olarak tam da ondan bekleyeceğim bir şekilde yorumlamış operayı. her zamanki gibi yatay/uzun bir mekan, 1950'ler sineması ile 1980'ler pop kültürü karışımı bir estetik, ilişkilerin psikolojik derinliğine inen bir dramaturji.
warlikowski'nin kariyerinin neredeyse başından beridir onun yol arkadaşı olan sahne-kostüm tasarımcısı małgorzata szczęśniak'ın, mekan kullanımı olarak basık ve yatay tarzı, felsenreitschule'nin normal bir opera sahnesine göre abartılı uzunluktaki/yataylıktaki sahnesiyle birebir örtüşmüştü. onun başka bir alamet-i farikası olan şeffaf fanuslar (mekan-içinde-mekanlar) ise bu sefer yoktu sahnede. szczęśniak bunun yerine, üç farklı niteliğe sahip mekanı yanyana yerleştirmiş ve birbirlerine kapılarla bağlamıştı. en solda bakhaların eğlence/ayin salonu (diyonisos'un mekanı - dini mekan), en sağda yatak odası (penteus'un mekanı - özel mekan) ve ikisinin ortasında kraliyet sarayı/kent meydanı (kamusal mekan). gösteri boyunca bu mekanlar arasında akışkan bir geçiş vardı; bu hem trafiği kolaylaştırıyor hem de warlikowski'nin, protagonistler arasında kurduğu/kurguladığı (ekstra) ilişkileri daha görünür şekilde ortaya sermesini sağlıyordu. bu anlamda anne-oğul (agave-penteus) ilişkisine özel bir vurgu vardı mesela, ki warlikowski bu temayla haşır neşir olmayı da özellikle sever.
"the bassarids"in, içinde sahnelendiği felsenreitschule'nin ham, kunt ve karanlık atmosferine (tezatlık anlamında da) çok iyi uyduğunu düşünsem de, warlikowski'den daha etkili opera yorumları/yapımları seyretmiş biri olarak, bu sefer çok fazla heyecanlanmadım.
henze'nin müziği de; kulağımın kolay takip edebildiği ve dinlemeye alışkın olduğu bir müzik olmadığından, son tahlilde "the bassarids"den müthiş keyif aldığımı iddia edemem ama; kent nagano yönetimindeki viyana filarmonisi'nin ve özellikle de diyonisos'u canlandıran sri lanka asıllı genç tenor sean panikkar'ın müzikal yorum açısından harikalar yarattıklarını fark edebildiğimi söyleyebilirim.
henze'nin müziği de; kulağımın kolay takip edebildiği ve dinlemeye alışkın olduğu bir müzik olmadığından, son tahlilde "the bassarids"den müthiş keyif aldığımı iddia edemem ama; kent nagano yönetimindeki viyana filarmonisi'nin ve özellikle de diyonisos'u canlandıran sri lanka asıllı genç tenor sean panikkar'ın müzikal yorum açısından harikalar yarattıklarını fark edebildiğimi söyleyebilirim.
27 Eylül 2018 Perşembe
salzburg festivali'nde hipnotik "persler"
fotoğraflar: mehmet kerem özel, 24 ağustos 2018, salzburg
alman coğrafyasında tiyatro binalarıyla ünlü mimar-heykeltraş ikilisi fellner & hellmer tasarımı 1893 tarihli salzburg devlet tiyatrosu'nun altın yaldızlı, süslemeli, heykelli ve tavanı resimli oditoryumuna girdiğimde; ingilizcede proscenium arch olarak geçen, oditoryum ile sahneyi ayıran kemer çerçevenin önüne yerleştirilmiş, orkestra çukurunun yanısıra ilk 4-5 sırayı da kaplayan, arkadan öne doğru eğimli, antrasit grisi renginde devasa bir diskle karşılaştım. nefesim kesildi. aiskylos'un "persler"ini sahneleyen yönetmen-sahne tasarımcısı ulrich rasche; oditoryumun içine yerleştirdiği bu "orchestra" ile, italyan/çerçeve sahneli tipin zirvesini yaşadığı 19. yüzyıl burjuva tiyatrosunu bir antik yunan tiyatrosuna çevirmişti.
ışıklar söndü, tekrar yandığında dönmekte olan diskin üzerinde üç kadın vardı; biri kraliçe atossa'yı, diğer ikisi yaşlılar meclisini temsil ediyordu. disk iki parçadan oluşuyordu; geniş orta kısmı ile çeperdeki dar halka kısmı. ikisi de bazen aynı hızda, bazen ters yönde ama mutlaka durmaksızın dönüyorlar, diskin üzerindeki üç figür de; bir yandan konuşurken, bir yandan belli bir ritimde attıkları adımlarla ya oldukları yerde kalıyorlar, ya da örneğin durduklarında arkada kalanla aynı hatta geliyorlardı. ritim mütemadi bir şekilde devam ediyordu.
sonra; kemer çerçevenin yüzeyini kaplayan siyah tülün ardında, sahnenin tamamını kaplayan, öndekinden daha büyük ve yüksekte, orta kısmı ve halkası ayrı ayrı dönen ikinci bir disk belirdi. bu disk öndekine göre daha görkemliydi ve zeminle daha dik açı yapabiliyordu. bu yüzden; üzerinde beliren pers kralı kserkses'in ve, kserkses'in ordusunu ve ulağı temsilen 15 erkeğin her biri halatlarla diskin merkezine bağlıydılar. onlar da ön diskteki kadınlar gibi, konuşurken belli bir hızda yürüyorlar, minimal jest ve mimiklerle hareket ediyorlardı.
ara dahil dört saat süren gösteride oyuncuların belli bir ritimle icra ettikleri repliklerine, oditoryuma dağılmış beş kişilik orkestranın çaldığı müzik (ari benjamin meyers) kesintisiz olarak eşlik ediyordu. öyle ki, bence "persler" bir tiyatro oyunu değil çağdaş bir opera olmuştu adeta. bazı kısımlarında aklıma robert wilson-philip glass ikilisinin kült yapıtı "einstein on the beach" geldi. ritmik ve yalın hareketlere eşlik eden söz ve müziğin kusursuz birleşimi o kadar etkiliydi ki, adeta bir ayin seyrediyormuş, hatta o ayine bizzat dahil olmuş gibi hipnotize oluyordunuz, en azından ben öyle hissettim.
alman tiyatrosunun son yıllarda en dikkat çeken genç yönetmenlerinden, arka arkaya iki yıldır (2016'da "haydutlar", 2017'de "woyzeck" ile) alman tiyatrosunun en prestijli sezon seçkisi berliner theatertreffen'e seçilen ulrich rasche hikayeyi belirli bir tarihten ve belirli bir toplumdan bağımsız ve zamansız olarak yorumlamayı tercih etmiş. iktidar, hırs, kibir, gözükaralık, despotluk ve bütün bunlar sonucunda gelen kaçınılmaz yenilgi; insanın tarih boyunca bıkmadan içine düştüğü, tekrar tekrar yaşadığı, kaçamadığı kaderi. aynı, disklerden bağımsız hareket edemeyen, disklerin merkezkaç kuvvetinden kaçamayan figürler gibi. aynı, ilerledikleri/yürüdükleri halde diskler döndükçe beyhude oldukları yerde kalan/duran figürler gibi.
rasche'nin tiyatrosu 20. yüzyıl başında makineleşen sahne tasarımını ve hareket eden oyuncuyu tiyatroya kazandıran rus avantgardı'nın çağdaş versiyonu adeta. sahne parçalarının ve oyuncuların yürüşünün yarattığı ritim rasche'nin tiyatrosunun ana unsuru. o ritim oyuncunun nefesini belirlediği gibi seyirciye de nefesini tutturuyor.
rasche müthiş bir estet aynı zamanda. ışık tasarımının (johan delaere) da yardımıyla, iki dönen çelik diskin etinden sütünden kemiğinden sonuna kadar faydalanıyor; tüyleri diken diken eden müthiş anlar yaratıyor.
salzburg festivali'nde prömiyer yapan "persler" sezon boyunca schauspiel frankfurt bünyesinde gösterimde olacak. rasche'nin hem berliner theatertreffen'e davet edildiği hem de en iyi sahne tasarımı ödülünü aldığı "haydutlar"ını merak edenler tıklasın.
24 Eylül 2018 Pazartesi
salzburg festivali'nde eğlenceli "jedermann"
salzburg festivali'nde "jedermann"ı beklerken (fotoğraf: mehmet kerem özel, 21 ağustos 2018)
bu yaz, çocukluk/ilk gençlik zamanlarımdan beri gitmeyi hayal ettiğim avrupa'daki beş festivalden üçünü ziyaret etme fırsatını yarattım kendime. bunlardan sonuncusu, klasik müzik ve opera festivallerinin kraliçesi salzburg festivali idi.
salzburg festivali özellikle klasik müzik ve operayla öne çıksa da, programın üçüncü ayağı olan tiyatro da oldukça önemli bir yer tutuyor programda. hatta 98 yıl önce festivalin temelini atan da bir tiyatro gösterisi aslında.
victor hugo'nun 19.yüzyılın ikinci yarısında temelini attığı tiyatro gösterilerinin oyunların geçtiği mekanlara uygun tarihi yerlerde sahnelenmesi fikri doğrultusunda ünlü tiyatrocu max reinhardt ilk dikkat çekici adımı atar: 1920 yılındaki ilk festivalde salzburg katedralinin önündeki meydanda avusturyalıların en ünlü edebiyatçısı hugo von hoffmansthal'in "jedermann" (ademoğlu) oyununu sahneler. bu gelenek günümüze kadar sürüyor; festivalin hala en rağbet gören, biletleri ilk biten gösterisi "jedermann".
katedralin meydanında gösteri için hazırlanmış geçici tribünler (fotoğraf: mehmet kerem özel, 20 ağustos 2018)
marvin carlson "places of performance" kitabında hugo'nun görüşlerini çok güzel aktarır: "yerin özgünlüğü; gerçekliği kuran ilk öğelerden biridir. konuşan veya rol yapan karakterler, seyircinin ruhunda olayların izlenimlerini gerçeğe sadık bir şekilde uyandırmakta yeterli olamazlar. olayın gerçekleştiği yer, olayın ayrılmaz bir parçası olarak tanığıdır.”
bu doğrultuda reinhardt'ın görüşleri de şöyledir: "iyi oyuncu bırakın bugün bir barakada veya bir tiyatroda; yarın bir handa, bir kilisenin içinde veya ekspresyonist bir sahnede oynasın, mutlaka iyi performans çıkarır; ama eğer oyun ile ilişki kuran bir yerde oynarsa, bu sefer sonuç mükemmel olur.”
burada bir parantez açıp, ülkemizde de hugo'nun fikrine ve reinhardt'ın yapımının festivalin demirbaşı olmasına benzer bir yaklaşımın iksv'nin düzenlediği istanbul festivali'yle birlikte türkiye'ye de ses bulduğunu, gerçekleştirildiğini tarihe not düşmek lazım.
öğrenimini almanya'da görmüş opera sanatçısı, ülkemizin ilk opera rejisörü ve istanbul operası'nın kurucusu aydın gün'ün sanat direktörü olduğu istanbul festivali'nin 1973'teki başlangıcından 90'lı yılların sonuna kadar en önemli gösterisi topkapı sarayı'nın babüssade kapısı'nın önünde sahnelenen mozart'ın "saraydan kız kaçırma" operası idi.
sanırım uzun yıllar boyunca festivale yurtdışından özel olarak bu gösteriyi seyretmeye gelen turist grupları vardı. ben de 80'li yılların sonunda ve 90'ların ortasında iki kere o müthiş ortamda "saraydan kız kaçırmayı" seyretmiştim.
salzburg festivali'nde 21 ağustos 2018'de 17:00 seansında sahnelenen "jedermann" başlamadan önce
(fotoğraf: mehmet kerem özel)
salzburg festivali'ne ve "jedermann"a dönersem:
festivale gidip de "jedermann"ı seyretmemek olmazdı. neyse ki geçen yılın, yani 2017'nin kasım ayında internetten doldurduğum rezervasyon formundan, bilet çıkmayan bir kaç konser ve operaya rağmen, "jedermann"a yer çıktı.
salzburg festivallerindeki "jedermann" yapımı her sene değişmiyor; eğer seyirci ve eleştirmenlerden de yüksek not almışsa, bir kaç yıl sahnelenmeye devam ediyor. bu yılki "jedermann" geçen yıl prömiyer yapmış, hem kadrosuyla hem de mizanseniyle büyük övgüler almıştı. sanırım en az beş yıl daha devam eder sahnelenmeye.
istanbul tiyatro festivallerinden birinde john malkovich'in seri katili oynadığı müzikli bir gösteri izlemiştik, işte onun yönetmeni michael struminger bu "jedermann"ın da rejisörü.
struminger "jedermann"ı 90 dakikaya indirmiş; dinamik bir mizansenle, süsten arındırılmış duru oyunculuklarla ve 10 kişilik orkestralı canlı müzikle günümüzün kolay sıkılan, her şeyi çabuk ve kısa isteyen, dikkati kolay dağılan seyircisini diri tutmayı başarıyor.
tabii seyircinin ilgisinde, avusturya'nın en ünlü tiyatro/sinema/tv aktörü tobias moretti'nin başrolde olmasının da büyük rolü olsa gerek. moretti'ye sahnede eşlik edenler arasında; alman tiyatro sahnesinin grande dame'ı, almanların yıldız kenter'i de diyebiliriz, edith clever ve istanbul seyircisinin geçen sezon şehrimize konuk olan berliner ensemble'ın "kafkas tebeşir dairesi"nde oynadığı başrolden tanıdığı, bir dostumun "sahne hayvanı" diye lakab taktığı stefanie reinsberger vardı. yani, oyunun kastı, rejisinin önüne geçmişti. böyle bir kastla ne olsa seyredilirdi; öyle de oldu. keyifle ve pür dikkat seyrettik.
salzburg festivali'nde "jedermann"ı bittikten sonra (fotoğraf: mehmet kerem özel, 21 ağustos 2018)
yağmur olur da, iptal olursa diye endişelenirken, müthiş güneş gündüz 17:00'de başlayan gösteriyi hem biz seyirciler hem de oyuncular için zor duruma soktu. seyircilerden bayılan bir iki yaşlı hanım oldu mesela. stefanie reinsberger'in de gösteri sonrasında instagram hesabında paylaştığı fotoğrafta ayakları buz kabının içindeydi.
salzburg festivali'nde seyrettiğim beş gösteri arasında en çok seyircinin geleneksel/milli avusturya kıyafeti trachten ile geldiği gösteri buydu. hepimizin "sound of music" (neşeli günler) müzikal filminden hatırladığı, genellikle köy/dağ ortamında giyilen trachten'lar içindeki bir sürü insanı şehirde dolaşırken ve sonra da gösteri mekanında görmek, maalesef etnografik kıyafetlere değer vermeyen bir toplumdan/kültür ortamından gelen bizler için şaşırtıcıydı.
trachten japonların kimono'su gibi; önemli günlerde özenilerek giyilen, katınılan etkinliğin önemsendiğini hissettiren bir öğe. hatta, geleneksel trachten kumaşının kullanıldığı çağdaş tasarım kıyafetler de var ki, fiyat olarak geleneksel trachten'ların yanına yaklaşmak bile çok zorken, bunlar iyice el yakıyor. yani, avusturya'da trachten giymek sadece bir milli'lik gösterisi değil aynı zamanda bir prestij gösterisi.
22 Eylül 2018 Cumartesi
bir cumartesi sabahı
erken kalkmıştı, havuza gidecekti. kahvaltı etti, biraz zaman geçsin diye evde oyalandı, sokağa çıktığında saat 8'i geçiyordu. yaşadığı semtin sokakları akşamdan kalmaydı; ıssızdı, pisti, bira şişeleriyle kaplıydı.
yüzdükten sonra şehrin orkestralarından birine sezonluk bilet almaya gidecek, eve dönmeden önce dün gece internette gördüğü cheesecake'i satan cafe'ye uğrayacaktı. o yüzden, havuz yolundaki küçük pastacının önünden vitrine bakmadan hızlıca geçti.
havuzda kimsecikler yoktu, eylül sabahının güneşi suya vuruyor, sudaki kabarcıkları ışıldaklara dönüştürüyordu. yalnız ve sakin, her zamankinden daha fazla kulaç attı havuzda. bomboş giyinme odasında tek başına duş aldı, giyindi. resepsiyonda da kimse yoktu selam verecek.
kıvrılarak şehrin meydanına çıkan yoldan yürürken rüzgarın esmekte olduğunu fark etti, bir buçuk saat önce yoktu halbuki. rüzgar gibi insanlar da çoğalmıştı, ama şehir hala cuma gecesinin mahmurluğunu üstünden atamamıştı.
biletleri almaya gideceği, şehrin en ünlü caddesinin ağzına geldiğinde etrafta her zamankinden daha fazla polis olduğunu gördü. o zaman hatırladı, cumartesi'ydi. 700 küsür haftadır "annelerin" günü.
cadde de tenhaydı. her köşe başını kadınlı erkekli polisler, motosikletler, mini arabalar, koca tomalar tutmuştu. onu çeviren, nüfus kağıdı soran olmadı. halbuki iki akşam önce konsere giderken çevirmişlerdi. zayıf, kirli sakallı, orta anadolulu suratı belli bir potansiyel taşımıyor değildi.
biletleri alacağı yere gitti. gişedar geç geldi. bilet satışında sorun oldu, işlem tekrarlandı. bir saat kadar vakit geçti.
yüzmüş, biletlerini almış, artık bir akşam önce internette gördüğü cheesecake'i hak etmişti.
cafe'nin adresine, cheesecake'in onu cezbetmesinin hemen ardından bakmıştı; yıllar önce, en-uzun-süreli-sevgilisiyle müdavimi oldukları lokantanın yerindeydi, aşinaydı yani oraya. sevindi o mekan tekrar işlemeye başladığı için. hatta eğer cheesecake'ten memnun kalırsa, semtte tekrar sık sık uğrayacağı bir kapı olacağına da sevindi.
caddeden yürümek yerine, çok iyi bildiği arka sokaktan gitmeye kadar verdi, polisleri görmemek için. tedirgin ediyorlardı onu. korkaktı.
cafe de boştu. "san sebastian'ın internette resmini gördüm, denemeye geldim. paket servisiniz var mı?" diye sordu. "pişman olmayacaksınız" dedi güleryüzlü adam, "evet var".
evde kahvaltıdan biraz kahve artmıştı. cheesecake'i beğenirsem bir dahaki sefere oturur kahvesini de denerim diye düşündü.
elinde küçük kağıt torbayla cafe'den çıktığında tekrar caddeye dönmesine gerek yoktu; dolambaçlı ara sokaklar onu evine çıkaracaktı.
cafe'nin sokağının ilk dirsek yaptığı köşede kalabalık bir polis grubu vardı. demek ki kaçan olursa diye iç sokakları da tutuyorlar diye geçirdi içinden. beş yıl öncesinden çok iyi biliyordu.
dirseği döndü, sokağın diğer ucunda kameralar ve iki tarafta oturan, ayakta duran, konuşan bir kalabalık gördü; demek ki anneler burada toplanıp gidiyorlar caddeye, polisler de o yüzden köşede mevzilenmişler.
annelerin ve destekçilerinin arasından geçerken, uzaktan genç bir adamı gördü; siyahlar içinde, saçları gür ve karışık, yüzü kunt. onu çok iyi tanıyordu. yirmi sene önce, üniversitede asistanlığa başladığının ikinci yılında girdiği dersteki grubunda öğrenciydi o genç adam. dersi bilmem kaçıncı tekrarıydı, o yüzden yaşları az çok yakındı birbirlerine. biraz sarkastik, kendi bildiğini yapmayı isteyen, hatta karşısındaki tıfıl asistana ara sıra bilgiçlik de taslayan ama kesinlikle saygısızlık etmeyen biriydi. sonra onunla okulda hep karşılaştılar, selamlaştılar. sonra o zor da olsa mezun oldu. yıllar sonra babası sokak ortasında, ülkeye sinmiş faşist atmosferin beslediği bir tetikçinin kurbanı oldu.
dönem ortasıydı, asistanlığını yaptığı profesörlerle öğrencilerin projelerine not veriliyordu, telefonuna o en-uzun-süreli-sevgilisi mesaj atmıştı, vuruldu diye. profesörler ağızlarında ah vah'ları geveleyip öğle yemeğine inmişlerdi. onun ise içi acımıştı; diğer cinayetlerde olduğu gibi. çalıştığı üniversiteden cenazeye giden 3-5 kişiden biriydi ama neyse ki cenaze hıncahınç kalabalıktı.
o güzel insanın pisipisine cinayete kurban gidişine ne kadar kahrolsa da, kalabalık içine umut olmuştu ama korkaktı işte; içten içe üzülse de, desteğini ileriki yıllarda sürdüremedi.
ya tanırsa beni endişesiyle gözünü kaçırıp başını eğerek hızla ilerledi sokaktan. o ki; iki hafta önce herkesin hafızasına kazınan fotoğrafın merkezindeydi, yılmamış, yine gelmişti annelere destek vermeye.
o ise utanıyordu; sessiz kaldığı için, onun kadar yürekli, inançlı, ısrarlı olmadığı için.
birazdan evine varmış, müziğini açmış, kahvesinin ısınmasını beklerken cheesecake'ini çatallıyor olacaktı.
labirentvari sokaklarda hızla ilerlerken kendini hamamböceği gibi hissetti. etrafına bakındı; sessizliğine, yüreksizliğine suç ortağı aradı. zorlanmadı, cafelerde oturanlar vardı ya.
birden içinden geri dönmek geçti; geri dönmek ve onun karşısına geçip, beni hatırladın mı demek ve sarılmak, kocaman sarılmak!
yüzdükten sonra şehrin orkestralarından birine sezonluk bilet almaya gidecek, eve dönmeden önce dün gece internette gördüğü cheesecake'i satan cafe'ye uğrayacaktı. o yüzden, havuz yolundaki küçük pastacının önünden vitrine bakmadan hızlıca geçti.
havuzda kimsecikler yoktu, eylül sabahının güneşi suya vuruyor, sudaki kabarcıkları ışıldaklara dönüştürüyordu. yalnız ve sakin, her zamankinden daha fazla kulaç attı havuzda. bomboş giyinme odasında tek başına duş aldı, giyindi. resepsiyonda da kimse yoktu selam verecek.
kıvrılarak şehrin meydanına çıkan yoldan yürürken rüzgarın esmekte olduğunu fark etti, bir buçuk saat önce yoktu halbuki. rüzgar gibi insanlar da çoğalmıştı, ama şehir hala cuma gecesinin mahmurluğunu üstünden atamamıştı.
biletleri almaya gideceği, şehrin en ünlü caddesinin ağzına geldiğinde etrafta her zamankinden daha fazla polis olduğunu gördü. o zaman hatırladı, cumartesi'ydi. 700 küsür haftadır "annelerin" günü.
cadde de tenhaydı. her köşe başını kadınlı erkekli polisler, motosikletler, mini arabalar, koca tomalar tutmuştu. onu çeviren, nüfus kağıdı soran olmadı. halbuki iki akşam önce konsere giderken çevirmişlerdi. zayıf, kirli sakallı, orta anadolulu suratı belli bir potansiyel taşımıyor değildi.
biletleri alacağı yere gitti. gişedar geç geldi. bilet satışında sorun oldu, işlem tekrarlandı. bir saat kadar vakit geçti.
yüzmüş, biletlerini almış, artık bir akşam önce internette gördüğü cheesecake'i hak etmişti.
cafe'nin adresine, cheesecake'in onu cezbetmesinin hemen ardından bakmıştı; yıllar önce, en-uzun-süreli-sevgilisiyle müdavimi oldukları lokantanın yerindeydi, aşinaydı yani oraya. sevindi o mekan tekrar işlemeye başladığı için. hatta eğer cheesecake'ten memnun kalırsa, semtte tekrar sık sık uğrayacağı bir kapı olacağına da sevindi.
caddeden yürümek yerine, çok iyi bildiği arka sokaktan gitmeye kadar verdi, polisleri görmemek için. tedirgin ediyorlardı onu. korkaktı.
cafe de boştu. "san sebastian'ın internette resmini gördüm, denemeye geldim. paket servisiniz var mı?" diye sordu. "pişman olmayacaksınız" dedi güleryüzlü adam, "evet var".
evde kahvaltıdan biraz kahve artmıştı. cheesecake'i beğenirsem bir dahaki sefere oturur kahvesini de denerim diye düşündü.
elinde küçük kağıt torbayla cafe'den çıktığında tekrar caddeye dönmesine gerek yoktu; dolambaçlı ara sokaklar onu evine çıkaracaktı.
cafe'nin sokağının ilk dirsek yaptığı köşede kalabalık bir polis grubu vardı. demek ki kaçan olursa diye iç sokakları da tutuyorlar diye geçirdi içinden. beş yıl öncesinden çok iyi biliyordu.
dirseği döndü, sokağın diğer ucunda kameralar ve iki tarafta oturan, ayakta duran, konuşan bir kalabalık gördü; demek ki anneler burada toplanıp gidiyorlar caddeye, polisler de o yüzden köşede mevzilenmişler.
annelerin ve destekçilerinin arasından geçerken, uzaktan genç bir adamı gördü; siyahlar içinde, saçları gür ve karışık, yüzü kunt. onu çok iyi tanıyordu. yirmi sene önce, üniversitede asistanlığa başladığının ikinci yılında girdiği dersteki grubunda öğrenciydi o genç adam. dersi bilmem kaçıncı tekrarıydı, o yüzden yaşları az çok yakındı birbirlerine. biraz sarkastik, kendi bildiğini yapmayı isteyen, hatta karşısındaki tıfıl asistana ara sıra bilgiçlik de taslayan ama kesinlikle saygısızlık etmeyen biriydi. sonra onunla okulda hep karşılaştılar, selamlaştılar. sonra o zor da olsa mezun oldu. yıllar sonra babası sokak ortasında, ülkeye sinmiş faşist atmosferin beslediği bir tetikçinin kurbanı oldu.
dönem ortasıydı, asistanlığını yaptığı profesörlerle öğrencilerin projelerine not veriliyordu, telefonuna o en-uzun-süreli-sevgilisi mesaj atmıştı, vuruldu diye. profesörler ağızlarında ah vah'ları geveleyip öğle yemeğine inmişlerdi. onun ise içi acımıştı; diğer cinayetlerde olduğu gibi. çalıştığı üniversiteden cenazeye giden 3-5 kişiden biriydi ama neyse ki cenaze hıncahınç kalabalıktı.
o güzel insanın pisipisine cinayete kurban gidişine ne kadar kahrolsa da, kalabalık içine umut olmuştu ama korkaktı işte; içten içe üzülse de, desteğini ileriki yıllarda sürdüremedi.
ya tanırsa beni endişesiyle gözünü kaçırıp başını eğerek hızla ilerledi sokaktan. o ki; iki hafta önce herkesin hafızasına kazınan fotoğrafın merkezindeydi, yılmamış, yine gelmişti annelere destek vermeye.
o ise utanıyordu; sessiz kaldığı için, onun kadar yürekli, inançlı, ısrarlı olmadığı için.
birazdan evine varmış, müziğini açmış, kahvesinin ısınmasını beklerken cheesecake'ini çatallıyor olacaktı.
labirentvari sokaklarda hızla ilerlerken kendini hamamböceği gibi hissetti. etrafına bakındı; sessizliğine, yüreksizliğine suç ortağı aradı. zorlanmadı, cafelerde oturanlar vardı ya.
birden içinden geri dönmek geçti; geri dönmek ve onun karşısına geçip, beni hatırladın mı demek ve sarılmak, kocaman sarılmak!
20 Eylül 2018 Perşembe
niye "hayatımda gördüğüm herhalde en uyduruk sergi"?
1990 yılında londra'da bir müzik mağazasında ganimet bulmuş gibi sevindiğim ve kucak dolusu aldığım leyla gencer cd'lerinden "macbeth"i koydum şu anda; bir yandan dinliyor bir yandan bu satırları yazıyorum.
geçen hafta blogumda; bu sonbaharda istanbul'da bence kaçırılmaması gereken 5 etkinlik sıralamıştım, aralarında leyla gencer şan yarışması'yla birlikte iksv'nin düzenlediği "leyla gencer - primadonna ve yalnızlık" sergisi de vardı. sergiyi henüz gezmemiştim ama konusu: leyla gencer, küratörü: yekta kara, düzenleyicisi: iksv iştahımı, gezmeden tavsiye edecek kadar kabartmıştı.
dün borusan müzik evi'ndeki sergiye gittim.
ne yazık ki; hayatımda gördüğüm herhalde en uyduruk sergiydi!
şimdi, bu yorumumun gerekçelerini açıklayacağım:
1.
herhangi bir serginin öncelikle mutlaka bir konsepti olur. bu serginin de var: "primadonna ve yalnızlık". küratör yetka kara şöyle yazmış tanıtım yazısında: "... Her gerçek primadonna gibi o parıltılı dünyanın gerisinde, fevlakale yoğun bir çalışmaya, sahnede durmaksızın verilen sınavlara karşı dayanıklı olma çabasına, evde ya da otel odalarında, hep araştırarak, öğrenerek geçirilen yalnız günlere, gecelere dayalı bir yaşam sürdü..."
kara'nın da yazdıklarından görüldüğü üzere, primadonna'lık sözkonusu olunca "yalnızlık" sadece leyla gencer'e özgü bir durum değil.
kara şöyle devam ediyor: "Vatanından, ailesinden, dostlarından, eşinden uzaktaydı. Leyla Gencer'in hayatında her şeyden önce sanatı vardı. Kendini ona adamıştı."
evet, belki her primadonna vatanından leyla gencer kadar ayrı kalmak zorunda kalmamış ama, müzik dünyasında zirvede olmanın büyük fedakarlıklar gerektirdiği, zirvede de ancak yalnız olunabileceği çokça bilinen ve her büyük sanatçı sözkonusu olduğunda sıklıkla dile getirilen bir durumdur, hepimiz biliriz. dolayısıyla daha baştan keşke biraz daha özen gösterip, leyla gencer'e özgü, ancak sadece onu tarif eden "unique" bir konsept bulunsaymış.
2.
serginin mekansal düzenlemesinin, sergilenen objelerin, belgelerin serginin konseptine uygun seçilmesi, bir araya getirilmesi ve tasarlanması gerekir. bu sergide maalesef durum böyle değil.
2a.
leyla gencer'in eşyalarından seçilmiş bir gözlük, bir yelpaze, bir koltuk, iki sehpa, bir ayaklı lamba, bir ayak sehpası, bir piyano, bir sandalye, bir paravan, sayfası açık bir nota kitabı, diğer bazı nota kitapları ve kitaplar.
bütün bu objeler herhangi bir mekana yerleştirilmiş gibi borusan müzik evi'nin giriş katındaki boş mekana serpiştirilmişler. piyano ile paravan birbirlerine yakınlar, koltuk-sehpa-lamba üçlüsü onlardan uzak.
neden bunlar seçilmiş, neden o şekilde yanyana getirilmişler herhangi bir anlam vermek imkansız. kitaplar sehpada üstüste ve yanyana konmuş; alttakilerin hangileri olduklarını görmek mümkün değil, ya da çok zor.
2b.
iki eşya grubunun ortasında; mekana girildiğinde ilk anda fark edilen, serbest hareketi engelledikleri ve en çok onların farkında olunarak hareket edilebildiği için mekan düzenlemesinin en baskın öğeleri mevcut: zemine farklı açılarda yerleştirilmiş dört ekran. mekana girer girmez sizi karşılayan ve dikkatinizi çeken, basmamak için gayret gösterdiğiniz bu ekranlarda ne var diye bakıyorsunuz merakla? dünyadaki çeşitli opera evlerinden fotoğraflar: borusan'ın ertuğ & kocabıyık yayınlarından "palaces of music - opera houses of europa" adlı kitaptan alınma görseller bunlar. kitap da oraya bir köşeye konmuş ayrıca.
sanki sergi o kitabın tanıtımı için yapılmış, leyla gencer bahane! muhtemelen leyla gencer'in sahneye çıktığı operalardan seçilmiş olmalı bunlar ama, bu kadar ön planda ve dikkat çekici olmaları serginin ana öğesinden rol çalmalarına neden oluyor.
2c.
mekanın en gerisinde devlet dairesi grisi renginde, iki tarafından üçer basamakla çıkılan demirden geniş bir platform var. bu da anlamsız çünkü gereksiz. demirci ustası para kazansın diye mi acaba? (biraz sonra bahsedeceğim ekranlardaki görüntüler daha iyi izlensin diye ziyaretçiler bu platforma çıksınlar amacıyla yapıldıysa ise, çok abes; hem korkuluğu yok, hem de ekranlardaki görüntüler zeminden rahatça görülebiliyorlar.)
bu platformun ön yüzünde leyla gencer'in la scala'daki temsillerinin afişleri var. ama düşünün, üç basamak; 50 bilemedin 60 cm eder. o kadar alçağa ve o kadar dar bir alana koyduğunuzda afişlerin hiç bir detayını düzgün bir şekilde görmek mümkün değil. ya da illa da görmek, afişlerin üzerinde leyla gencer'in adını okumak istiyorsanız, tesadüfen ben oradayken gezmekte olan gencin yaptığını yapmalısınız: iki büklüm olmak!
halbuki la scala operası'nın balkonlarına çıkan penceresiz, kapısız seyirci merdivenlerinin her bir duvarı büyük boyutlarda eski afişlerle kaplıdır. eminim arşivinde bu afişlerden tonlarca vardır. la scala'dan 5-10 afiş istenemedi mi? demirciye verilen paraya gelirdi o afişler.
(fotoğraf: la scala operası - milano, mehmet kerem özel, eylül 2015)
2d.
demir platformun arkasındaki duvarda altı ekrandan oluşan üçgen şeklinde, koltuk-lamba-sehpa grubunun arkasındaki duvarda da dört ekrandan oluşan dikdörtgen iki büyük görsel yüzey hazırlanmış. bunlarda fotoğraf, video ve yazılı bilgiler geçiyor.
bütün o fotoğrafları zeynep oral'ın kitaplarında bulmak, videolara youtube'dan, yazılı bilgilere yine oral'ın kitaplarından ulaşmak mümkün.
e o zaman diyorsunuz, bunların biraraya getirilişlerinde bir anlam, bir fikir var. seyrettikçe anlıyorsunuz ki, yok öyle bir şey. üçgen içindeki altı ekranda görüntüler rastgele dolaşıyor; aida temsili videosuna bir ara ikinci sıradaki sol ekranda, sonra üçüncü sıradaki orta ekranda rastlıyorsunuz. leyla gencer'le yapılmış söyleşi videosu da aynı şekilde rastgele dolaşıyor.
bu görüntüler arasında biri sanırım bu sergi için özel yapılmış (hazırlanmakta olduğu ve aralık ayında gösterileceği açıklanan leyla gencer belgeseli için de hazırlanmış, burada kullanılıyor olabilir). videoda bir metronom var ve çubuğunun ucunda da bir göz. leyla gencer'in gözü. metronom düz mantıkla müzisyenler, müzik ve zaman hakkında taşıdığı anlamlar dışında bu sergi için, leyla gencer için, primadonna ve yalnızlık teması için ne anlam işaret ediyor? çok zorlarsam bir şeyler "çıkarırım", ama zorlamayacağım!
3.
serginin bence anlamlı, değerli, leyla gencer'i hissettiğim tek bir öğesi vardı. gözlüğü, yelpazesi falan değil; o gözlük ve yelpaze herhangi birine de ait olabilirlerdi, anneanneme mesela. kitaplar, koltuklar, paravanın üzerine serpilmiş fularlar hiç değil. evet, leyla gencer'in fular kullanmayı çok sevdiğini yaşarken onunla karşılaştığım anlarda ve fotoğraflarından dikkat ettiğim kadarıyla biliyorum, ama fularlar da değil beni etkileyen.
ne mi: piyanonun notalığında açık şekilde yerleştirilmiş nota kitabı. sayfaların üzerine leyla gencer'in kurşun kalemle, kırmızı kalemle aldığı notlarla..
ve borusan müzik evi'nden hayal kırıklığıyla ayrılırken kafamda dolanan sorular:
iksv'nin illa bu sergiyi yapması gerekiyor muydu? zaten ölümünün 10. yılına rastlayan uluslararası şan yarışması ve bu yılı anma nedeniyle hazırlandığı açıklanan belgesel yeterli olmaz mıydı? iksv yöneticileri, kurumlarının mirasçısı olduğu dünyaca ünlü bir sanatçıya bu sergiyi nasıl yakıştırdılar? aşağıdaki fotoğrafı çektirirken hiç mi utanmadılar?
12 Eylül 2018 Çarşamba
Berlin Dans Ediyor
[bu makale 12.09.2018 tarihinde art unlimited'in online versiyonunda yayınlanmıştır. (dergiye şurayı tıkladığınızda ulaşabilirsiniz)]
10 ağustos – 2 eylül tarihleri arasında gerçekleşen Berlin’in yazlık festivali “Tanz im August” (Ağustos’ta Dans) bu yıl 30. yılını kutladı. Avrupa’da yazın düzenlenen dans festivalleri arasında Viyana’nın Impulstanz’ı ve Amsterdam’ın Julidans’ıyla birlikte ilk üç sırada anılan Tanz im August 30. yıl dolayısıyla yükseltildiği söylenen bütçesiyle eski yıllara nazaran daha büyük toplulukları programına alma imkanına ve bu sayede Berlin dışında da daha fazla görünürlüğüne kavuştu. Yaklaşık dört hafta boyunca festivalin ana merkezi HAU (Hebbel am Ufer) salonlarının yanısıra Volksbühne, Deutsches Theater, Haus der Berliner Festspiele gibi Berlin’in çeşitli kurumsal tiyatroları, Sophiensaele gibi dans merkezleri, müzeleri, kentin en turistik noktalarından Postdam Meydanı ve hatta bir mahalle arası futbol sahası; avant-garde ve minimal stüdyo işlerinden, büyük kadrolu ve devasa sahne tasarımına sahip yapımlara, sokaktan tesadüfen geçenleri cezbedip seyircileştiren ücretsiz işlerden, çocuk ve gençlerle kotarılmış çalışmalara birçok gösteriye ev sahipliği yaptılar.
Festival bu yıl Türkiyeli birçok sanatçıyı da kapsıyordu. Türkiye çağdaş dans camiasının duayeni Aydın Teker geçen sezon İstanbul’da seyretme şansına erdiğimiz son işi “Hallo” ile festivaldeydi. Ayrıca, Paris’te yaşayan Bahar Temiz, Berlinli ortağı Felix Mathias Ott’la birlikte icra ettiği “M.A.R.S.” ile, Türkiye çağdaş dansının l’enfant terrible’ı İlyas Odman ise Björn Säfstens’in “Landscapes of I” adlı işinde dansçı olarak festivale konuk oldular.
Son haftasonunda dahil olduğum festivalde Berlin’in kozmopolitliğini yansıtırcasına uluslararası bir seyirci profili vardı; etrafınızda sadece Almanca duyma olasılığınız çok düşüktü. Çoğu gösterilerin biletleri uzun zaman öncesinden tükenmişti; kapıda bilet arayanlar ya da gişedeki bekleme listesine adını yazdıranlar, ve büyük uğraşlar sonucunda bilet bulunca sevinenler festivalin çoşkusunu arttırıyordu. Seyrettiğim yapımların niteliği ise genel olarak yüksekti; bazı minör hayal kırıklıklarına rağmen festivalden tatmin olmuş bir şekilde ayrıldım.
Silvia Gribaudi, “R.OSA_10 Exercises for new virtuosities” ©Laila Pozzo
“R.OSA_10 Exercises for new virtuosities” koreograf Silvia Gribaudi’nin performansçı Claudia Marsicano’yu başka bir çalışma vesilesiyle tanıdıktan sonra, özellikle onun için tasarladığı bir işti. Aslen tiyatro eğitimli Marsicano ünlü ressam ve heykeltraş Fernando Botero’nun eserlerinden fırlamış fiziğiyle, ustaca kullandığı mimikleriyle ve seyirciyle kurduğu sıcak iletişimle herkesi kendisine hayran bıraktı. Marsicano on egzersizin bazısında seyircileri ayağa kaldırıp egzersize dahil etti, bazısında sadece oturduğu sandalyeyi kullandı, bazısında mimikleriyle harikalar yaratırken, bazısında seçtiği üç kelimeyi önce performatifleştirdi sonra da o hareketleri kesip biçip birbirine ekleyerek enfes bir koreografi yarattı.
Felix Mathias Ott & Bahar Temiz, “M.A.R.S.” ©Dajana Lothert
Gribaudi gibi stüdyo mekanının potansiyel teklifsizliğini, seyirciyle kurduğu samimiliği ve yakın mesafeyi kullanan işlerden biri Felix Mathias Ott ile Bahar Temiz’in “M.A.R.S.”ı idi. Yaklaşık 5x5 metreye beyaz kare bir zeminin sınırlarında, bütünüyle gri renkli kostümler içindeki iki dansçı 60 dakika boyunca birbirlerine dolanmış şekilde tek bir varlığa dönüşerek hareket ettiler. İşin strüktürünü okuyabildiğim kadarıyla bu dönüşüm üç aşamada gerçekleşti. İkili önce oldukça rijit, formel, düz, sert açılı ve belli bir matematik içeren kombinasyonlarla yuvarlandılar, ardından zeminin en önüne gelip yüzleri birbirine bakar şekilde ama vücutları birbirinin içeri girmiş olarak otururken aralarındaki resmiyeti ve ilişkilerinin formelliğini bozmaya, adeta flört etmeye başladılar, bu aşamada vurmalı bir çalgı gibi kullandıkları birbirlerinin bedenlerinden çıkan ses de koreografiye dahil oldu. Formelliğin rijitliği ses ile bozuldu sanki. Son aşamada ise; iki bedeninin birbirine teması ve hareketlerinin niteliği organikleşmiş, baştan beri zaten tek bir varlık gibi olan iki beden iyice kaynaşmış, ikili adeta tek bir bütünde hemhalleşmişlerdi. Finalde ışıklar çok yavaşça sönerken, bu tek varlıkta hemhal olmuş iki beden bu sefer beyaz zeminin en arkasından siyah alana, dışarıya taşmış, gözden yitiyordu. Ott ile Temiz’in “M.A.R.S.”ı yalın estetiği ve seyircinin tahayyüllünü tetikleyen soyutluğuyla festivalin benim için en güçlü ve yaratıcı gösterisiydi.
Cie Vero Cendoya (Veronica Cendoya), “La Partida” ©Dajana Lothert
Bu seneki festivalde Katalan koreograflar üç yapımla coğrafi bir alt başlık oluşturacak çoğunluktaydılar. Bunlardan ikisini seyretme imkanım oldu. Maria Muñoz und Pep Ramis’in“The Fifth Winter” adlı işi, gençliklerinden beri birbirini tanıyan iki geçkin insanın karlar altında geçirdiği beş kışı şiirsel ve soyut bir koreografiyle betimliyordu. Atmosferik ses ve müzik, minimal sahne ve ışık tasarımları, ve buhulu sesli Tunuslu şarkıcı Alia Sellami’nin Fransızca seslendirdiği Erri de Luca şiirleri yapıta kendine özgü edebi bir kalite kazandırmasına rağmen, “The Fifth Winter” son tahlilde duygusunu sahneden oditoryuma güçlü bir şekilde geçirebilen bir iş değildi kanımca.
Katalonya’dan konuk olan diğer iş ise, Veronica Cendoya’nın çok ödül almış “La Partida” adlı çalışmasıydı. Cendoya beş kadın dansçı ile beş erkek sporcunun karşılaştığı bir futbol maçı simülasyonu üzerinden tartışmaya açtığı cinsiyet, maçoluk, kadın hakları, iktidar ve rekabet gibi ciddi temaları keyifli ve komik bir dille ele aldığı bu işiyle mahalle arasındaki bir halı saha etrafına topladığı her yaştan seyirciye eğlenceli olduğu kadar düşünsel anlar da yaşattı.
fABULEUS & Michiel Vandevelde (Michiel Vandevelde), “Paradise Now (1968-2018)” ©Kurt van der Elst
Belçikalı Michiel Vandevelde’nin 14-23 yaş arası 13 gençten oluşan fABULEUS topluluğuyla sahnelediği “Paradise Now (1968-2018)” ise, The Living Theatre’ın 1968 tarihli ve aynı adlı devrimci işine 50 yıl mesafeden bakan bir çalışmaydı. Vandevelde’nin aradaki 50 yılın her biri için o yılı temsilen seçtiği ikonik görsellerin 13 performansçı tarafından 2018’den geriye doğru hızlaca arka arkaya gerçekleştirilmesiyle fişek gibi başlayan gösteri; “Paradise Now”un hızlı bir tempoyla tekrarlanması ve bu sefer aynı 50 görselin arka arkaya daha da hızlıca oluşturulmasıyla tamamlandı. Son bölümde ise seyirciler kapkaranlık sahnede yatmaya davet edildiler, ve bu sırada dansçı gençler mikrofonu kendi aralarında elden ele gezdirerek sırayla günümüzün toplumsal, ekonomik ve politik coğrafyasıyla ilgili düşüncelerini paylaştılar. Özellikle genç dansçıların seyirciyi kendilerine hayran bırakan üstün ve dinamik performanslarıyla öne çıkan “Paradise Now (1968-2018)” enerjik, sorgulayıcı ve cesaretli bir işti.
Tanztheater Wuppertal Pina Bausch (Alan Lucien Øyen), “Neues Stück II” ©Mats Bäcker
Festivalin hiç kuşkusuz merakla beklenen işi, aynı zamanda kapanış gösterisi olarak lanse edilen, ünlü Tanztheater Wuppertal Pina Bausch topluluğunun repertuvarına girmiş en yeni yapıttı. Dans tiyatrosu türünde yetkin ürünler vermis ve, İstanbul Tiyatro Festivali’ne de 1998-2003 yılları arasında üç farklı yapıtıyla konuk olmuş olan ünlü koreograf Pina Bausch’un 2009’daki ani vefatından sonra topluluk ilk defa geçtiğimiz 2017-2018 sezonu sonunda 15 gün arayla Bausch dışındaki iki koreografın bir akşamı bütünüyle dolduran uzun metraj işlerinin prömiyerlerini gerçekleştirmişti. Bunlar; Yunan sanatçı Dimitris Papaionnaou’nun “Seit sie” (Ondan beri) adlı işi ile Norveçli genç koreograf Alan Lucien Øyen imzalı “Neues Stück II” (Yeni Yapıt II) idi. Mayıs ve hazirandaki prömiyerler ve, Amsterdam ve Oslo turnelerinden sonra ayağının tozuyla Tanz im August’a konuk olan Tanztheater Wuppertal Pina BauschBerlin’de Øyen’in herhangi bir başlık vermediği, Bauschvari bir tavırla sadece “Neues Stück II” (Yeni Yapıt II) olarak anılan işini sahneledi.
Bausch yaşarken hiç bir yapıtını seyretmediğini, hayatında ilk defa ve canlı olarak bir Bausch yapıtını Tanztheater Wuppertal Pina Bausch ile çalışacağı kesinleşince 2016’da Paris’te (1986 tarihli “Viktor”u) seyretmiş olduğunu söyleyen Alan Lucien Øyen’in ara dahil 210 dakikalık işi biçimsel olarak Pina Bausch’un tarzını oldukça andırıyordu. İsimsiz olma halinin yanısıra; görkemli ve aynı kalmayarak dönüşen sahne tasarımı, birbirine bağlanmayan küçük hikayeler ve durumlar, seyirciyle birebir kontağa giren dansçılar, her bir dansçıya alan açan sololar, çok basit hareketlerden oluşan bir–iki topluluk dansı, üç saatlik geniş bir süre, çeşitli müzisyen ve şarkıcıların parçalarından oluşan kolaj müzik, gece kıyafetleri, tebeşir kullanımı, melek kanatları… İçerik olarak da Øyen’in işinin anatemaları yine Bausch’un bir çok işinde karşımıza çıkan iki temaydı: ölüm ve hasret. Fakat Bausch ele aldığı temaları sahneye ve koreografiye tercüme ederken hiç bir zaman eskimeyecek şekilde soyutlayarak kurgularken ve eğer söz kullanıyorsa olabildiğince tutumlu (örneğin sadece kelimeler veya kısa cümleler halinde) davranırken, Øyen’in figürlerinin (16 kişiydiler) neredeyse hepsi sahnede birer ölüm hikayesi anlattı; annelerin, babaların, kardeşlerin, en yakın arkadaşın babasının ölümleri; ya da birebir ölüm/intihar anı canlandırdı.
Hem uzun süresi hem de anateması nedeniyle kolaylıkla depresif olabilecek ve seyirciyi bunaltabilecek yapıt neyse ki Øyen’in her bir ölüm hikayesinin veya canlandırmasının hemen ardından komik veya absürd bir durum kurgulaması sayesinde hafiflemişti; gösteri boyunca bolca gülündü, gülümsendi, bazen komikten ziyade ironikleşen hallere de olsa.Øyen’in Bausch’unkilerden ayıran başka bir özellik ise, sahne ve kostüm tasarımının belli bir tarihi döneme (1950’lerden 1970’lere) referans vermesiydi. Halbuki Bausch’un işlerinde ne sahne tasarımı ne de kostümler, başka bir dönemi bırakın, ortaya çıktığı dönemi bile (örneğin 70’leri veya 80’leri) tarif eder; zamansızdır. Dolayısıyla Øyen’in yapıtının Bauschvari olmayan özellikleri aslında onun zayıf taraflarıydı. Bauschvari tarafları ise kopya hissi yaratmasa da öykünmeden ileri geçemiyor, derine inemiyordu. Yine de garip bir şekilde Øyen’in bu retro hisli melankolik yapıtının tarif edilemez bir cazibesi yok değildi. Øyen sinemasal bir akıcılıkla bazen ilginç bazen içli bazen yaratıcı bazen de hayranlık uyandırıcı bir çok küçük fikri bir mücevherci titizliğiyle biraraya getirerek büyük bir puzzle oluşturmuştu; her ne kadar seyirci olarak 210 dakikalık iş bittiğinde puzzle’a hala yukarıdan ve bütünsel bakamıyor, hala parçaların kıvrımlarında hapis kalıyor ve kaybolmaya devam ediyor olsanız da. Øyen’in yapıtının en parlak tarafı ise topluluğa yeni katılmış iki erkek dansçıyı keşfetmekti. Jonathan Fredrickson ile Douglas Letheren hem yapıt boyunca ilki iki, ikincisi üç kere sahne aldıkları farklı hareketlerden oluşan sololarında hem de birlikte dans ettikleri duoda akşamın enerjisini ve özellikle de koreografik kalitesini yükselttiler.
Tanz im August 30. yıl dolayısıyla edindiği geniş ödenek sayesinde Berlin’lileri eski yıllardan alışık oldukları gibi ağırlıklı olarak yeni ve yükselen koregorafların avant-garde stüdyo işlerinin yanısıra; Tanztheater Wuppertal Pina Bausch, Lyon Opera Balesi, Company Wayne Mc Gregor, Compagnie Kaefig ve Grupo de Rua gibi geniş kadrolu toplulukların sahnelediği büyük bütçeli yapımları seyretmeye alıştırdı. Bakalım önümüzdeki yazki 31. yılın programında çıta aynı seviyede kalabilecek mi?
2018 sonbaharından 5 öneri
blogumu takip eden ve post'larımın altına yorumlarını paylaşan -neredeyse- tek kişinin, hayal kahvem'in geçenlerde yanlış anlama sonucunda da olsa, bir ricası oldu: sezondan 5 etkinlik önermemi istedi.
istanbul'da gösteri sanatları mekanlarının programları yurtdışında olduğu gibi önceki sezonun sonunda veya yaz başında açıklanıp, sezonluk abonman biletleri satışa çıkmıyor (istanbul'da abonman bilet satan tek etkinlik borusan istanbul filarmoni orkestrası). ödenekli ve özel tiyatroların, klasik müzik ve diğer türlerde sanatçıları ve toplulukları misafir eden kurumların programları genellikle son dakikada açıklanıyor. şimdi hele bir de dövizin ani yükselişiyle birlikte, belki bir çok konser ve etkinlik daha açıklanmadan iptal olacak.
şehrimizin kültür-sanat hayatı için yadırganmayacak bir şekilde şu ana kadar ne işsanat'ın, ne cemal reşit rey konser salonu'nun, ne istanbul devlet senfoni orkestrası'nın, ne babylon'un, ne kukla festivali'nin, ne atta gençlik ve çocuk oyunları festivali'nin programları açıklandı; açıklayan da ağırlıklı olarak sadece eylül-ekim programını açıkladı. bu nedenle istanbul'da sezon başlamadan sezonun geneline bakıp konser ve yabancı gösteri önerilerinde bulunmak çok zor.
tiyatro, dans ve opera önerilerinde bulunmaksa yapımları seyretmeden yapmayı tercih etmediğim bir şey çünkü kağıt üzerinde vaatkar bulduğum ve bana heyecan veren pek çok yapımı seyredince genellikle hayal kırıklığına uğruyorum. isterseniz geçen sezonki değerlendirme listeme bakıp, devam eden yapımlardan merak ettiklerinize gidebilirsiniz.
ezcümle şu ana kadar açıklanmış sonbahar ayları etkinliklerinden 5 önerim şunlar:
2018'in bu son konserine ise; hem goetzel'in yedi tül dansı'yla yapacağı kıvraklıkları görmek, hem borusan filarmoni'nin başka dört orkestrayla birlikte labéque'ler için çağdaş bir besteciye ısmarladığı yapıtın prömiyerine tanık olmak, hem de yeni yıla girmeden önce beethoven'in en çoşkulu senfonisiyle havalanmak için mutlaka gidilmeli.
istanbul'da gösteri sanatları mekanlarının programları yurtdışında olduğu gibi önceki sezonun sonunda veya yaz başında açıklanıp, sezonluk abonman biletleri satışa çıkmıyor (istanbul'da abonman bilet satan tek etkinlik borusan istanbul filarmoni orkestrası). ödenekli ve özel tiyatroların, klasik müzik ve diğer türlerde sanatçıları ve toplulukları misafir eden kurumların programları genellikle son dakikada açıklanıyor. şimdi hele bir de dövizin ani yükselişiyle birlikte, belki bir çok konser ve etkinlik daha açıklanmadan iptal olacak.
şehrimizin kültür-sanat hayatı için yadırganmayacak bir şekilde şu ana kadar ne işsanat'ın, ne cemal reşit rey konser salonu'nun, ne istanbul devlet senfoni orkestrası'nın, ne babylon'un, ne kukla festivali'nin, ne atta gençlik ve çocuk oyunları festivali'nin programları açıklandı; açıklayan da ağırlıklı olarak sadece eylül-ekim programını açıkladı. bu nedenle istanbul'da sezon başlamadan sezonun geneline bakıp konser ve yabancı gösteri önerilerinde bulunmak çok zor.
tiyatro, dans ve opera önerilerinde bulunmaksa yapımları seyretmeden yapmayı tercih etmediğim bir şey çünkü kağıt üzerinde vaatkar bulduğum ve bana heyecan veren pek çok yapımı seyredince genellikle hayal kırıklığına uğruyorum. isterseniz geçen sezonki değerlendirme listeme bakıp, devam eden yapımlardan merak ettiklerinize gidebilirsiniz.
ezcümle şu ana kadar açıklanmış sonbahar ayları etkinliklerinden 5 önerim şunlar:
hamlet - collage, robert lepage
22-23 kasım 2018
bence 22. istanbul tiyatro festivali'nin en önemli konuğu robert lepage; dünya tiyatrosunun uzun yıllardır mihenk taşlarından biri olan, sahneye koyduğu yapımların sadece biçimiyle, sadece mizanseniyle değil, içeriğiyle de yoğun bir şekilde uğraşan çok özel bir tiyatro insanı. onun hakkında blogumda bir çok paylaşım yaptım. ondan seyrettiğim hiç bir yapım beni hayal kırıklığına uğratmadı. lepage'ı daha iyi tanımak isterseniz, onunla yapılmış bir söyleşi-kitaptan yaptığım çeviriyi tavsiye ederim, şu linke tıklamanız yeterli.
borusan istanbul filarmoni orkestrası, katia & marielle labéque, sascha goetzel
20 aralık 2018
borusan filarmoni'nin bu sezonki programı bana göre müthiş, ancak sezonunun ikinci yarısındakiler, yani 2019'dakiler çok daha heyecan verici; 12 konserden 9'u 2019'da zaten. 2018'de istanbul'da sadece üç konser verecekler, çünkü aralık ayında avrupa'nın -bu sefer gerçekten- çok önemli konser salonlarına konuk olmak üzere turneye çıkacaklar.2018'in bu son konserine ise; hem goetzel'in yedi tül dansı'yla yapacağı kıvraklıkları görmek, hem borusan filarmoni'nin başka dört orkestrayla birlikte labéque'ler için çağdaş bir besteciye ısmarladığı yapıtın prömiyerine tanık olmak, hem de yeni yıla girmeden önce beethoven'in en çoşkulu senfonisiyle havalanmak için mutlaka gidilmeli.
tarkovsky quartet
22 ekim 2018
iyi bir caz dinleyicisi olduğumu iddia etmiyor olsam da, akbank caz festivali'nin 28 yıldır çizgisini düşürmeden ve caza bakışını sulandırmadan devam eden istanbul'un tek damardan caz festivali olduğunu iddia edebilirim. ama dediğim gibi modern caza pek meraklı olmadığım için, her sene en fazla 2-3 konser ilgimi çekiyor akbank caz'da. tarkovsky quartet'in ise hiç bir albümünü dinlemedim, programa göz atana kadar da bu quarteti tanımıyordum bile. ama dört üyesinin adlarını okuyunca, üçünü diğer albümlerinden çok iyi tanıdığımı ve yaptıkları müzikleri çok ama çok sevdiğimi fark ettim: françois couturier, anja lechner ve jean-louis matinier bu sanatçılar. dolayısıyla bu konserden beklentim ve heyecanım çok yüksek!
celui qui tombe
11 kasım 2018
fransız kültür merkezi 1990'lı yıllarda her sezon bir-iki enfes gösteri sanatları işi getirirdi istanbul'a. uzun zamandır bu alışkanlığı bırakmışlardı, bu sezon muhteşem bir dönüş yaptılar: fransızların son yıllarda ünü gittikçe artan yeni-sirk/performans/dans sanatçısı yoann bourgeois'nın eski tarihli ama klasikleşmiş bir işini getiriyorlar:"celui qui tombe". bourgeois geçen sonbaharda paris odeon katedrali'nde bir ay boyunca sergilediği üç yere-özgü işiyle büyük övgü aldı, bu hafta başında paris'te açılan yeni gösteri mekanı la scala'ya özel hazırladığı ve bir ay boyunca sahnelenecek açılış gösterisine imza attı. "celui qui tombe" kesinlikle kaçırılmamalı!
9. leyla gencer şan yarışması final konseri
28 eylül 2018
gerçekten uluslararası başarı ve saygınlık kazanmış ender şancılarımızdan leyla gencer ne şanslıyım ki son yıllarında da olsa konserlerini izleyebildiğim, bir keresinde aya irini'nin kulisine gidip imza aldığım çok büyük bir sanatçı. bu yıl onun 10. ölüm yıldönümü. iksv biraz tökezleyerek de olsa onun adına, o hayattayken başlattığı şan yarışmasını düzenlemeyi sürdürüyor. şimdilerde dünya opera dünyasında yer alan nice yetenek leyla gencer şan yarışması'nda keşfedildi; biz istanbul seyircisi bu yarışma sayesinde dünyanın en ünlü opera kurumlarında sahneye çıkan şancılara, kariyerlerinin başlangıcında tanık olduk. işte yine elimizde böyle bir imkan var, kaçırmamak lazım. şehrimizde, hatta ülkemizde düzenlenen en prestijli uluslararası yarışma; seyirci olarak desteklemek lazım!