yağmur ince ince çiselerken vardım wuppertal-barmen operası’na. şehri iki yanından saran vadiye gri bulutlar çökmüştü; fırtına yoktu, şiddetli bir yağmur da; ama etraf sisli, puslu, buğuluydu; gri, gıpgriydi.
koltuğuma oturdum; sahne karanlık, boştu; en arkada belli belirsiz bir karaltı, bir yüzey seçiliyordu.
salonun ışıkları söndü, sahnede önce o yüzey aydınlandı. sahnenin en gerisinde, portal hizasının çok yukarısına kadar yükselen, neredeyse sonunun gözükmediği devasa bir yeşil duvardı bu. bir kayalık; girintileri çıkıntıları olan; üzeri bütünüyle yosun tutmuş, yer yer bitkiler fırlamış; üzerinden ince ince sular akıyor; şıpır şıpır sesi geliyor.
bu şıpır şıpır su sesi bütün birinci perdeye eşlik edecek.
ne zaman 75 dakika geçti, dansçılardan biri “es ist pause” (ara) dedi, sahnenin yanlarına teknisyenler girdiler, arkadaki yeşil duvara halatlar taktılar; önde dansçılar gösteriye devam ederken, devasa yeşil duvar yerden hafifçe havalandı, iki yandan halatlarla öne doğru çekilip alt arka köşesi zemine oturtuldu ve yavaş yavaş ön tarafı öne çekilirken arka tarafı aşağıya indirildi. yaklaşık on dakika sonra birinci perde “gerçekten” bittiğinde, düşey yeşil duvar artık yatay yeşil bir zemindi.
ertesi sabah waldfriedhof’taydım. malum ziyaretimi yaparken, mezarın etrafındaki taşların üzerindeki yosunlar dikkatimi çekti. dün akşam sahnede hüküm süren yeşil yüzeye ne kadar benzediklerini düşündüm. “tesadüfün bu kadarı” geçti içimden.
mezarlıktan çıkıp, bu sefer şehrin diğer yamacındaki waldfrieden heykel parkı’na gittim. wuppertal’a daha önce defalarca gelmiş olmama rağmen, “pina” filmi sayesinde haberdar olduğum bir yerdi burası. hani filmde cam fanus gibi bir mekanın içinde geçen iki sahne vardır; birinde kırmızılı bir kadın bir erkeğe dolanır durmadan, diğerinde kabus gören bir erkek sonunda başka bir erkeğin kollarına atar kendini; işte o iki sahnenin çekildiği ultra modern cam pavyondan, art nouveau tarzındaki villa herberts’den ve ağırlıklı olarak tony cragg’in büyük boyutlu heykellerinin sergilendiği ormanlık bir alandan oluşan bir park burası.
parkta dolaştıkça; duvarlarda, ağaçların gövdelerinde, yürüme yollarının kılcal çatlaklarında, parke taşlarının üzerinde yosunlaşmış yeşil tabakayı farkettim hayretle.
pina bausch’un “wiesenland”ı adeta bütün bir gün bana eşlik etti, şehirde mihmandarım oldu.
o günün akşamında barmen operası’nda “wiesenland”ı ikinci kere seyretmeye oturduğumda, yapıtı bir akşam önce seyretmiş olmamın getirdiği aşinalığın ötesinde, günboyu peşimi bırakmayan yosun yeşili örtünün etkisiyle olsa gerek, hiç yabancılık çekmedim; sanki şehrin doğalı, şehrin doğası bütün gün beni takip edip, peşimden opera binasına sızmış, sahneyi işgal etmişti. “edebiyat" bir yana; “wiesenland”ı wuppertal’de mart ayında izlemenin keyfi bir başkaydı; katmerliydi...
peki, “wiesenland” nasıldı? o izlenimlerim de bir sonraki yazıya…
Sayende Polonya ve Wuppertal görmek istediğim yerlerin en önündeler...
YanıtlaSil