on soruluk sohbetler 124: Max Diakok



Bu yıl yedinci yaşını kutlayan İstanbul Fringe Festival, Uluslararası Performans Sanatları Festivali eski edisyonlarında olduğu gibi yine dans, performans ve tiyatro gösterilerinin yanı sıra atölye çalışmaları, söyleşiler ve partilere ev sahipliği yapacak. 19-27 Eylül tarihleri arasında İstanbul’un iki yakasındaki 15 farklı mekanda 10 yerli ve 10 uluslararası gösteriye ev sahipliği yapacak olan festival, katılımcılarına disiplinlerarası ve çok kültürlü bir program sunacak. Yurtdışından İspanya, Kanada, İsviçre, Filistin, Slovenya, İtalya, Kıbrıs ve Belçika’dan gösteriler ağırlayacak olan festivalin uluslararası gösterilerinden ikisinin yaratıcılarını On Soruluk Sohbetler dizimize dahil ettik.

Fransa’dan Masonn adlı gösterisiyle festivalde yer alacak koreograf Max Diakok. Guadeloupe asıllı dansçı ve koreograf Diakok, 1978'de ileri seviyede judo çalışırken, geleneksel bir dans biçimi olan Gwoka’yı keşfetti. Diakok ilerleyen yıllarda Fransa - Toulon’da modern caz, modern ka, klasik ve çağdaş dans eğitimleri aldı ve Paolo Campos, Germaine Acogny, Jean François Durouré, Pierre N'Doumbé, Christian Bourigault ve Norma Claire gibi koreograflarla, Théâtre de l'Air Nouveau'dan Luc Saint-Éloy ve Jean Michel Martial gibi tiyatro yönetmenleriyle çalıştı. Diakok 1996 yılında Paris’in banliyölerinden Saint-Denis’de kendi dans topluluğu Compagnie Boukouso’yu kurdu. Yeni hareket biçimleri arayışını aklında tutarak ve diğer teknik araçları edinmeye istekle, yapıtlarında Gwoka hareket dağarcığını kullanmaya devam ederken, öncelikle çağdaş dans, Afrika dansı ve yoga, buto ve kontakt gibi beden tekniklerine odaklanan Max Diakok 2015 yılında Fransa’da Sanat ve Edebiyat Şövalyesi ünvanına layık görüldü. Diakok’un topluluğu Compagnie Boukouso festival kapsamında 25 Eylül 2025’te Zorlu PSM %100 Stüdyo’da Masonn adlı gösteriyi sahneleyecek. 

1. Performansın özü sizce nedir?
Hem bir doluluk hem de bir boşluk halidir. Doluluk çünkü sanatçının içsel varlığı; beden farkındalığı ve çeşitli deneyimlerin hafızası gibi temel yükleri taşımalıdır. Boşluk ise uyum sağlama, önyargısız bir şekilde şimdi ve burada olma yeteneğidir.
Bu, kişinin kendisiyle, mekanla, müzikle/zamanla ve potansiyel partnerleriyle bütünsel bir bağ kurmasını gerektirir.
Bu varoluş, bizi Enerji’ye bağlayan nefes ve Dünya'ya bağlayan topraklanma yoluyla elde edilir.

2. Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Bana göre sanat, dönüşüm için önemli bir araçtır. Bu, gittikçe artan öz-bilgiden; düşünceler ve duygular da dahil olmak üzere, somut bedenden onu hayata geçiren ince enerjiye, kişinin varlığının tüm bileşenlerinin bilgisinden ayrılamaz.
Dahası, sanatsal yaratım iki zihnin iş birliğini gerektirir.
Bu öz-bilgi, öz saygının temelidir. Sanatsal bir şekilde konuşmaya cesaret etmek, ister ailevi ister toplumsal olsun, kişinin kendini bağlarından kurtarma yolunda attığı ilk adımdır.

3. Bir yapıt üzerinde çalışırken size hangi kaynaklar ilham veriyor? Rüyalar yapıtlarınızda rol oynuyor mu?
Bir yapıt için ilk fikir; insanların hareketlerini, yürüyerek veya koşarak yarattıkları ritmi, hareketlerinin geometrisini ve bende uyandırdığı duyguları gözlemlemekten gelebilir. Bu ilk taslak, okumalarla beslenebilir. Tıpkı 2014 yılında yarattığım, dünyayı ve zamanla ilişkisini sorgulayan ve bizi yavaşlamaya ve içsel bir yolculuğa çıkmaya davet eden Depwofondis (De profundis mezmurundan esinlenen bir kelime) adlı yapıtımda olduğu gibi. Metroda veya sokakta ortaya çıkan hareket ve ifadelerden ilham aldıktan sonra, Fars şair Feriduddin Attar'ın Kuşların Konferansı'nı ve David Le Breton'un Yürümeye Övgü kitabını okudum. Bu okumalar, yapıtı bir başlangıç yolculuğu tarzında geliştirmemi sağladı. Benzer şekilde, Poulbwa! (Termitlere dikkat!) yapıtımda tüketim toplumu, tüketici bağımlılıkları ve reklamcılıkla ilgili imgelerden esinlenmiştim.
Öte yandan, 1996'da yarattığım ilk oyunum Driv (Yürüyüş)’ün fikri, Fransa’ya yeni taşınmış biri olarak yaşadığım hayal kırıklıklarından doğdu. Guadeloupe'nin tarihini, özellikle de kölelik geçmişini vurguluyor ve dul köleler ile davul virtüözü Vélo gibi karakterleri sunuyordu. Bu yapıtta ikonografik öğelerden ve Etiyopyalı yönetmen Haïle Gerima'nın Sankofa adlı filminden ilham almıştım.
Masonn (Duvarlar)'a gelince, süreci tetikleyen şey, göçmenler hakkındaki medya tartışmaları ve iki Martinikli yazarın (Patrick Chamoiseau ve Edouard Glissant) "Duvarlar Yıkıldığında" başlıklı çağrısıydı. Bu kitap, Ulusal Kimlik Bakanlığı kurma projesine bir yanıttı.
Son olarak, ilham kaynağı ne olursa olsun, her zaman şiirsel bir filtreden geçer. Bu, alegorik bir dil hayal etmek için birinci derecenin ötesine geçtiğim bir mesafelenme aşamasıdır. Dolayısıyla rüyalar benim ilham kaynaklarımdan biri değil, ama hayal kurmak bana bu şiirsel dili görme fırsatı veriyor.

4. Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
Başlık genellikle en son akla gelen şeydir. Genellikle provalar sırasında ilk başlık ortaya çıkar, ancak oyun gelişir ve o kadar belirginleşir ki, başka bir başlığı dayatır. Asıl sorun, prodüksiyon ekibinin çeşitli kurumlara veya mekanlara sponsorluk veya gösterim tarihi almak amacıyla başvurabilmesi mümkün olduğunca fazla veriye ihtiyaç duymasıdır. Başvurular çoğu zaman, oyun tamamlanmadan, hatta provalar başlamadan önce gönderilir. Böyle durumlarda, bunun geçici bir başlık olduğunu belirtiriz.

5. Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz sanatçı veya kişiler var mı? Eğer varsa, kimler?
Sanatımı en çok etkileyen belirli bir sanatçı olduğunu söyleyemem. Ancak en başından beri, benden yaşça büyük diğer sanatçı örnekleri aracılığıyla, nasıl bir yol izlemem gerektiğine dair bir fikrim oldu. Ve bu yol, Batı standartlarından bir kopuştu. Bu, mütevazı koşullarda yaşayan insanlardan ve özellikle kırsal kesimden gelen insanlardan ilham alan bir teatrallik ve jestler keşfeden Théâtre du Cyclone adlı bir tiyatro topluluğu aracılığıyla gerçekleşti.
Ayrıca, modern Gwoka'nın kurucu babası olan, kölelerin sürgününden bu yana müzik tarihimizden miras kalan bu atonal ve modal gamla kendini ifade etmeyi seçen ve eşit mizaçlı gamlara dayanmayan bir müzisyen olan Gérard Lockel da var. Her iki durumda da dolaylı bir etki olsa da, bu örnekler, herkes için geçerli tek bir norm olarak algılanan bir evrenselliğe takılıp kalmamak için estetik melezliğin gerekliliğini anlamama yardımcı oldu. Kariyerinizin başlangıcında, kendinizi eğitmeniz ve kanıtlamanız gerektiğinde bu kolay değildir. Çok daha sonra, Butoh dansı, özellikle de koreograf Ushio Amagatsu'nun Sankaï Juku topluluğu sayesinde bir aydınlanma yaşadım. Yere serilmiş bedenlerini, içe dönük bacaklarını görünce, bazı Gwoka danslarıyla hemen bir paralellik hissettim.

Sohbetin devamını okumak için tıklayın.

18 Eylül 2025 Perşembe

on soruluk sohbetler 123: Patrick Blenkarn & Milton Lim (asses.masses)

Fotoğraf: Frank Sperling

Bu yıl yedinci yaşını kutlayan İstanbul Fringe Festival, Uluslararası Performans Sanatları Festivali eski edisyonlarında olduğu gibi yine dans, performans ve tiyatro gösterilerinin yanı sıra atölye çalışmaları, söyleşiler ve partilere ev sahipliği yapacak. 19-27 Eylül tarihleri arasında İstanbul’un iki yakasındaki 15 farklı mekanda 10 yerli ve 10 uluslararası gösteriye ev sahipliği yapacak olan festival, katılımcılarına disiplinlerarası ve çok kültürlü bir program sunacak. Yurtdışından İspanya, Kanada, İsviçre, Filistin, Slovenya, İtalya, Kıbrıs ve Belçika’dan gösteriler ağırlayacak olan festivalin uluslararası gösterilerinden ikisinin yaratıcılarını On Soruluk Sohbetler dizimize dahil ettik.

Festival kapsamında 20 Eylül 2025, Cumartesi ve 21 Eylül 2025, Pazar günlerinde İstanbul’un en taze gösteri sanatları mekanı Paribu Art’ta deneyimlenecek sekiz saatlik bir “baştan sona canlı seyirci kitlesi tarafından, tek tek oynanmak üzere tasarlanmış özel video oyunu” olan asses.masses’in yaratıcıları Patrick Blenkarn ve Milton Lim; sanatın toplumsal değeri, dijital emek ve oyunların politik potansiyeli gibi öncelikli soruları araştıran kavramsal bir sanatçı ikilisi. Performans, felsefe, psikoloji ve dijital medya alanlarındaki geçmişlerini harmanlayan ikili; video oyunları, katılımcı yerleştirmeler, dijital arşivler ve kart oyunları tasarlıyorlar. Bunlardan bazıları: videocan, Kanada ulusal performans video arşivi ve culturecapital, performans sanatları ekonomisine dair bir kart oyunu. İşsiz bir eşek sürüsünün, işlerini geri almaya çalışırken, işten çıkarıldıkları endüstri sonrası toplumunun tehlikeleriyle mücadele etmelerinin yaklaşık sekiz saatlik destansı hikayesini konu alan asses.masses İstanbul Fringe Festival’deki Türkçe versiyonundan önce A.B.D., Kanada, Arjantin, Meksika, Birleşik Krallık ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerindeki önemli festivallerde İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, İtalyanca, Flamanca ve Katalanca dillerinde oynandı. asses.masses’in önümüzdeki aylardaki yeni prömiyerleri arasında Güney Kore’de Korece ve Porto’da Portekizce versiyonlarını sayabiliriz. Şimdi sözü, tıpkı bir video oyunu gibi paslaşmalı cevaplarıyla, sorularımızı yaratıcı ve eğlenceli bir şekilde yanıtlamış olan Patrick Blenkarn ve Milton Lim’e bırakıyoruz.

1. Performansın özü sizce nedir?
Milton: Özü muhtemelen insanların neden bir araya geldiği fikri ile buluşmanın samimiyeti arasında bir yerde.
Patrick: Katılıyorum. Ama çok farklı performans biçimleri ve onları gerçekleştiren farklı insanlar var. İlk zamanlarında asses.masses, birçok insanın performansın video oyunlarını içermemesi gerektiğini düşündüğünü defalarca kanıtladı.
Milton: Açıkçası, bu insanlarla aynı fikirde değiliz.
Patrick: Katılıyorum.

2. Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Patrick: Evet. Sanatçılar üzerinde nasıl yapıldığına ve seyirciler üzerinde nasıl deneyimlendiğine bağlı olarak.
Milton: Ve sanatsal ve politik olarak neyin mümkün olduğuna dair daha geniş kültürel tahayyülde. Patrick: Sanatın beni değiştirdiğini hissediyorum.
Milton: Aynı, aynı.
Patrick: Ama her zaman değil elbette.
Milton: Hayır, her zaman değil, çok doğru... Peki ya şu an?
Patrick: Bir nevi?

3. Bir yapıt üzerinde çalışırken size hangi kaynaklar ilham veriyor? Rüyalar yapıtlarınızda rol oynuyor mu?
Milton: Maalesef rüyalarımı hatırlamıyorum.
Patrick: Ben de rüyalarımı hatırlamıyorum. Bu yüzden hayalperestlerden daha çok çalışmamız gerekiyor; daha çok kitap okumalı, daha çok film izlemeli, daha çok oyun oynamalıyız.
Milton: Yine de bir proje yaparken mümkün olduğunca çok kaynak materyali özümsemeye çalışıyoruz. asses.masses'te sinema, edebiyat, performans ve tabii ki video oyunlarında sayısız referans göreceksiniz; George Orwell'in Hayvan Çiftliği'nden Final Fantasy'ye, masallara ve dünyanın dört bir yanından kadim metinlere kadar her şey. Proje üzerinde beş yıl çalıştık, yani... İlham listesi uzun.

4. Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
Milton: Çok erken. Biz başlıklara önem veririz.
Patrick: Evet. asses.masses'ı Theodor Lessing'in "Asses and Masses" adlı makalesinden uyarlayarak aldık ve bir daha bırakmadık.
Milton: Sanırım bir arka taraf, kaba et veya popo ile ilgili bir şaka var. Ama bunu okuyucuların hayal gücüne bırakıyorum. #katılımcı

5. Sanatınızı en çok etkilediğini düşündüğünüz sanatçı veya kişiler var mı? Eğer varsa, kimler?
Patrick: asses.masses gibi büyük ve çok yönlü bir çalışmada, sizi etkileyen bir çok şeyden yararlanma fırsatı bulduk.
Milton: Evet, ama "en" demek benim için gerçekten zor. Aynı, "en iyi arkadaş" seçmekte nasıl zorlanıyorsam.
Patrick:
Milton: Patrick, bunu konuşmuştuk. Sen de onlardansın.

Sohbetin devamını okumak için tıklayın.

Müzede Sahne 2025’in sunduğu “Karşılaşmalar” ve bana çağrıştırdığı “Ötesi”


 
Müzede Sahne'yi beklerken 
(Sakıp Sabancı Müzesi, 4-7 Eylül 2025) © Mehmet Kerem Özel

2017 yılından beridir ağustos aylarının bir uzun hafta sonunda, gösteri sanatları alanında kah geride kalan sezonun son, kah gelmekte olanın ilk etkinliği olarak öne çıkan Müzede Sahne bu sefer de sıradan seyirciden, eleştirmenlere, tiyatro profesyonellerinden öğrencilerine bu alanla ilgilenen geniş bir kesimi mest etti. Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nin, Sabancı Vakfı desteğiyle 4-7 Eylül 2025 tarihleri arasında düzenlediği bu yılki Müzede Sahne’nin sanat yönetmeni, son iki yıldır olduğu gibi yine tiyatro yönetmeni, eleştirmeni ve oyuncusu Ayşe Draz idi.

Farklı kotlardaki bahçesi, Atlı Köşk’ün önü, Fıstıklı Teras’ı, The Seed’in balkonu, kafesinin terasıyla Emirgan sahilindeki Sabancı Müzesi dört gün boyunca, çocuklar için olanlar hariç, hepsi açık havada gerçekleşen etkinliklerle adeta kamusal bir vahaya dönüştü. Kamusal diyorum çünkü, Ayşe Draz’ın bu yılki edisyonuna “Karşılaşmalar ve Ötesi” başlığını verdiği ve adeta bir mini festival, şenlik, panayır gibi ele aldığı Müzede Bahçe birçok ücretsiz etkinlik de barındırıyordu. Draz, perşembe-cuma günleri 17:00-19:00 arasında genç tiyatro-performans ekiplerini davet ederek onlara alan açtığı Bahçede Karşılaşmalar’da seyircileri ücretsiz ağırladı. Her akşam 21:15’teki suare gösterimleri öncesinde The Seed’in balkonunda gerçekleşen Fuayede Karşılaşmalar da ücretsizdi. Dönüşümlü olarak sohbetleri yürüten, donanım ve birikim açısından alanlarının en iyilerinden olan dramaturglar Özlem Hemiş ve Aylin Alıveren meraklı seyircilerin zihinlerini açtılar; kendi deneyimlerinden yola çıkarak anlattıkları hikayeler ve verdikleri bilgilerle gösterimlere kalacakları oyunlara hazırladılar. Ayşe Draz da her suare gösterimi biter bitmez sahneye çıkıp oyuncularla samimi sohbetler gerçekleştirdi.

4 Eylül akşamı Özlem Hemiş'i, 7 Eylül akşamı Aylin Alıveren'i dinlerken 
(The Seed'in balkonu - Sakıp Sabancı Müzesi) © Mehmet Kerem Özel

Ayşe Draz'ın, Aslı İçözü ve Şerif Erol ile "Yarın Belki de" sonrasında ettiği sohbeti dinlerken 
(Fıstıklı Teras - Sakıp Sabancı Müzesi, 4 Eylül 2025) © Mehmet Kerem Özel

“Karşılaşmalar ve Ötesi” başlığı bunlarla sınırlı değildi. Meraklıları; Oğuz Öner “yönlendirilmiş ses emprovizasyonu” yoluyla Atlı Köşk’ün ses manzarasıyla, Aslı San Bilgin ile Cansın Gelişli ise “homemade aromaterapi” yoluyla kokularla karşılaştırdılar. Ayşe Draz üç yıldır olduğu gibi çocukları da unutmamıştı. Cumartesi-Pazar günleri 14:00 seanslarında Kadro pa ekibi çocuklara Shakespeare’in üç oyununu mutfak malzemeleri kullanarak özetledi. Atta Festival yapımı Pezzettino ise, küçük bir çocuğun parçadan bütüne yaptığı yolculuğu konu ediniyordu. 
Müzede Sahne’yi, ilk ve son günlerindeki etkinlikleriyle takip etme imkanım oldu. Fıstıklı Teras’ın ikinci akşam programında olan Oyun Atölyesi yapımı, Dennis Kelly’nin yazdığı, Muharrem Özcan’ın yönettiği ve Özlem Zeynep Dinsel oynadığı “Kızlar ve Oğlanlar” oyununu seyredemedim. İşte izlenimlerim:

"Yarın Belki de"yi beklerken 
(Fıstıklı Teras, Sakıp Sabancı Müzesi, 4 Eylül 2025) © Mehmet Kerem Özel

Geçtiğimiz yıl 40. yaşını kutlayan ünlü İngiliz deneysel tiyatro topluluğu Forced Entertainment’ın ve topluluğun en önde olan figürü yazar-yönetmen Tim Etchells’ın “Tomorrow’s Parties” adlı oyunundan uyarlanan “Yarın Belki de” Ayşe Draz’ın titiz, yalın ama her detayı önemseyen mizanseni, Özlem Hemiş’in bağlam kurucu ve derinlikli dramaturjisi ve Aslı İçözü ile Şerif Erol’un katmanlı oyunculuklarıyla Şubat ayından beridir gösterimde. Beykoz Kundura, Lita House of Production ve Forced Entertainment ortak yapımcılığında hayata geçen ve Türkiye seyircisi ile sanat camiasının Forced Entertainment gibi tiyatro alanında önemli bir damar teşkil eden bir toplulukla ilk karşılaşması olması açısından çok önemli bulduğum bu gösteri geride bıraktığımız sezonda İstanbul sahnelerinde çok fazla turneye çıkamadığı için hak ettiği seyirci ilgisine erişememişti.

Görünürlüğünün artması açısından “Yarın Belki de”nin bu yılki Müzede Sahne’nin ve festivalin ana sahnesi Fıstıklı Teras’ın açılış oyunu olması çok olumlu bir seçimdi. Ancak, bunun da “ötesi”nde “Yarın Belki de”nin küçük, renkli ampullerin sarktığı bir ipin sahnenin iki yanındaki birer direğe tutturulduğu, panayır ortamını çağrıştıran senografisi açık havaya ve özellikle de arkasına aldığı ışıltılı ve her anlamda hareketli Boğaziçi manzarasına çok yakıştı. Yarına doğru yapılan fikir projeksiyonlarının; bazıları bilim-kurgu roman veya filmlerinden tanıdık, bazıları günümüzden tanıdık, bazıları ise hala bizleri şaşırtan, hayal gücümüzü tetikleyen nitelikteydi ama sanki istinasız hepsi bize aslında şimdiyi anlatıyor, fark ettiriyordu. Yaklaşık 70 dakika boyunca bizi tahayyül bombardımanına tutan metnin her bir katmanını, inceliklerini ve satır aralarını arada kısa ve anlamlı eslerle, bazen hızlanarak bazen sakinleyerek, ama hiç durmaksınız, yaklaşık bire-bir metrelik bir platformda sıkışıp kalmış iki usta oyuncunun sadece seslerini, mimiklerini ve jestlerini kullanarak bizlere geçirdiği bu “tour-de-force”a, Şubat’taki prömiyerinden sonra seyrettiğim bu ikinci defa, yine hayran kaldım.

Fıstıklı Teras’taki üçüncü ve son akşamları ise, Müzede Sahne’ye ilk defa yurtdışından davet edilen bir oyun şenlendirdi: Ayşe Draz’ın, ilk defa sahnelendiği 2023 yılındaki 77. Avignon Festivali’nde seyredip peşine düştüğü “L’addition” (Adisyon). Festival d’Avignon yapımı olan oyunun metni, tasarımı ve yönetimi Tim Etchells’a ait. Yaratıcı ortaklar da olan oyuncuları ise Bert and Nasi ikilisi, yani Bertrand Lesca ile Nasi Voutsas.

"Adisyon"u beklerken 
(Fıstıklı Teras, Sakıp Sabancı Müzesi, 7 Eylül 2025) © Mehmet Kerem Özel

“Adisyon” çok basit bir durum ve iki rol kişisinden oluşan bir oyun. “Beyaz örtülü masa”ların olduğu bir lokantada bir müşteri garsondan şarap ister, garson önce şarabı müşteriye tattırır, müşterinin olumlu işaretiyle bardağa şarabı doldurmaya başlar. O kadar doldurur ki, şarap taşar, bütün masayı ıslatır. Müşterinin uyarısıyla garson yaptığını fark edince ikisi birden bez peçetelerle masayı kurularlar. 
Oyuncular önce, bize bu durumu temsil edeceklerini anlatırlar, bu sırada bu durumu tekrar edeceklerini ama müşteri ile garson rollerini değişeceklerini de söylerler. Bunları bize anlatırken, anlatma durumunun kendisini karmaşıklaştırdıklarını düşünüp, rol değişimi yapmayacaklarını belirterek, doğrudan durumu temsil etmeye girişirler.
Oyun boyunca aynı durum defalarca tekrar edilir; önce hızlanır, sonra giderek çığrından çıkar. Tekrarla birlikte çeşitleme gelir; her seferinde iki rol kişisi arasındaki dinamikler, dengeler ve güçler değişir, bunlara bağlı olarak durum da farklı haller alır. Oyuncuların bakışları, ses tonlamaları, kelime vurguları her bir tekrarda çeşitlenir.
Durum son çeyrekte artık absürdleşir. Bir sahnede rol kişilerinden biri masa örtüsüyle, birkaç sahne sonra diğeri çatal ve bıçakla anlamsız, absürd hareketler yaparlar. İki kişi arasındaki ilişkide zamanla bedenler de, aldıkları pozisyonlarla devreye girerler; birinin diğeri üzerinde kurmaya çalıştığı ve giderek de kurduğu tahakküme tanık oluruz. Ve durum iyice grosteskleşir; iki kişi arasındaki ilişki cinselleşir. Ancak bu groteskleşme figüratif değil, soyut şekilde ifade edilir.

En baştan bize sahnede temsil edecekleri durumu anlatarak bizi de oyuna dahil etmişlerdir zaten. Bu tercih oyun boyunca ve sonuna kadar devam eder. Neredeyse her an bize bakarlar, sorular sorarlar; sorularına cevap beklemezler ama göz kontağı kurarlar. Oyunu bizlerin “karşısında” değil, bizlerle “birlikte” oynarlar; “cinayetlerine” bizi de ortak ederler. Oyunun sonuna doğru, bir lokantadaki müşteri-garson ilişkisinin kaçınılmaz son perdesi olan hesap ödeme durumu da konuya dahil edilir. Zaten baştan müşteri-garson olarak kurulmuş olan durum hizmet sektörüne, tüketim ekonomisine gönderme yapmaktadır; ödeme kısmıyla da tamamına ermiş olur.

  

 
"Adisyon"u alkışlarken 
(Fıstıklı Teras, Sakıp Sabancı Müzesi, 7 Eylül 2025) © Mehmet Kerem Özel

“Adisyon” müthiş bir sistem eleştirisi sunduğu gibi, farklı konumlardaki iki kişi arasındaki güç dengelerini ve Aylin Alıveren’in Fuayede Karşılaşmalar’da yorumladığı üzere gündelik davranışlarda yapılan, çok da kasıtlı olmayan, anlık iletişimsizleri deşip, insan psikolojisinin derinliklerinden çıkarıp ortaya seriyor.
On yıldır birlikte çalışan, yaratan, üreten Bertrand Lesca ile Nasi Voutsas oyun boyunca iki beden ama tek bir varlık gibiler; birbirlerini her açıdan müthiş bir zamanlamayla tamamlıyorlar. Yine Aylin Alıveren’in, oyun sonrasında vurguladığı gibi tiyatroda çok zor bir şeyi de başarıyorlar; aynı anda konuştukları halde kendilerini duyurmak.

Ayşe Draz’a nasıl bizleri; bu yıl “Yarın Belki de” vasıtasıyla Forced Entertainment’la tanıştırdığı için müteşekkirsek, bu yılki Müzede Sahne’de Bert and Nasi ile hemhal ettiği için de minnettarız. Ama Draz’ın Müzede Sahne’deki bu üçüncü yılı; yurtiçi ve yurtdışından gözüne kestirdiği, gönlünün yattığı kalburüstü yapımları davet etmekle sınırlı değildi. Draz, günümüzde Türkiye’de gösteri sanatları alanında önde gelen yazar-yönetmenlerden Murat Mahmutyazıcıoğlu ile koreograf-hareket tasarımcısı Gizem Bilgen’e, ortak bir proje olarak bütünüyle müzenin yerleşkesinden esinlenecek, orayla bütünleşecek, yere-özgü (site-specific) bir iş de sipariş etmiş ve yapımcılığını üstlenmişti: “Bir gün buradan Boğaz’ı izledim.” 

 
"Bir gün buradan Boğaz’ı izledim"i beklerken 
(Giriş, Sakıp Sabancı Müzesi, 7 Eylül 2025) © Mehmet Kerem Özel

Yağmur muhalefeti olmasaydı, cumartesi-pazar akşamüstülerinde ikişer seans olarak sahnelenmesi planlanan bu yere-özgü gösteri sadece pazar günü 17:30, 18:30 ve 19:30’ta olmak üzere üç seansta kapalı gişe olarak seyirciyle buluştu. Mahmutyazıcıoğlu ile Bilgen “Bir gün buradan Boğaz’ı izledim” ile; birlikte ortak proje tasarımcıları ve yönetmenler, ayrı ayrı metin yazarı ve koreograf olarak müze yerleşkesinin doğal ve yapılı çevresini, tarihini, koleksiyonunu ve hafızasını harmanladıkları adeta “haute couture” bir iş ortaya çıkarmışlar.
Müze koleksiyonundan kadınları betimleyen üç tablo seçilmiş: Fausto Zonaro’nun Kabak Taşıyan Genç Kız’ı (1889) ve Halil Paşa’nın Şakayıklar ve Kadın’ı (1898) ve Pembeli Kadın’ı (1904). Bu projeyle, resmedildikleri tablolarda sıkışıp kalmış, donmuş kadınlar tekrar hayata dönüyorlar, dilleniyorlar, resmedildikleri zaman ve ortamdan yola çıkarak hikayeler anlatıyorlar bize. Ama sadece bununla da kalmıyorlar; resmedildikleri tablolarda yalnız olan bu kadınlar yan yana geliyorlar; Şakayıklı ve Pembeli önce ayrı ayrı icra ettikleri monologları yan yana söyleyince bir tür diyaloga girmiş oluyorlar, tablolarındaki yalnızlıklarından kurtuluyorlar. Mahmutyazıcıoğlu’nun kadınlar için kaleme aldığı metinlerde benzer kısımlar, kelimeler var; bunların birlikte, üst üste sözlenmesi icrayı performatifleştiriyor; “Bir gün buradan Boğaz’ı izledim” bu haliyle “Adisyon”a sürtünüyor. Mahmutyazıcıoğlu, ilk ve son olarak söz verdiği Kabak Taşıyan Genç Kız’ın metninde ise anlatının zamanını yüzyıl başından günümüze ve şimdiye kadar getiriyor. Oyun metni, zamanda ileriye ve tam da şimdiye yaptığı bu yolculukla “Yarın Belki de” ile de akrabalık kuruyor. Mahmutyazıcıoğlu’nun bu örtüşmeleri bilinçli kurup kurmadığını bilmiyorum, zannetmiyorum; ama seyirci olarak Müzede Sahne’yi deneyimlediğim dört günlük yoğunlaştırılmış zaman ve bir yerleşkeyle sınırlandırılmış alanda böyle bağlantılar bulmak, kurmak hoşuma gitti; Ayşe Draz’ın bizim için seçtiklerinin birbirleriyle de söyleştiklerini hayal ettim.

"Bir gün buradan Boğaz’ı izledim"i seyrederken
(Atlı Köşk'ün merdiveni, Sakıp Sabancı Müzesi, 7 Eylül 2025) © Mehmet Kerem Özel

Anlatının müze koleksiyonundan seçilen tablolar üzerine kurulma tercihinin yanı sıra yukarıda kullandığım “haute couture” tabirinin bir diğer gerekçesi, bana göre Mahmutyazıcıoğlu ile Bilgen’nin (sahne ve kostüm tasarımına imza atan Milen Nae’yi de onlara ekleyebilirim) yerin mekânsal özelliklerini anlatıya dahil etmekte gösterdikleri hassasiyet ve ustalıktı. Neydi bunlar? Müze bahçesinin girişindeki çeşme, bahçenin deniz tarafında ağaçlarla yaratılmış dairesel kült alanı, kurbağalı küçük şelaleli çeşme ve yanından çıkan merdivenler, Orta Bahçe, Atlı Köşk kotuna çıkan araba yolunun formu, yolun tam dirseğindeki yuvarlak trafik aynası, köşkün giriş basamakları, ve en çarpıcı olanı sonda, bizleri köşkün içine sokmadan, Kabak Taşıyan Genç Kız tablosu yoluyla köşkü dışarı projekte eden perspektif/bakış açısı.

"Bir gün buradan Boğaz’ı izledim"i alkışlarken
(Atlı Köşk'ün merdiveni, Sakıp Sabancı Müzesi, 7 Eylül 2025) © Mehmet Kerem Özel

Müzede Sahne’nin 2025 edisyonu, başlığı olan “Karşılaşmalar ve Ötesi”ni sonuna kadar hayata geçirdi. Seyircileriyle, onların duyularıyla bir sürü ve farklı karşılaşma ortamı yarattı ve bu karşılaşmalarının yankılarının onlarda başka şeylere, duygulara, düşüncelere tercüme olmasını, dönüşmesini sağladı.
Mini festival-şenliğin bütün son gününü orada geçirmiş bir kadın seyirci geceyarısına yakın Fıstıklı Teras’tan girişe inen merdivenlerde teklifsizce sohbete başlayıp, o gün ne var diye merak edip geldiği Sabancı Müzesi’nde gün boyunca seyrettiği gösterilere duyduğu hayranlığı, duygularını paylaşıyordu heyecanla. Kanımca Ayşe Draz en önemli şeyi başarmıştı; sıradan -ama meraklı- seyirciye ulaşmak. Müzede Sahne’nin 2025 edisyonu çıtayı yükseğe taşıdı; 2025-2026 gösteri sanatları sezonunun başlangıcında müthiş bir heyecan ve enerji yarattı. Arkasına Boğaz’dan eseni de ekleyen bu rüzgar bizi bir süre mutlu-mesut götürür.

[Bu yazının etkinliklerden yayın haklı görselleri de içeren bir versiyonu Tiyatro Dergisi'nde yayınlanmıştır.]