mehmet kerem özel'in hayata ve sanata dair yaşadıklarını, takip ettiklerini, tanık olduklarını ve izlenimlerini paylaştığı günlüğü. [for english version please visit danzon2017.blogspot.com.tr]
31 Mart 2013 Pazar
30 Mart 2013 Cumartesi
şehrazat ve salome
rimsky-korsakov'un "şehrazat"ını dinlemeyeli yıllar olmuş. geçen hafta cumartesi akşamı crr'deki moskova senfoni orkestrası'nın konser programı üç aylık bültende yazmıyordu; rus orkestra çalsa çalsa ruslardan çalar ve en kötü rus orkestranın çaldığı rus bile dinlenir diyerek, körlemesine bilet almıştım. yanılmamışım. şansa rahmaninof 2. piyano konçertosu ve rimsky-korsakov şehrazat çıktı.
"şehrazat" çok eskilere götürdü beni. aile evinde ilk karşılaştığım uzunçalardan biriydi "şehrazat". küçüklüğümde bile oldukça yıpranmış olan kapağı, uzunçaları ben de sık sık çaldıkça iyice eskimişti. pikabı bırakıp cd-çalara geçtiğimde ise, kapağı kadar yıpranmış olmasa da cızırtılı bir yorum yıllar boyu eşlik etti bana hafızamda..
tabii konseri dinlerken, esas istanbul devlet opera ve balesi'nin 1984 ve 1985 yıllarında sahnelediği "şehrazat"ın koreografisi canlandı gözümde.. demek ki o kadar etkilemiş ki 13 yaşında bir çocuğu o prodüksiyon, kalmış hatırında hala..
oktay keresteci ve daha "mansur" olmamış lale yurdatapan'ın harikalar yarattığı; dekoru ve kostümüyle büyüleyici, "erotik" (şimdiden bakınca: "oryantalist") bir prodüksiyondu. ailecek iki kere izlemiştik. "şehrazat" tutunca opera ertesi yıl benzer bir tatdaki "binbir gece"yi sürmüştü gözlerimizin önüne seyreyleyelim diye doğu'ya doğu'yu anlatan hikayeleri..
...
genç yaşta ve aniden yitirdiğimiz sopranomuz zehra yıldız istanbul operası'ndaki doruklarından birine salome rolü ile çıkmıştı. giancarlo del monaco'nun rejisiyle sahnelenen "salome"de zehra yıldız hem müthiş bir yorum çıkarmış hem de ünlü yedi tül dansında dans etmişti. yahya rolünde suat arıkan da çok iyiydi.
kulağı daha önce herhangi bir richard strauss bestesine bir türlü aşina olamayan bir klasik müziksever olarak "salome"yi dört defa izlemiştim mest olarak. sadece küçük bir zümre değil, bütün istanbullu operaseverler öyle bir ilgi göstermişti ki "salome"ye, temsillerin biletleri çıkar çıkmaz tükenmiş, kapalı gişe oynamıştı. ne günlerdi..
perşembe akşamki konsere dönersem; başta sascha goetzel yönetimindeki orkestra ve salome rolündeki karizmatik soprano najda michael olmak üzere sahnedeki bütün sanatçılar etkileyici bir performansa imza attılar.
27 Mart 2013 Çarşamba
14 Mart 2013 Perşembe
film festivali listem
istanbul film festivali’nde yıllar sonra ilk defa, bilet alma aşamasında hangi filmlerin türkiye dağımtıcısının olduğunu biliyoruz. benim için önemli, çünkü merak ettiğim ve ileriki bir tarihte sinemada izleyebileceğim bir filmi, festival hayhuyunda harcamak zorunda kalmayacağım. o seansların yerine, bir daha kolay kolay karşılaşma imkanım olmayacak filmlere şans vereceğim. işte onlardan bazıları:
ukrayna’dan “kuleli ev”
kazakistan’dan “öğrenci”
güney kore’den “jiseul”
afganistan’dan “sabır taşı”
paraguay’dan “7 kasa”
kolombiya’dan “halat”
romanya’dan “çocuk pozu” ve “salyangozlar ve insanlar”
kanada’dan “karakuş”
meksika’dan “lucia’dan sonra” ve “ölme”
danimarka’dan “ayıcık”
belçika’dan “beşinci mevsim”
bulgaristan’dan “bukelemunun rengi”
suudi arabistan’dan “vecide”
isveç’ten “tele kız” ve “ye uyu öl”
hollanda’dan “her şey o kadar sessizdi ki”
fransa’dan “gülen adam” ve “çocuklarım”
arjantin’den “ölü ve mutlu”
yönetmeninden veya oyuncularında dolayı merak ettiğim filmler:
ulrich seidl’in “cennet” üçlemesi
james thiérrée’nin oynadığı “güreş ve aşk”
mike figgis’in yönettiği “gördüğüne inan”
peter greenaway’in yönettiği “goltzius ve pelican kumpanyası”
ken loach’un yönettiği “45’ ruhu”
goran paskaljevic’in yönettiği “gün doğarken”
eran riklis’in yönettiği “zeytin”
mika kaurismaki’nin yönettiği “kuzeye giden yol”
ben wheatley’nin yönettiği “garip turistler”
carlos reygadas’ın yönettiği “karanlıktan aydınlığa”
metin erksan’ın 1973’te beş edebiyatçımızın birer hikayesinden uyarladığı beş orta metraj tv-filmi
sahne sanatlarına bulaşan filmleri kaçırmayacağım tabii ki:
alain renais’nin “henüz hiç bir şey görmediniz”
tiyatro çığır aşmış yönetmenlerden peter brook’u bir çalışması sırasında belgeleyen “ip”
ünlü fransız soprano natalie dessay’i bir çalışması sırasında izini süren “traviata ve biz”
sansasyonel performans sanatçısı abromoviç’i, robert wilson ve antony hegarty ile ortak bir çalışması sırasında konu eden “marina abromoviç’in yaşamı ve ölümü”
deneysel ve avant-garde filmlere göz kırpmadan edemediğim için:
palfi “bayanlar ve baylar”
weerasethakul “mekong hotel”
grandrieux “beyaz nöbet”
chodorov “bir deneysel sinema tarihi”
lygizos’tan “kuş yemi yiyen çocuk”
bu filmler dışında, hiç ilgimi çekmediği halde, sırf imdb’de 7.5’un üzerinde puan aldıkları için merakımı kaşıyanlar
wassepuy çeteleri, 8.4
kalbimdeki ışık, 8.0
eyvah, 7.7
türkiye dağımtıcısı olduğu halde meraktan ölmemek için gitmek istediklerim:
“…adına"
“yük”
“kesişen hayatlar”
“babadan oğula
9 Mart 2013 Cumartesi
nereden nereye
sabah 10.30'da atlas'taydım, gişe açılmamıştı ama kitapçıklar yığılmıştı. yanlarında atlas'ın yer göstericilerinden biri duruyordu; siz veriyor musunuz diye sordum, evet deyince sevindim.
adamın da gözlerinin içi gülüyordu; atlas'ın yer göstericilerinin pek festival seyircisini sever halleri yoktur ama sinemayı sevdikleri kesindir.
beş tane aldım, ama kitapçık bu sene "çık" formatından çıkmış, azmanlaşmış olduğu için çantama sığacak gibi değildi. adam torba buliyim dedi, gişeye girdi, bir torba ile çıktı, teşekkür ettim.
festival zamanı sinemadan sinemaya koştururken, arada yemek, kahve molaları verirken kitap"çık"ları artık ceket cebinde gezdiremeyeceğiz; her gittiğimiz yere yanımızda taşıyamayacağız; bayağı kallavi, kalın ve ağır.
fiyatının makul olması yanında; büyük festival kitabından tek farkı, içinde yönetmen biyografilerinin olmayışı. onun dışında filmlerle ilgili bütün künye bilgilerini kapsıyor kitap"çık"; en önemlisi dağıtımcı firma bilgileri var ki, bizler için bu bilgi hayati önem arzediyor. çünkü; türkiye'ye film ithalat eden firmalar tarafından satın alınmış filmler nasıl olsa sezon içinde gösterime girecekler; onları sakin bir zamanda tenha bir sinemada keyifle izlemek varken, 40-50 filmle birlikte festival hengamesinde harcamanın hiç gereği yok. hele de programda 200'ü aşkın film varken.
daha, detaylı bir inceleme yapmaya fırsat bulamadım, ancak bu kalın kitap"çık"ta gözüme ilk çarpan bir-iki filmi şimdiden çok merak ettiğimi söylemeliyim.
yıllar önce "hundstage" ile bizleri çarpan avusturyalı ulrich seidl'ın "cennet üçlemesi"; tiyatro sahnelerinde yarattığı benzersiz dünyalarla azımsanmayacak bir hayran kitlesi yaratmış olan, charlie chaplin'in torunu james thiérrée'nin oyuncu olarak katkıda bulunduğu "güreş ve aşk"; marina abromovic ve peter brook belgeselleri; mike figgis, peter greenaway, goran paskaljevic, danis tanovic ve kena loach'un son filmleri..
8 Mart 2013 Cuma
yüzyıl dönümünde ingiltere
haftasonundan beridir "downton abbey" ile yatıp kalkarken, borusan filarmoni orkestrası'nın bütünüyle, dizinin geçtiği dönemde yaşamış ingiliz bestecilerin müziklerinden oluşan konseri pek güzel denk geldi; tesadüfün böylesi.
kuzen volkan "sherlock", dost nuray "breaking bad", facebook'taki tanıdıklar "american horror story" diye sayıklarken -ve tabii ki bana "illa seyret" tavsiyelerinde bulunurlarken-; üzeridne çalıştığım akademik makaleden sıkıldığım bir gece; geçtiğimiz cumartesi, şeytan dürttü, yabancıdiziizle.com'dan "downton abbey"i tıkladım; tıklayış o tıklayış; iki gecede yedi bölümlük birinci sezonu bitirdim. kendimi tutmasam, şimdiye üç sezonu da devirmiştim.
"downton abbey", çocukluğumun tek kanallı türkiyesi'nde hepimizi ekrana bağlayan "aşağıdakiler ve yukarıdakiler", ve pazartesi gecelerini iple çekmeme neden olan "dük caddesi düşesi" tadında; hem aristokrat kesimi hem de onlara hizmet eden kesimi konu alan bir ingiliz dizisi. hatta "downton abbey" aristokrat ailenin hikayesinden çok, -ya da; onların hikayesini bahane ederek- esas, "aşağıdakileri" anlatan bir dizi; sabit karakterlerden 12'si hizmet veren taraftan, 8'i hizmet alan taraftan. zaten, hizmetlilerin bodrum veya çatıarasının loş mekanlarında yaşadıkları hayat, aristokratların aydınlık, ferah salonlarda ve geniş, yemyeşil peyzajda sürdürdüklerin hayattan çok daha ilgi çekici. örneğin; hizmetliler arasında bu kadar sıkı bir hiyerarşik kademelenme olduğunu bu diziyi izleyene kadar bilmiyordum; neredeyse hindistan'daki kast sisteminden daha ölümcül!
borusan filarmoni'nin ingiliz şef james judd ve alman cellist daniel müller-schott'a eşlik ettiği bu akşamki konserde, "downton abbey"in atmosferine yaklaşan besteler ikinci yarıdaydı.
delius'un altı dakikalık "baharda ilk guguk kuşunu dinlerken" adlı orkestra yapıtı sanki downton malikhanesi'nin heybetli ağaçlarla kaplı bahçesinde sohbet eden kahramanlara eşlik eden doğanın -ve guguk kuşunun- sesini taşıdı bana.
ikinci yarının ikinci yapıtı "enigma çeşitlemeleri"nde elgar, 14 çeşitlemenin her birinde etrafındaki bir kişiyi betimler; çeşitlemelerin başlıkları da kişilerin isimlerinin baş harflerinden oluşur. 14 karakterli enigma çeşitlemesi de bana 20 karakterleri kalabalık malikhaneyi çağrıştırdı.
elgar'ın, bilmecemsi yapıtı için yazdığı şu sözler "..tüm yapının üzerinde bambaşka ve daha büyük bir tema mevcut, fakat çalınmıyor.. yani ana tema asla belirmiyor, ana karakter asla sahnede gözükmüyor.." tam da, dizinin bütün karakterlerinin üzerinde, en temel ve en büyük ana karakter olarak, adeta bir hayalet olarak orada durmakta olan downton malikhanesi'ni anlatıyor gibi..
konserin ilk yarısında, hüznü ve karanlığı yoğun bir elgar viyolonsel konçertosu yorumu dinledik müller-schott'tan. bis olarak da ravel'den "habanera"yı hediye etti bize.
konserin başlangıcı ise vaughan williams'ın, aristo'nun "eşekarıları" oyunundan esinlendiği "the wasps: aristophanic suite" adlı hınzır üvertürüydü.
yapıtın içinde eşekarılarının vızıltısını duydukça "downton abbey"in, seyretmesi en keyif veren karakterini hatırlamadan edemedim; sözleriyle sık sık etrafındakileri sokan, delici bakışlarının ise sözcüklere gerek duymadığı, biraz lanet, biraz hınzır, bir yanda da yufka yürekli lady violet. ve tabii ki, lady violet'e can veren, ağzından çıkan her bir kelimeye, her bir bakışına, her bir jestine kattığı vurguyla insanı mest eden usta oyuncu maggie smith!
6 Mart 2013 Çarşamba
atatürk kültür merkezi - fotoğraflar, anılar..
nice haziran akşamlarında güneş batarken ışığın yumuşayıp sarı sıcak bir renk aldığı, gölgelerin uzadığı fuayesinde biraz sonra başlayacak konser veya gösteriyi heyecanla beklediğim;
nice kış gecelerinde etraf kupkuruyken girip üç saatlik operalar sonrasında lapa lapa kar yağarken dışarı çıktığım;
nice cumartesi sabahında idso konseri öncesinde büfesine divan'dan gelen croissant ve kahve ile kahvaltı yaptığım;
nice cuma sabahlarında ders ekip, arkadaşlarımla senfoni'nin genel provasını izlediğim;
güneşin ilk ışıklarında ayaz olan önündeki gişe meydanında nice konser ve festival kuyruğunda bilet almak için saatlerce -ve hatta bazen gecelerce- beklediğim;
yine önündeki meydanda buluşmak için nice arkadaşıma veya ilk defa tanışacaklarıma randevu verdiğim;
nice defalar arabayla gümüşsuyu trafiğinde kalıp gösteriyi kaçırma tehlikesi atlattığım;
nice defalar otoparktan kapısına rüzgar yiye yiye yürüdüğüm;
çoğunlukla ikinci balkonundan nice festival konseri izlediğim;
çocukken nice opera gösterisinde uyumamak için ayakkabılarımı çıkarıp soğuk zemine çoraplarımla bastığım;
beni büyüleyen nice yerli ve yabancı sanatçıyı ve gösteriyi büyük salonu'nda izlediğim;
galerisinde nice sergi gezdiğim;
sinemasında nice filmler, oda tiyatrosu'nda nice piyesler izlediğim;
imza almak için kulis çıkışında nice sanatçıyı beklediğim;
korkuluk detaylarına, seramiklerine, fuayesindeki dans eden çift heykeline, koltuklarına, sehpalarına, trabzanlarına, duvarlarındaki tablolara hayran olduğum;
mimarlık okuduğum halde bu modernist, otoriter ve soğuk yapıdan nefret etmediğim, bilakis ona taparcasına hayran olduğum;
içinde çocukluğum, ergenliğim, gençliğim, ve iş hayatına atıldığım yıllardan bir sürü anı biriktirdiğim;
benim için istanbul'da vazgeçilmez bir mekan; büyülü bir mekan, bir "sanat sarayı", bir "sanat tapınağı" olan AKM..
atatürk kültür merkezi!
beş yıldır kapalı.
bir dizi inatlaşmanın ortasında kalan masum bir yapı; görmüş geçirmiş, yaşlanmış, yıpranmış.
bakıma ihtiyacı vardı sadece.
"yıkıldı yıkılacak" derken, şimdilerde yıkılmaktan beter hale getirilmiş; lime lime edilmiş, hırpalanmış, soyulmuş, parçalanmış.
bir deri bir kemik, iskeleti kalmış sadece.
koca bir dev gibi heybetli olan bu güzelim yapıda bir tek büyük sahne hatırlatıyor eski günleri; kedi yolları, asansör, merdivenler, ışık spotları için açılmış delikler, uyarı levhaları, ağırlık ipleri-kolları-manivelaları, perde barları ile..
AKM'nin sahne arkasına hiç ayak basmamıştım; hep, bir seyirci olarak sevdalanmıştım AKM'ye.
bugün ilk defa sahne üstünde, sahne arkasında, prova salonlarında, kedi yollarında, ışık köprülerinde dolaştım AKM'nin; ya da, o mekanlardan geriye ne kalmışsa oralarda.
hüzünle, gözlerimde yaşlarla, öfke ve çaresizlikle!