22 Eylül 2018 Cumartesi

bir cumartesi sabahı

erken kalkmıştı, havuza gidecekti. kahvaltı etti, biraz zaman geçsin diye evde oyalandı, sokağa çıktığında saat 8'i geçiyordu. yaşadığı semtin sokakları akşamdan kalmaydı; ıssızdı, pisti, bira şişeleriyle kaplıydı.
yüzdükten sonra şehrin orkestralarından birine sezonluk bilet almaya gidecek, eve dönmeden önce dün gece internette gördüğü cheesecake'i satan cafe'ye uğrayacaktı. o yüzden, havuz yolundaki küçük pastacının önünden vitrine bakmadan hızlıca geçti.

havuzda kimsecikler yoktu, eylül sabahının güneşi suya vuruyor, sudaki kabarcıkları ışıldaklara dönüştürüyordu. yalnız ve sakin, her zamankinden daha fazla kulaç attı havuzda. bomboş giyinme odasında tek başına duş aldı, giyindi. resepsiyonda da kimse yoktu selam verecek.

kıvrılarak şehrin meydanına çıkan yoldan yürürken rüzgarın esmekte olduğunu fark etti, bir buçuk saat önce yoktu halbuki. rüzgar gibi insanlar da çoğalmıştı, ama şehir hala cuma gecesinin mahmurluğunu üstünden atamamıştı.

biletleri almaya gideceği, şehrin en ünlü caddesinin ağzına geldiğinde etrafta her zamankinden daha fazla polis olduğunu gördü. o zaman hatırladı, cumartesi'ydi. 700 küsür haftadır "annelerin" günü.

cadde de tenhaydı. her köşe başını kadınlı erkekli polisler, motosikletler, mini arabalar, koca tomalar tutmuştu. onu çeviren, nüfus kağıdı soran olmadı. halbuki iki akşam önce konsere giderken çevirmişlerdi. zayıf, kirli sakallı, orta anadolulu suratı belli bir potansiyel taşımıyor değildi.

biletleri alacağı yere gitti. gişedar geç geldi. bilet satışında sorun oldu, işlem tekrarlandı. bir saat kadar vakit geçti.
yüzmüş, biletlerini almış, artık bir akşam önce internette gördüğü cheesecake'i hak etmişti.

cafe'nin adresine, cheesecake'in onu cezbetmesinin hemen ardından bakmıştı; yıllar önce, en-uzun-süreli-sevgilisiyle müdavimi oldukları lokantanın yerindeydi, aşinaydı yani oraya. sevindi o mekan tekrar işlemeye başladığı için. hatta eğer cheesecake'ten memnun kalırsa, semtte tekrar sık sık uğrayacağı bir kapı olacağına da sevindi.
caddeden yürümek yerine, çok iyi bildiği arka sokaktan gitmeye kadar verdi, polisleri görmemek için. tedirgin ediyorlardı onu. korkaktı.

cafe de boştu. "san sebastian'ın internette resmini gördüm, denemeye geldim. paket servisiniz var mı?" diye sordu. "pişman olmayacaksınız" dedi güleryüzlü adam, "evet var".
evde kahvaltıdan biraz kahve artmıştı. cheesecake'i beğenirsem bir dahaki sefere oturur kahvesini de denerim diye düşündü.

elinde küçük kağıt torbayla cafe'den çıktığında tekrar caddeye dönmesine gerek yoktu; dolambaçlı ara sokaklar onu evine çıkaracaktı.
cafe'nin sokağının ilk dirsek yaptığı köşede kalabalık bir polis grubu vardı. demek ki kaçan olursa diye iç sokakları da tutuyorlar diye geçirdi içinden. beş yıl öncesinden çok iyi biliyordu.
dirseği döndü, sokağın diğer ucunda kameralar ve iki tarafta oturan, ayakta duran, konuşan bir kalabalık gördü; demek ki anneler burada toplanıp gidiyorlar caddeye, polisler de o yüzden köşede mevzilenmişler.

annelerin ve destekçilerinin arasından geçerken, uzaktan genç bir adamı gördü; siyahlar içinde, saçları gür ve karışık, yüzü kunt. onu çok iyi tanıyordu. yirmi sene önce, üniversitede asistanlığa başladığının ikinci yılında girdiği dersteki grubunda öğrenciydi o genç adam. dersi bilmem kaçıncı tekrarıydı, o yüzden yaşları az çok yakındı birbirlerine. biraz sarkastik, kendi bildiğini yapmayı isteyen, hatta karşısındaki tıfıl asistana ara sıra bilgiçlik de taslayan ama kesinlikle saygısızlık etmeyen biriydi. sonra onunla okulda hep karşılaştılar, selamlaştılar. sonra o zor da olsa mezun oldu. yıllar sonra babası sokak ortasında, ülkeye sinmiş faşist atmosferin beslediği bir tetikçinin kurbanı oldu.
dönem ortasıydı, asistanlığını yaptığı profesörlerle öğrencilerin projelerine not veriliyordu, telefonuna o en-uzun-süreli-sevgilisi mesaj atmıştı, vuruldu diye. profesörler ağızlarında ah vah'ları geveleyip öğle yemeğine inmişlerdi. onun ise içi acımıştı; diğer cinayetlerde olduğu gibi. çalıştığı üniversiteden cenazeye giden 3-5 kişiden biriydi ama neyse ki cenaze hıncahınç kalabalıktı.
o güzel insanın pisipisine cinayete kurban gidişine ne kadar kahrolsa da, kalabalık içine umut olmuştu ama korkaktı işte; içten içe üzülse de, desteğini ileriki yıllarda sürdüremedi.

ya tanırsa beni endişesiyle gözünü kaçırıp başını eğerek hızla ilerledi sokaktan. o ki; iki hafta önce herkesin hafızasına kazınan fotoğrafın merkezindeydi, yılmamış, yine gelmişti annelere destek vermeye.
o ise utanıyordu; sessiz kaldığı için, onun kadar yürekli, inançlı, ısrarlı olmadığı için.
birazdan evine varmış, müziğini açmış, kahvesinin ısınmasını beklerken cheesecake'ini çatallıyor olacaktı.
labirentvari sokaklarda hızla ilerlerken kendini hamamböceği gibi hissetti. etrafına bakındı; sessizliğine, yüreksizliğine suç ortağı aradı. zorlanmadı, cafelerde oturanlar vardı ya.

birden içinden geri dönmek geçti; geri dönmek ve onun karşısına geçip, beni hatırladın mı demek ve sarılmak, kocaman sarılmak!

2 yorum: