28 Mart 2016 Pazartesi

soğuğunca acımaya başlar / tiyatroperest



bir kaç yıl önce andrew bovell'ın "anlaşılmaz konuşmalar" ile çarpmışlardı beni; sonraki projeleri behiç ak'ın "tek kişilik şehir"inden -bu oyunu ilk defa, çıtayı tarifsiz bir yüksekliğe çıkarmış olan benzersiz tilbe saran-cüneyt türel-köksal engür üçlüsünden izlemiş olmaktan dolayı olsa gerek- pek etkilenmemiştim; şimdi yeni yapımları "soğuğunca acımaya başlar" ile tekrar sıkıca bir vurdular bana.
topluluk: tiyatroperest, yazar: neil labute, oyuncular: özlem zeynep dinsel ile onur özaydın, yönetmen: şerif erol, çeviri: ekin tunçay turan.

üç hikaye, üç ilişki, üç kadın, üç erkek; aileler, çocuklar, akrabalar; aldatmalar, kendini aldatmalar, karşındakini aldatmalar, yanındakini aldatmalar; kayıplar...

neredeyse göze çarpan hiç bir dekor, müzik, kostüm ve ışık tasarımı olmadan; sahnede çırılçıplak iki oyuncu. çıplaklık fiziksel değil, duygusal.
üç ayrı hikayede üçer ayrı protagonisti canlandırmayan, o protagonistler "olan" iki oyuncu. ağızlarından çıkan ve çıkmayan her bir replik olan iki oyuncu; mimikleri, jestleri, gözleri, vurguları, duruşlarıyla sahnede varolan iki oyuncu.
bu arada, atlamadan: paragrafın ilk cümlesindeki "neredeyse" hayati; çünkü göze çarpmıyor da olsa, o cümlede adı geçen her şeyi var yapımın; sadece göze çarpmıyor, öne çıkmıyorlar. iki oyuncu ise her şeyleriyle, bütün benlikleriyle, bütün duyuları ve duygularıyla, şeffaflıklarıyla sahnede, karşımızdalar; o kadar iyi oynuyorlar ki, sanki sahnede, karşımızda değil; yanımızda, içimizdeler.

üç kısa oyundan oluşan yapımda oyunlar arası geçişlerde oyuncuların perde arkasındaki kıyafet değişimlerini hafif bir ışıklandırmayla şeffaflaştırmak o zaman zarfında seyircinin bu görüntüyle oyalanmasını sağladığı gibi, mizansene brechtyen bir etki de katmış oluyor. bu anlamda, keşke ikici arada arka sahnenin diğer yanı da hafifçe aydınlatılıp, sahneye getirilmeden önce masayı da belli belirsiz seçseymiş gözlerimiz.

neil labute'ün metinleri genellikle çok iyidir. gündelik hayatın (ilişkilerin, sohbetlerin, durumların) içindeki önemsiz gibi gözüken detayları bulur, yakalar ve ince ince ortaya serer. takip ederken şaşırır kalırsınız.
labute'ün ustalığı protagonistlerinin, olaylarının, durumlarının, konuşmalarının aleladeymiş gibiliğindedir; işte, "soğuğunca acımaya başlar"da tiyatroperest ekibinin başarısı tam da bununla ilgili; aleladeymiş gibilikte.
bu niteliğin yaratılmasında yönetmen erol ve iki oyuncu, dinsel ve özaydın, hiç kuşkusuz ki büyük bir iş başarıyorlar, ancak turan'ın da çağdaş ingilizce metinlerden yapılan ve buram buram yapaylık kokanlara hiç benzemeyen, doğal ve akıcı çevirisiyle bu başarıya katkıda bulunduğunu es geçmemek gerekir.
sezonun en iyilerinden..

pazartesileri tatavla sahne'de..

26 Mart 2016 Cumartesi

seyircinin sataştığı klavsenci


köln philharmonie konser salonu bütünüyle yerin altına gömük ve fuayesi doğal ışıksız da olsa, gerek oditoryumun yunan anfitiyatroları mantığındaki düzeni gerekse de akustiğiyle almanya'nın en iyi konser salonlarından biridir. salonun sezon programları da ihtişamlıdır. caz, vokal ve dünya müziğinin yanısıra esas, dünyanın önemli klasik müzik sanatçılarının ve topluluklarının sıklıkla uğradıkları turne duraklarından biri olan salon yılda yaklaşık 400 konserde 650.000 seyirci ağırlamaktadır.

bu salonda şubatın son pazar öğleden sonrasında garip bir olay gerçekleşmiş. çoğunluğu geçkin yaştaki almanlardan oluşan seyirciler iranlı bir klavsenciye sataşmışlar.
klavsenci iranlı ama klasik müzik alanında plak-cd-kayıt piyasasının sözü en çok geçen, en ünlüleri temsil eden deutsche grammaphon'un sanatçılarından biri. yani, bu garip ve beklenmedik olay alman bir firmanın alman seyircilere kendi sanatçısını -bir anlamda- lanse ettiği bir konserde gerçekleşiyor!

tabii ki, mart'ın ilk haftasında almanya'da en çok konuşulan konulardan biriydi bu olay. sanatçının iranlı olması almanya'daki yabancı düşmanlığının konser salonlarına da mı sıçradığı sorusunu akla getirdi ilk.
işin iç yüzü zamanla ortaya çıktı. konser, salonun pazar öğleden sonraları düzenlediği "pazarları saat dörtte" başlıklı, daha çok yaşlı ve emekli alman klasik müzik seyircilerine yönelik, ağırlıklı olarak barok yapıtların icra edildiği dizinin bir parçasıydı.

iranlı klavsenci konserine barok yapıtlarla başladıktan sonra, yeni çıkan albümünün de tanıtımını yapmak istemiş olmalı ki, çağdaş bestecilerden steve reich'ın bir yapıtını (piano phase-1967) çalarak devam etmiş ve yapıtın açıklamasını, almancasının çok iyi olmadığını belirterek ingilizce yapmış. kıvılcım o noktada çakmış; seyircilerden bazıları "almanca konuş!" diyerek sataşmışlar klavsenciye.
sonradan bazı köşe yazarlarının olayı anlamaya ve açıklama getirmeye çalıştıkları yazılarında belirttikleri üzere bu tepkiyi veren seyircilerin geçkin yaşları itibariyle eğitim hayatlarında ingilizce öğrenmemiş oldukları muhtemelmiş.
ancak, olay orada noktalanmamış. ardından, reich'ın tekrara dayalı minimal yapıtı başlayınca, bir pazar öğleden sonrasında kahve ve turta eşliğinde barok müzik dinlemeye programlanmış daha geniş bir kitlenin sabrı iyice taşmış ve klavsenciye yapıtı bitirtmemek için ellerinden geleni yapmışlar. reich'in alçak sesli yapıtının icrasına alkışlar, gülüşmeler, ıslıklamalar ve sataşmalarda müdahele etmeyi sürdürmüşler.
dendiğine göre, 2000 kişilik salonda 1800 kadar seyirci varmış ve bu patırtıyı koparan sadece 150 kişi kadarmış. ama tabii o 150 kişinin protestosu yetmiş; klavsenci reich'i kesip barok programa geri dönmüş.

yabancı düşmanlığı veya hoşgörüsüzlük illa da sanatçının milliyeti ile alakalı olmak zorunda değil, steve reich'ın yapıtına da olmuş olabilir. ama fark eder mi! yabancısı olduğunuz bir müziğin canlı icrasına bu şekilde tepki verdiğinizde de yabancı düşmanlığı yapmış olmuyor musunuz! heiner müller'in dediği gibi: "yeninin ilk aldığı biçim korkudur"
işin ilginç tarafı, sataşma öncesinde barok müziğin yansıra iki çağdaş bestecinin de müziğinin çalınmış olması. o zaman tepki çağdaş müziğe değil miydi? köln'de yeniyıl gecesi kutlamaları sırasında yabancılar tarafından gerçekleştirilen cinsel taciz olayları ve avrupa'ya son aylardaki mülteci akını mı yaşlı almanları huzursuz etti ve tepkileri, en uygar olduklarını farz ettiğimiz bir mekanda, klasik müzik icrası sırasında bu şekilde günyüzüne çıktı. kaldı ki köln philarmonie'de konsere gelmiş seyirci "kültürlü" olarak tanımlanacak bir kitle; sokaktaki adamın tepkisinden bahsetmiyoruz. tabii, klasik müziğin konvansiyonel hayat bakışına daha yakın olduğunu düşündüğümüzde, onun dinleyicisinin de her türlü "yeni"yi ve "yabancı"yı daha zor kabul eder olduğunu göz önüne almamız gerekir; dolayısıyla klasik müzik sever ve yaşlı bir kitlenin bu şekilde tepki vermesi, ne kadar beklenmedik de olsa, pek şaşırtıcı değil aslında.

dendiğine göre, konser bitiminde bir seyirci mikrofon isteyip, ingilizce olarak klavsenciden özür dilemiş ve alkış almış. hatta dendiğine göre alkışlayan arasında sataşanlardan da varmış.
ilerleyen günlerde köln philarmonie genel sanat yönetmeni açıklama yaparak klavsenciyi 2017 mart'ında sadece steve reich'ın yapıtlarından oluşan bir program için tekrar davet ettiklerini belirtmiş. herhalde, konseri yine pazar öğleden sonraya koymazlar!

işte o klavsenci 28 mart 2016 pazartesi akşamı istanbul'da, cemal reşit rey konser salonu'nda olacak. adı mı? mahan esfahani.
konser programında şimdilik sadece barok besteciler gözüküyor; umarım esfahani bir sürpriz yapar ve bizlere de yeni çıkan albümünden bir reich çalar; en azından bis parçası olarak..

25 Mart 2016 Cuma

amalia için söyleyen misia



anne tarafından barselona'lı, anneannesi burlesk, annesi flamenko dansçısı misia bir kere daha istanbul'da, 20 yıl önce ilk geldiğinde çıktığı salonda, cemal reşit rey konser salonu'ndaydı bu akşam.

sadece amalia rodriguez'e ayırdığı, adadığı son projesi "para amalia"dan fadolar seslendirdiği konseri ünü en az amalia kadar yayılmış "cançao do mar" ile açtı, ikinci bis olarak söylediği başka bir ünlü amalia fadosu "lagrima" ile bitirdi.
ilk bis ise konserin doruk noktalarından biriydi; "kül ve duman"ı o tok, içli sesiyle tüylerimizi diken ede ede seslendirdi.
konser playlist'i sadece amalia'nın söylediği fadolardan değil, bu proje kapsamında misia'nın amalia için çeşitli müzisyenlere sipariş ettiği ve ayrıca kendisinin yazdığı fadolardan oluşuyordu.

"amalia en iyisiydi, hala kalbimizde yaşıyor, onun gibi söyleyemem, o yüzden bozarak, değiştirerek söyleyeceğim" diyerek önce solo piyano, ardından üç gitar eşliğiyle bizi 90 dakikalığına bulunduğumuz zaman ve mekandan kopardı; bize mutluluğu yaşattı misia.

ne zamanki, istanbul'daki bir konserinin ertesi günü bir türk sanat müziği konserine gitmiş; illa hüzünlü olmak zorunda olmayan ama derin oldukları kesin fadolar ile acelesi olmayan, yavaş ritimli türk sanat müziği arasındaki akrabalığı fark ederek türkiye seyircisinin fado müziğini neden sevdiğini, anladığını anladığını söyledi misia. icra ettiği müziklerdeki ustalığının yanısıra alçakgönüllüğü ve hoşsohbetiyle de gönlümüzü bir kere daha fethetti; fado şarkıcıları arasındaki özel yerini pekiştirdi.

"portekiz'de benim için çılgın, aklına eseni yapar diyorlar, öyleyimdir; sınır, moda tanımam, özgür bir ruhumdur" diyen misia iki gün daha istanbul'da olacakmış, gerçi her yerini görmüş, pierre loti'de çay bile içmiş, ama mutlaka yeni yerler keşfedecekmiş, hiç olmadı tek gözlü de olsalar gururla yürüyen osmanlı kedilerimizden görürmüş sokaklarda. istanbul'u, istanbul seyircisini çok sevdiği kesin; "bu yıl tekrar gelemem, ilk albüm kaydımın 25. yılı bu sene, bazı projelerim var, ama ilerde mutlaka tekrar geleceğim; belki bir 20 yıl sonra da tekrar bu salonda konser veririm, belli mi olur" diyerek konseri noktalayan misia'dan ayrılmak zor oldu; umarım arayı çok fazla açmaz..

24 Mart 2016 Perşembe

hieronymus bosch'un hayal dünyasına ziyaret

fotoğraf: danzon

2016 ortaçağ ile rönesans arasındaki geçiş döneminde yaşamış ama yapıtları 20.yüzyıl sürrealistlerini katlayacak denli aşkın hayalgücü barındıran hieronymus bosch'un (1450?-1516) ölümünün 500. yılı.
bosch'un doğduğu ve hayatını sürdüğü kasaba 's-hertogenbosch'ta yılboyu kutlama etkinlikleri düzenleniyor. bunlar arasında en göze çarpanı ise 13 şubat'ta kentin en büyük müzesi het noordbrabants'ta açılan retrospektif sergi. bu sayede, dünyanın çeşitli müzelerine dağılmış bosch yapıtlarının büyük bir kısmı ilk defa bir araya, yan yana geliyor.

bosch'un sıkı hayranı ve koleksiyonunda olduğu avrupa müzelerindeki yapıtlarını canlı gözlerle görme konusunda hatırı sayılır bir takipçisi olarak, duyurusu ve reklamı bir kaç yıldır yapılan bu sergide aklım kalmış, nasıl yapıp da giderim diye pek bir düşünmüştüm. sırf bu sergi için hollanda kırsalına gitmek için zaman yaratmak imkansız gibiyken, bir akşam ışık çaktı ve nasıl olsa mart ortasında antwerp'e dimitris papaioannou izlemeye gideceğim neden oradan trenle günübirliğine 's-hertogenbosch yapmıyorum ki dedim kendime; ve yaptım.

pazar sabahı antwerp'ten 6.45'te kalkan ve bir aktarmayla yaklaşık 1.5 saat süren tren yolculuğundan sonra bosch'un kasabasına ulaştım. daha bir tatil sabahının rehavetini üstünden atamamış, yalnızca sokakları sabunla yıkayan temizlik kamyonunun ve sergiye giden tek tük meraklıların bulunduğu ıssız kenti katedip vardım müzeye.
özel ziyaret saatleri düzenine göre 9:00'da açılması gereken müze 8:45'te kapılarını açmış, ilk ziyaretçilerini kabule başlamıştı. ilan edildiğinden de erken açıldığı için güvenlikten geçmek, vestiyere eşya bırakmak yağ gibi aktı; biletimi de internetten önceden almış olduğum için müze avlusuna ayak bastıktan sonra beş dakika bile sürmedi içeride ilk bosch tablosuyla yüzyüze gelmem.
yaklaşık birbuçuk saat sonra gözlerime ve zihnime müthiş bir ziyafet çekmiş olarak müzeden çıkarken, giriş kuyruğu korkutucu bir kalabalığa dönüşmüştü. hemen biraz önce bosch tablolarıyla hemhal olduğum salonların -görece- tenhalığını düşününce, bir pazar sabahı 6:00'da kalkmış olmaya ve 1.5 saat yol gelmeye değmiş olduğunu mutlulukla idrak ettim.

sergiye gelirsem; bosch'un hemşerileri -mi demeli, torunları mı?- enfes ve muazzam kapsamlı bir sergiye imza atmışlar. dünyanın dört bir yanındaki müzelerden; berlin gemaeldegalerie'den, washington'dan, boston'dan, viyana kunsthistorische museum'dan, louvre'dan, venedik'ten, madrid prado'dan, el escorial'den, valencia'dan, new york metropolitan müzesi'nden, frankfurt'tan ve tabii ki hollanda'nın diğer, ve komşu belçika'nın brugge ve ghent müzelerinin koleksiyonlarından neredeyse bütün bosch'ları toplamışlar; neler yok ki!
tabii ki prado'nun masterpiece'leri "dünyevi zevkler bahçesi" ve "yedi ölümcül günah" yok, ama oradan bosch'un başyapıtlarından "saman arabası" ve "taşı çıkarmak" gelmiş; viyana kunsthistorische museum'dan da tabii ki "son yargı" gelememiş ama bir yüzü "çarmıhı taşıyan isa" diğer yüzü "yürümeyi öğrenen çocuk isa" betimli ilginç bir bosch tablosu bir süreliğine de olsa anavatanına geri dönmüş.
prado ve viyana kunsthistorische'den gelemeyenler için hafızamın derinliklerine daldım, bizzat karşımda olanlar sayesinde, canlı gözlerle göreli üstünden çok uzun zaman geçmiş olanları hatırladım.



venedik'ten inanılmaz güzellikte, ilginçlikte, hayalgücünün sınırlarını zorlayan bosch'lar getirtilmiş sergiye. hiçbirini daha önce görmemiştim, hatta reprodüksiyonlarını dahi hatırlamıyorum. bu nedenle benim için çok güzel bir sürpriz oldular. mesela "münzevi azizler triptik"i gelmiş, sakallı azize "st. julia'nın şehit edilmesi" gelmiş, hele ki "öbür dünya tasavvurları" gelmiş ki, bakmaya doyamadım.


washington ulusal sanat galerisi'nden gelen "ölüm ve cimri"yi de uzun uzun seyrettim.
bosch'un insanlığın karanlık tarafını tasavvur edişinin hala ne kadar güncel olduğunu fark ettim; yüzyıllar geçmiş, insan rönesans'ı, aydınlanma'yı yaşamış, endüstri devrimi'ni, iki büyük dünya savaşı'nı yaşamış, ama değişmemiş, iyiye gitmemiş; insanın her türlü açgözlüğüğü ve açgözlülüğü uğruna gerçekleştirdikleri katlanarak artmış; ne yazık! bosch, bütün ustalar gibi, öngörüsü ne kadar isabetli ve geniş bir sanatçıymış! belçika'dan döndüğümün ertesi günü gerçekleşen intihar saldırılarının geride bıraktığı görüntülerle bosch'unkiler ne kadar da paralel!

serginin benim için diğer bir keşfi bosch'un eskizlerini görmek oldu. bu sayede; yağlıboya tabloları ile onların yaratım etapları arasındaki ilişkilere ve sürece tanık olmak keyifliydi..

bizzat bosch imzalıların yanısıra, onun atölyesi'nden çıkma yapıtlar ve ayrıca, yapıtlarıyla ve yaşadığı dünyayla ilişki kuran dini objeler, gravürler, tablolar tematik salonlarda ustaca yanyana getirilmişti. bosch'u, içinde üretim yaptığı dönemle birlikte izlemek bütüncül bir bakış açısı sağladı; doyduğumu hissettim.

flamanca ahşap anlamına gelen adını kendi isteğiyle kutsal ahşap anlamına gelen hieronymus (jerome) ile, soyadını da doğduğu kasabanın adıyla değiştiren bosch'a adanmış "dahinin tasavvurları" başlıklı bu retrospektif sergi 8 mayıs'a kadar 's-hertogenbosch'da devam edecek. o tarihe kadar hollanda'ya veya yakınındaki şehirlere yolu düşeceklerin şimdiden haberi ola..

fotoğraf: danzon

23 Mart 2016 Çarşamba

ölü doğanın canlanan sesleri: dimitris papaioannou'dan "still life"

fotoğraf: danzon

koltuğuma yerleşmek üzere salona girdiğimde bomboş sahnenin en önünde ortada bir adamın oturduğunu görüyorum. biraz sonra başlayacak olan yapıtın tasarımcısı olduğunu bildiğim adamın elinde küçük bir kaya var; onu evirip çeviriyor, bir yandan da seyircileri inceliyor.
bir zaman sonra yandan sahneye bir teknisyen giriyor ve adamın altındaki sandalyeyi çekip alıyor; adam yere düşmüyor, tersine, kılı kıpırdamıyor, sanki hala altında sandalye var gibi, ya da baştan beri yoktu zaten.
biraz sonra, olmayan sandalyeden kalkar gibi bir jestle ayaklanıp, küçük kayayı önüne bırakıyor, yerdeki mikrofonlardan taşın zemine çarpma sesini duyuyoruz. adam üstünü başını düzeltiyor, ceketini ilikliyor, omuzlarını sanki üzerlerindeki tozları temizlermiş gibi hafifçe dövüyor, bize son bir defa bakıyor ve arkasını dönüyor; sırtının üst kısmında melek kanadına benzeyen iki beyazlık var. adam sahnenin karanlığına doğru gözden yitiyor... dimitris papaioannou'nun "still life"ı böyle başlıyor.

"still life" parçalardan oluşuyor; birbirine esnek bir şekilde bağlanan episodlardan. yapıtın en uzun bölümü sırtında devasa bir kare taş taşıyan, taşın içinde kaybolan, kaybolduğu delikten her seferinde başka bir adam, bazen de bir kadın olarak çıkan adam; rüzgar ve şimşeği üzerine çeken kadın; taştan adam; kürekli adam ile etekleri taşlı kadın; yükselmek için kendine taştan dengesi imkansız basamaklar yapan, merdiveni dayanak olarak kullanan adam; yerin bağlarını çözen figürler; göğü kürekle havalandıran adam; ve son olarak, başlarının üzerinde taşıdıkları masayı sahneden seyircilerin arasına indirdikten sonra, üzerindeki yemeklerle karınlarını doyuran figürler.

figürler çabalıyorlar; tekrar tekrar; yılmadan, bıkmadan; her seferinde değişerek, dönüşerek.. sanki bir yere düşmüşler, oradan kurtulmak istiyorlar; zemininin iplerini çözerek bulundukları yeri dağıtmak, çözmek istiyorlar... hedefleri hep diğer taraf, göremedikleri, duyamadıkları; en çok da yukarısı; nasıl olursa, ama mutlaka yükselmek, ya da yüksekteki bir şeylere ulaşmak; o şeyleri dürtmek, harekete geçirmek, etki yaratmak..






fotoğraflar: 
MILTOS ATHANASIOU, NYSOS VASILOPOULOS, JULIAN MOMMERT, NIKOS DRAGONAS, DIMITRIS THEODOROPOULOS 

figürler diyorum çünkü sahnedekiler insan mı yoksa melek mi, ya da küçücük kanatlarından dolayı insan ile melek arası bir evredeler mi; belli değil.. belki sırtlarındaki beyazlık da kanat değildir, lekedir sadece..
aslında ilk episodun bir adı var ve bu seyirciye yeterli ipucunu veriyor: "sisyphus". dolayısıyla figürlerin insan olma ihtimalleri yüksek; melek olsalar bu kadar uğraşırlar mıydı zaten...
sisifos referansı sadece ilk episodun değil, yapıtın genelinin atmosferini, anafikrini kuruyor. gösteri broşüründe albert camus'nün sisifos'u, -sadece yükseklere ulaşma çabasının kendisi bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeteceğinden- mutlu bir adam olarak hayal eden yorumu alıntılanmış. gerçekten de yapıt boyunca çabalayan, uğraşan ve sahnedeki diğer bütün figürlere dönüşen ama her seferinde kendisi olarak geri dönen başfigür yapıtın sonunda huzurlu, mutlu birisi gibi temizlenir, paklanır ve diğerlerinin çoktan oturmuş ve tabaklarını doldurmuş ama başlamak için onu beklemekte oldukları masaya gelerek afiyetle şölene katılır.
kral sisifos'un solar kuramına göre güneş yuvarlağını temsil etmesi, ayrıca inip kalkan deniz dalgalarıyla da özdeşleştirilmesi de papaioannou'nun yapıtında yer bulmuş.

papaioannou nasıl başlangıçta koltuklarımızda oturan bizlere bakarak bizi bir anlamda aynaladıysa, yapıt boyunca da zaman zaman oditoryumun arka kapısından sahne önüne gelerek, o anda sahnede bulunan figürü, -bu, çoğunlukla başfigür olan sisifos'tur-, izler; ikisi her seferinde aynı anda önlerini ilikleyerek veya ceketlerini düzelterek birbirlerini aynalarlar.
papaioannou prologta bizlerle kurduğu özdeşliği, bu sayede sahnedeki figüre aktararak, bizlerin de birer sisifos olduğumuzu bizlere hatırlatır.

"still life" ne dans, ne tiyatro, ne dans tiyatrosu, ne yeni sirk, ne de sihir; hiçbiri.
"still life"da hareketler, jestler, mimikler ve hüner var; durumlar ve durumların içine yerleştirilmiş figürler var.. "still life" en çok "tiyatro"ya benziyor, ama konuşma da yok söz de; sesler var ama insan değil "cansız nesne" sesleri...
"still life"ı izlerken akraba olarak sinemadan chaplin ile keaton, edebiyattan kafka ile beckett, tiyatrodan philippe genty ile josef nadj geliyor aklıma.

ama herşeyden öte, "still life" malzemeyle ve sesle sıkı sıkıya bağlantılı bir iş. bu özelliğiyle, şimdiye kadar seyrettiğim hiç bir sahne yapıtına benzemiyor. hayret uyandırıcı ve şok edici!
malzeme; ağır, hafif, uçucu, salınan, dökülen, düşen, dağılan, patlayan, yumuşak, sert..
müzik yok, sesler var. sesler; tok, tiz, çakan, tırmalayan, okşayan, pes perdeden, ani, yüksek, derinden, yakından..

fotoğraf: danzon

"sanatın simyası şeyi başka bir şeye, şiirselliğe açık bir şeye nasıl dönüştürmeyi bilmektir" diyen dimitris papaioannou bir rönesans sanatçısı gibi "still life"ı neredeyse bütünüyle kendisi tasarlamış; görsel konsept, mizansen ve ışık & kostüm tasarımı ona ait, bir tek ses kompozisyonu giwrgos poulios'un.

2014 tarihli yapıt özellikle 2015-16 sezonunda paris'ten sao paolo'ya, stockholm'den şili-santiago'ya dünyanın dört bir köşesini dolaştı, dolaşmaya devam ediyor.. 19-20 mart 2016 tarihlerinde antwerp'in devasa kültür kompleksi "de singel"de izleme şansına erdiğim "still life"ın bundan sonraki durakları mart sonunda belgrad ve temmuz'da montpellier..
2004'teki atina olimpiyatı açılışı'yla dünya çapında tanınmadan çok önce, iksv'nin taa 2000 yılındaki tiyatro festivali'nde "medea"sıyla istanbullu seyircilere tanıttığı papaioannou'nun şehrimizde tekrar ağırlanma vakti gelmedi mi..

17 Mart 2016 Perşembe

sleep: "telaş içindeki dünya için ninni"


sinemaseverlerin lübnan savaşını anlatan ünlü belgesel animasyon "waltz with bashir"le, dansseverlerin çağdaştan da öte güncel olarak tanımlanabilecek işlere imza atan genç ingiliz koreograf wayne mcgregor'un "infra"sıyla veya nederland dans theater'ın çeşitli yapımlarında kullanılan müzikleriyle, müzikseverlerin ise ritim ve melodinin başabaş koştuğu hipnotik ve minimalist müzikleriyle tanıdığı max richter berlin-maerzmusik kapsamında üç gecedir "sleep" adlı yapıtının dünya prömiyerini icra ediyor.

"sleep" piyano, yaylı çalgılar, ses ve elektronik için yedi müzisyenden oluşan bir topluluğa göre bestelenmiş.
klasik müzik tarihinin en uzun tek bölümlük yapıtı olarak tanımlanan "sleep" geceden sabaha 8 saat sürüyor. richter yapıtını "müzik ile bilinç arasındaki ilişkiyi araştıran deneysel bir proje" olarak görüyor ve "çılgın dünya için bir ninni" olarak tanımlıyor.



daha önce sadece ingiltere'de davetli bir topluluğa çalınmış olan "sleep"in berlin'deki etkinlik mekanı heizkraftwerk mitte an der spree'ye dinleyicilerin uyku tulumları ve yastıklarıyla gelmeleri serbestmiş. 400 kişilik biletlerin hepsi, tahmin edileceği üzere, tükenmiş. son icra bu gece..

bakalım richter'in 19 kasım 2016 istanbul konserinin playlist'i ne olacak..

13 Mart 2016 Pazar

kabusun böylesi görülür!

iki akşamdır üstüste kabuslar görüyorum; biri "sezonun kâbusu", diğeri "iki kişilik kâbus"; ilki tiyatrotem'in ikincisi tiyatro bereze'nin; ilki 2014'te, ikincisi bu yıl, şubat aylarında prömiyer yapmış; ilki strindberg'in "matzamel julie"sinden hareketle, ikincisi shakespeare'in "macbeth"inden uyarlama.  benim onları tesadüfen arka arkaya gelen iki akşamda izlememin ötesinde, ikisi arasındaki bir benzerlik de, künyelerinde birbirlerine teşekkür ediyor olmaları..


"sezonun kâbusu" oyunculuk sanatı üzerine; oyuncunun sahnede bir karakteri, bir durumu, bir nesneyi, bir atmosferi anlatması, canlandırması, aktararak seyirciye geçirmesi üzerine bir oyun.

tiyatrotem'in iki direği, biri okullu diğeri alaylı, biri ödüllü diğeri ödülsüz, biri içerden (izlenimci) diğeri dışardan (ifadeci) oynayan ayşe selen ve şehsuvar aktaş, semaver kumpanya'dan transfer ettikleri sezin bozacı'yı aralarına almışlar, bir oyuncu olarak onun prömiyerden önceki gecede gördüğü kâbusunu canlandırıyorlar.

sahnede direkt "sezo" denerek hitap edilen oyuncu sezin bozacı, konusunu-olaylarını bildiği ama içindeki rolünü ezberlemediği "matmazel julie" oyununda matmazel julie'yi oynayacaktır. zeminde oyun alanı beyaz bir kare ile tanımlanmıştır. iki tiyatro meleği, biri bir tarafında diğeri diğer tarafında ona süfle verirler; çocukların kağıttan bebeklere kağıttan elbise giydirmeleri gibi ona iki boyutlu kostümünü giydirirler; içerden oynayan melek julie'nin kadınsı duyarlılığının ağır bastığı sahnelerde, dışardan oynayan melek ise julie'nin erkin diliyle konuştuğu-davrandığı sahnelerde onun ellerini, kollarını, bacaklarını kukla gibi oynatarak, rolünü canlandırmasını sağlarlar.

"sezonun kâbusu" tipik bir tiyatrotem yapımı; abartılı ve grotesk söz, dil, jest ve mimik oyunları, zeki ve hınzır fikirler, incelikle tasarlanmış zevkli kostümler, minimal ama yine incelikle düşünülmüş sahne düzeni; her anı seyirciyi, en azından beni -ve izlenimim o ki, seyrettiğim akşamki salonu dolduran neredeyse bütün seyircileri-, dipdiri tutan, dikkati bir an bile sahneden koparmayan süratli bir mizansen.

tiyatrotem'i "alem buysa kral übü"den beri severek takip etmeye çalışsam da, iki senedir sahneledikleri "sezonun kâbusu"nu seyretmekte biraz gecikmişim; ama iyi ki kaçırmamışım.



bu sezon, yeni prömiyer yapan oyunların oturmasını bekleyip, onları bir-iki ay geçtikten sonra seyretmeye gayret ediyorum. ama bir oyun var ki, prömiyer yaptığı şubat ayının hemen akâbinde koştum seyretmeye. hem o topluluğu, eski işlerinden çok sevdiğim ve yeni ne yapmışlar çok merak ettiğim için, hem de topluluğun kurucularından erkan uyanıksoy'a, dört yıl önce abdullah cabaluz'un rejisinde iş oyuncuları'yla birlikte oynadığı "onikinci gece"deki feste rolünde hayran kaldığım için.

uyanıksoy ve elif temuçin'in uyarlayıp oynadıkları ve doğu akal'ın yönettiği "macbeth / iki kişilik kâbus"; william shakespeare'in "macbeth"ini iki kişiye ve 90 dakikaya indiren; hem oyunun bütününün, hem de sahne sahne her sahnenin özüne inip, çözümleyerek oradan yüzeye çıkan; her sahnenin gerektirdiği birbirinden farklı tiyatral anlatım tekniklerini bir arada kullanan; matrix, braveheart, breaking bad, çin dövüş sanatları, japon animasyonları ve manganın estetiklerinden esinlenmiş hissi/izlenimi edindiğim; tarihi ve güncel, yabancı ve yerel politik figürlere selam eden; sahnedeki her bir objeye ve eşyaya özel değer ve anlam yükleyen; hiç bir mimiğin, jestin, objenin, kostümün, ışığın, karanlığın, ve hatta hiç bir saniyenin fazladan olmadığı; rahatlıkla yamalı bohça olabilecekken her öğenin, esinin ve fikrin dozunda bütüne katıldığı eğlenceli, zeki ve hınzır mizanseniyle müthiş bir yapım.

uyanıksoy'un her bir bakışı, bedenini kullanışı, sesinin her bir tonu ve vurgusu o kadar nüanslı o kadar nüanslı ki; onu seyrederken zevkten dört köşe olmamak imkansız.
temuçin'in de ondan aşağı kalır yanı yok; sadece gözlerini kullanışıyla bile bütün mimiğini, bedenini, duruşunu belirliyor.

doğu akal'ın yönetmenlikte gösterdiği başarıyı, her ne kadar masa lambalarından yarattığı fikri çok sevmiş olsam da, sahneüstü spotlarının dahil olduğu ışık tasarımında aynı yetkinlikte tekrarlayamadığına üzüldüm.
lucile larour ve patricia ulbricht'in sahne ve kostüm tasarımları ise mies van der rohe'nin mimari tasarım için sarf ettiği "az çoktur" sözünün ne kadar isabetli olduğunu doğrular kalitedeydi; ikilinin sahne düzenlemesinde mekân boşluğunu kullanışları, kostümlerde ise renkleri ve dokuları kullanışları özellikle kayda değerdi.

tiyatro bereze'nin "macbeth / iki kişilik kâbus"u klasik bir oyunun derdinin/dertlerinin nasıl lime lime çözümlenip ortaya çıkarılabileceğine ve bu dertlerin günümüz dünyası ve çağdaş estetikle nasıl buluşturulabileceğine dair benzersiz ve usta işi bir örnek.
nasıl tiyatro sahnelerinde bazılarımız 20-30, bazılarımız ise yaşımıza göre 40-50 yıl önce seyrettiğimiz belli yapımları unutamıyoruz, hep hatırlıyoruz; bence tiyatro bereze'nin "macbeth / iki kişilik kâbus"unu da uzun yıllar sonra bile halâ konuşuyor, anıyor olacağız..

5 Mart 2016 Cumartesi

20. istanbul tiyatro festivali programına bir bakış



ilkinden itibaren, hatta haziran-temmuz aylarındaki ana festivalden kopmadan önceki zamanlardan beridir iksv'nin istanbul'a getirdiği sahne sanatları gösterilerini kaçırmayan bir "istanbul tiyatro festivali takipçisi" olarak festivalin bu yıl mayıs ayında düzenlenecek 20. edisyonuna kendi penceremden bakmak istedim; "bu kadar oyundan hangisine gitsek, hangisini kaçırmasak" programı yapacaklara biletler satışa çıkmadan belki bir faydam dokunur, ve belki bazı konuları tartışmaya açabilirim ümidiyle..
buyrun festival programına:

yabancı yapımlar
bu yılki festival programına ve paralel etkinliklere baktığımda gözüme ilk çarpan şu dört isim oldu: robert wilson, robert lepage, guy cassiers, milo rau. 80'ine merdiven dayamışından, daha 40'ına gelmemişine günümüz tiyatro sanatının farklı çehrelerini temsil eden dört muhteşem isim.
wilson'ın uzun yıllar sonra (en son 2000'de festivale konuk oldu) tekrar bir işini, bu sefer berliner ensemble topluluğundan, hem de brecht'in "üç kuruşluk operası"yla izlemek büyük bir şans ve imkan. 16 yıl az bir süre değil; yeni nesillerin de wilson ile tanışması lazım.
cassiers'in ise bu, istanbul'a ikinci gelişi. 2010'da "damıtılmış kırmızı" ile beni derinden etkilemişti. bu sefer de 190 dakika uzunluğundaki yeni işi "merhametliler"den boğazımda düğümlerle çıkacağım kesin gibi.
galiba kendisi bizzat gelemeyecek olsa da, günümüz tiyatrosunun büyücülerinden lepage ise çok gecikmeli de olsa nihayet bir işiyle konuk ediliyor festivale; geliyor olsa eminim festivalin onur ödüllerinden biri de ona verilirdi. merak edenler, lepage hakkında detaylı bilgiyi blogumun eski tarihli yazılarından edinebilirler; "needles and opium" kaçırılmamalı.
rau ise daha yeni yeni parlayan, berlin schaubühne'deki işleriyle adını duyduğum genç bir isim; hiç bir işini izlemedim, "nefret radyosu"nu merakla bekliyorum.

bu dörtlü dışında iran, ingiltere, portekiz ve fransa'dan da topluluklar konuk olacak festivale; hatta bunlardan birinin dünya prömiyeri festival çerçevesinde gerçekleşecek. umarım yaratıcılarını tanımadığım bu oyunlardan kendim için yeni isimler keşfetmiş, yeni rotalar çizmiş, çoğalmış olarak çıkarım.
bu vesileyle önemsediğim bir konuda da festival yönetimini kutlamak isterim: uluslararası sanatçı ve topluluklarla ortaklıkları çoğaltmış olmaları. yabancı yapımlardan dördü "istanbul festivali ortak yapımı" ibaresi taşıyor ki, bu gerçekten çok çok önemli.

yerli yapımlar
yerli yapımlara baktığımda; üretim ritmini uzun zamandır, iki yılda bir düzenlenen festivale göre ayarlayan türkiye tiyatrosu'nun en önemli isimlerinden şahika tekand'ın ve yine festivale iki yılda bir belçika'lı topluluğuyla katılan mesut arslan'ın merakla beklediğim, ilkinin "godot'yu beklerken" ikincisinin "gizli yüz" isimli yeni projelerinin yanısıra; istanbul sahnelerinin alternatif tiyatro toplulukları arasından, istikrarlı şekilde nitelikli üretimleriyle son yıllarda isim yapmış, çoğu ülkemizi yurtdışında da önemli festivallerde temsil eden ekip, hayal perdesi, altıdan sonra, ikincikat, destar, biriken, galataperform, pera, talimhane gibi toplulukların en yeni işlerinin prömiyerlerinin festival programına alındığını görüyorum.

herhalde kendileri yeni bir projeyle başvurmayı seçmediler ama şehrin tek uluslararası tiyatro festivalinde moda sahnesi, semaver kumpanya, seyyar sahne ve tiyatrotem'in de yeni işleriyle yer almalarını gözüm aramadı değil.

tiyatroda yeni olmayan ama yazar ve yönetmen olarak bir önceki festivaldeki işleriyle adlarından söz ettiren ceren ercan ve gülce uğurlu bu sefer ayrı projelerle festivale katılıyorlar.
yine, adını ilk defa bir önceki festivalle duyduğum, bence bir anlamda festivalin keşfi olan sarı sandalye ekibini festival yönetimi takip etmeye devam ederek, yeni işlerini de bu yılki festivale dahil etmiş; çok iyi!

bu yapımların çoğunu, eğer bir aksilik olmazsa önümüzdeki sezonda izleyeceğiz. bu nedenle bu yapımların hepsi her ne kadar severek takip ettiğim topluluklara ve isimlere ait olsa da, beni festival bağlamında çok heyecanlandırdıklarını söyleyemeyeceğim.

bir yapımı sadece ve sadece festival kapsamında izlemek, bir yapımın sadece festivale özgü olması ayrı bir heyecan ve ivme kaynağı bana göre; örneğin eski yıllardan turgut-ümit denizer'in boğazköylerinin iskelelerine uğrayan bir vapurda geçen "perdeci", mahir günşıray'ın lorca projesi aklıma geliyor, ya da naz erayda'nın cihangir'deki, emre koyuncuoğlu'nun narmalı han'daki, hasköy iplik fabrikası'ndaki işleri gibi..
bu anlamda beni bu seneki programda en çok heyecanlandıran yerli yapımın özen yula'nın "ân" adlı işi olduğunu söylemeliyim. yeldeğirmeni sanat merkezi'nin mekanlarında dolaşarak izlenecek olan "ân"ı mutlaka izlemek istiyorum.

yeni dalga
iki yıl önceki festivalin "yeni dalga" bölümündeki isimlerden günümüze bir tek sarı sandalye'nin kalmış olması, festival ekibini yeni ve genç isimleri/toplulukları programa dahil etme konusunda ürkekleştirmiş olabilir, ancak bu bölümün devam ettirilmesinin sahne sanatlarımıza uzun vadede taze kan getireceğine inanıyorum.
belki "yeni dalga" yerli yapımlara uygulanan başvuru usulüyle değil, festival ekibinin samanlıkta iğne arar misali araştırarak, deşerek ortaya çıkarıp, hatta teşvik edip davet edeceği isimlerle/topluluklarla oluşturulmalı. festival en azından gençler söz konusu olunca risk almalı; biz seyirciler de yeni isimleri ilk veya ikinci işleriyle keşfetme heyecanıyla bu yapımlara koşmalıyız.

bu sene "yeni dalga" adı altında sadece iki iş var. bunlardan birinin yeni dalga altında olmasını biraz garipsedim; sanırım oyuncu ekip gençlerden oluştuğu için bu tercih yapılmış ancak tiyatro her şeyin ötesinde aslında bir yönetmenlik sanatı değil mi..

dans
dansa gelince bu yılki festival maalesef çok çok zayıf.
geçmiş yıllarda pina bausch, sacha waltz, ultima vez, cherkaoui, keersmaeker, papaioannou, forstyhe, cullberg ballet, monnier gibi dans alanında önemli isimlerin ve toplulukların bir kaçının bir arada konuk olduğu bir tarihe sahip festivalin bu yıl sadece bir yabancı, iki yerli dans işiyle karşımıza çıkması üzücü.
bu tercihin arkasında mesela "tiyatro festivalinin aksak yıllarını küçük çaplı bir dans festivaliyle dengelemeyi düşünüyoruz, o yüzden dansı bu sefer hafif geçtik" gibi bir haber yatsa, sesim çıkmazdı; ama iki yıl önce iksv'nin yönetim kurulu başkanı bülent eczacıbaşı tarafından bizzat telafuz edilen "tiyatro festivalini artık her yıl düzenleyeceğiz" vaadi bile hayata geçecekmiş gibi görünmezken, iksv'den bir de dans festivali ummak ancak güzel bir hayalden öteye geçmiyor sanırım.
bir yandan da; hayıflanmadan edemiyorum: şu aralar papaionannou'nun "still life", peeping tom'un "vader", akram khan'ın "untill the lions", akram khan ile israel galvan'ın "torobaka" gibi hem popüler olan hem de sanat niteliği yüksek işler ve şu anda aklıma gelmeyen, ama eminim festival yönetiminin haberdar olduğu küçük-büyük çaplı bir çok diğer dans yapımı dünya sahnelerini turlamakta. bunlardan bir-ikisinin bile olsa yolu istanbul'a düşürülemez miydi!

peki, bu yılki festivalde dans'ta kimler var?
yabancı olarak; topluluktaki türkiyeli dansçı kerem gelebek etkisiyle olsa gerek, son iki işiyle türk kültürüne göz kırpan christian rizzo dünyayı türkçe ismiyle turlayan bir önceki işi "sakınan göze çöp batar" ile değil, ondan daha iyi olduğunu arte-concert'te yayınlanmış olan kayıtlardan izleyerek bizzat gözlemlediğim son işi "d’après une histoire vraie (gerçek hayattan alınmıştır)" ile konuk olacak festivale. bu yapımı hararetle öneririm; ben de bu sefer canlı izleyecek olmaktan dolayı heyecanlıyım.

herhangi bir işiyle değil ama ustalık sınıfıyla festivale konuk olacak olivier dubois'yı atlamamak lazım tabii..

yerli olaraksa; sadece aslı bostancı ve tuğçe tuna'nın adını görüyorum programda.
yıllardır her festivale hazırladığı, bayrampaşa cezaevi, hasköy iplik fabrikası gibi dans söz konusu olunca sıradışı mekanlardaki tek defalık (yani sadece festival kapsamında sergilenebilen, devamı olmayan) yere-özgü işleriyle beni ve sanırım bütün dansseverleri heyecanlandıran tuğçe tuna bu sefer bizleri evinde, msgsü modern dans ana sanat dalı'nın mekanında (msgsü bomonti yerleşkesi, 2. kat) ağarlayacak.

mekan
festivalin mekanları arasında msgsü modern dans ana sanat dalı sahnesini görünce, ilk düşüncem "hah, nihayet dans için yaratılmış o güzel mekan festival için açıldı" oldu, ancak programda o mekanda gösteri olarak sadece mekanın evsahibinin işinin olması biraz hayal kırıklığına uğrattı beni.

bu noktayla bağlantılı başka bir durum da herhalde hepimizin gözlerinden kaçmamıştır: yıllardır festivalin mekan anlamında amiral gemisi olan harbiye muhsin ertuğrul sahnesi bu yıl sadece istanbul şehir tiyatrosu'nun kendi oyunu için perdesini açacak festivalde. bu durumda bir gariplik yok mu! herhalde festival yönetiminin kendi tercihi değildir şehrin merkezi noktasındaki bu mekanı bırakıp, festivalin en önemli ayağını oluşturan yabancı yapımları şehrin çeperinde zor ulaşılan bir mekana yerleştirmek. belki uniq hall, aynı atina festivali'nin kent çeperi mekanı peiraios 260 gibi bir çekim merkezi olacak; olursa ne mutlu; ama o zaman da insan her ikisi de, yani hem uniq hall hem de harbiye muhsin ertuğrul kullanılıyor olsaydı diye geçiriyor içinden.

yan etkinlikler
yan etkinlikler festivalin son yıllarında gittikçe artarak programın önemli bir ayağı olmaya başladı. şahika tekand'ın bu yıl festivalin onur ödülünü alırken "insansız yapılması mümkün olmayan tek iş" olarak tanımladığı tiyatroya adanmış bir festival de işte tam da bu nedenle sadece sahneyle sınırlı kalmamalı, sahne dışındaki etkinliklerle de beslenmeli, insan ile insan arasındaki ilişki bu yolla da güçlendirilmeli. festival ekibi de bunun farkında olmalı ki profesyonellerden seyircilere, bütün tiyatroseverler için sempozyumdan okuma tiyatrosuna, ustalık sınıflarından söyleşilere, sergilerden atölye çalışmalarına, performanslara "festival içinde festival" gibi bir yan etkinlik programı hazırlamış. kaçırmamak lazım.

yan etkinliklerden bağımsız olarak, festivalin neredeyse bütün yabancı topluluklarının oyunlarının bir akşamına oyun sonrası yönetmen söyleşileri konmuş. keşke bu uygulama yerli yapımlar için de düşünülseymiş..

teşekkür
her şey bir yana; yerel ve merkezi yönetimlerin ciddi desteği olmadan yerli-yabancı yapımlarıyla, yan etkinlikleriyle, ve ayrıca basın bülteninden öğrendiğim kadarıyla yurtdışından gelecek tiyatro insanlarına yönelik türkiye tiyatrosunun showcase'i ve dans platformu gibi aslında resmi kültür-sanat politikasıyla merkezi yönetimin üstlenmesi gereken etkinlikleriyle bu kadar kapsamlı bir festivali kurguladığı için festival direktörü leman yılmaz ve ekibine bir seyirci-takipçi olarak içten teşekkürlerimi sunarım.

bizi mayıs'ta, bir nebze de olsa yaşadığımız coğrafyanın gerçeklerinden sanat yoluyla koparacak ve bazen de onlarla daha da sıkı bağlayacak çok güzel akşamlar bekliyor..

2 Mart 2016 Çarşamba

"performans sanatları sahnesi" ne demek yahu!



içinde müzik ve sahne sanatlarının icra edildiği binalar için son yıllarda türkçe'de kullanılan "performans sanatları sahnesi", "performans sanatları merkezi" gibi tabirler yanlıştır; yanlış olmasının ötesinde cahillik, görgüsüzlük ve özentiliktir.

"performans sanatları" ingilizce "performing arts" tabirinin türkçe'ye yanlış ve cahilce çevrilmiş halidir. "performance art"/performans sanatı başka bir şeydir, performing arts başka!
"performing arts" için, sanırım en doğru türkçeyle "gösteri sanatları" denebilir. çünkü ingilizce perform fiili "performing arts" bağlamında kullanıldığında göstermek, icra etmek, sunmak, oynamak, temsil etmek, sahnelemek anlamlarına gelir. "gösteri sanatları" yerine "sahne sanatları" veya "temsil sanatları" da denebilir, ancak "performans sanatları" olabilecek en yanlış ve özenti kullanım şeklidir.

hadi, binalarını olduğundan daha da özel göstermeye, aslında "pazarlamaya" çalışan ancak ne kendi dillerinden ne yabancı dillerden anlayan, ne de binalarının içinde sundukları -ya da "sattıkları" demek belki de daha doğru- ürünlerin ne olduğunu bilen işletmeciler kendileri gibi cahilleşen güruhu kafakola almak için bu özenti tabirleri kullansınlar da; dünya festivalleri görmüş geçirmiş, müzik ve gösteri sanatlarını yakından takip eden kültür-sanat insanlarımız gazete köşelerinde yazarken onların görgüsüzlüklerine alet olmasınlar. lütfen!...