30 Haziran 2015 Salı



aramızdan ani ayrılışının altıncı yıldönümünde pina bausch'un yapıtlarıyla "nefes" almaya devam ediyoruz; 
onu sevgi ve özlemle anıyorum..

25 Haziran 2015 Perşembe

peeping tom'dan "32 rue vandenbranden"



"peeping tom" arjantinli ve fransız iki koreografın, gabriela carrizo ile franck chartier'nin belçika'da yerleşik olarak ortaklaşa işler ürettikleri bir topluluk.
carrizo ile chartier; ünlü belçikalı koreograf -ve ortopedik terapist- alain platel'le çalışırken tanışmışlar; özellikle le jardin (2001) – le salon (2004) – le sous sol (2007)'den oluşan üçlemeyle avrupa çapında tanındılar.

üçlemeyle aldıklarının yanısıra, daha sonraki yıllarda da arka arkaya ödül almaya devam ediyorlar ve ayrıca, ilginç işbirliklerine gidiyorlar.
son işleri "vader" barselona'da 2014'ün en iyi uluslararası dans yapıtı ödülünü, bir önceki işleri "32 rue vandenbranden" 2015 olivier ödüllerinde en iyi yeni dans yapıtı ödülünü aldı.
mayıs 2015'te almanya'nın prestijli tiyatro topluluklarından münih residenztheater'ın oyuncularıyla "the land" adlı bir iş çıkardılar; carrizo'nun 2013'te hollanda'nın -ve hatta dünyanın- en önemli çağdaş dans topluluklarından NDT 1 bünyesinde yaptığı "the missing door" ile chartier'in aynı dansçılarla yapacağı yeni iş, birlikte aynı akşamda arka arkaya sahnelenmek üzere NDT 1'in 2015-16 sezon programına girdi.

"peeping tom" adını michael powell'ın 1960 yapımı aynı adlı ünlü kült filmden alıyor olsa gerek. gerilim, cinayet ama en çok dikizlemek üzerine bir film olan "peeping tom" carrizo ile chartier'e tekinsiz ortamlar yaratmak konusunda ilham vermiş olmalı. tabii; seyirciler tarafından -bir manada- "dikizleniyor" olma durumu da ikilinin mizansenlerine etki eden en önemli araçlardan biri.
sinemadan konuşulacaksa; "peeping tom"un işlerinde powell'ın filmi bir yana, esas david lynch etkisi çok bariz.

onlara ün getiren üçlemelerini izleyememiş olsam da, ondan sonra ürettikleri işlerini yakalamaya çalışıyorum. 2013 kasım'ında almanya-ludwigshafen'da "a louer" (kiralık)'ı izlemiş ve burada yazmıştım. bu yılın şubat ayında da belçika-leuven'de "32 rue vandenbranden"ı izleme şansım oldu.

carrizo ile chartier "32 rue vandenbranden"de de tekinsiz atmosferlerde hayat bulan arızalı karakterler yaratmaya; gerçekçiymiş gibi duran mekanlarda saklı gariplikleri, olağanüstülükleri bazen üzerine basarak bazen derinden derinden işlemeye; yanyana gelmesi düşünülmeyecek durumlarla, duygularla ve malzemelerle seyircilerini şaşırtmaya ve eğlendirmeye devam ediyorlar.

yapıtın adından başlıyor şaşırtmaca; bir yerleşmedeki bir adres gibi duruyor; "32 rue vandenbranden": sokak adı ve ev numarası.
salona girmeden önce yapıtın bir şehir, köy, kasabada geçebileceğini düşünüyor insan; ama salona girip de perdesi açık olan sahnedeki tasarımı gördüğünüzde ilk şaşkınlığınızı yaşıyorsunuz:
seyirci koltuklarının ilk sırasına kadar karlarla kaplı bir dış mekan; göz alabildiğine açık, çok uzakta belli belirsiz dağ zirveleri, ağaç yok; iki yanda birer karavan; yerde ortada geride iki kırmızı adak mumu.. sanki bir dağ tepesindeyiz; ıssız, kervan geçmez bir yer; e peki bu adres neyin nesi o zaman?..



ışıklar karardığında önce rüzgar uğultusu gelmeye başlıyor, ardından çan sesleri; demek ki yakınlarda bir yerde bir kasaba olmalı..
karavanların içlerinde ışıklar yanıyor, hareketlenme başlıyor; birinde uzun saçlı yaşlı bir kadın oturmakta..
karavanların birinden çıkan hamile geçkin kadın, karavanın altında -evet altında- ağlamakta olan büyük insan başlı bebeği önce avutuyor sonra karların arasına, karavanın altına geri itiyor..
diğer karavandan genç bir çift çıkıyor; kadın adamı terk etmek istiyor sanki, ama ayrılamıyor bir türlü; birbirlerine dolanıyorlar, çarpıyorlar, sarılıyorlar; bir parçanın iki yarısı gibiler, ama bir türlü de uyuşamıyorlar..
bir zaman sonra karavanların birinin arkasından yandan, biri diğerinin sırtında ve elleri bavullarla dolu iki adam geliyorlar; belli ki uzun zaman yürümüşler, soğuktan donmuşlar.. çekik gözlüler; vardıkları yerin yabancısı oldukları kesin; peki yollarını bu dondurucu soğukta bu dağ başına düşüren neydi; tesadüf mü, şanssızlık mı, yoksa bu adres onların varmak istedikleri yer mi aslında?..

genç karı-koca; hamile geçkin kadın ile annesi (mi?; belki ablası); iki uzak doğulu; iki karavan; iki adak mumu..





kim ölü, kim canlı, kim cin... kim iyi, kim kötü.. olaylar düz bir çizgide mi, yoksa zikzaklı mı anlatılıyor.. gerçek mi, rüya mı, kabus mu.. protagonistlerin aralarında nasıl ilişkiler var; kim kimin nesi oluyor.. bu dünyada mıyız, yoksa öbür dünyada mı..  protagonistler neden bu kadar garip ve arızalı..
kapı arkalarında bir kaybolup bir ortaya çıkanlar.. çizgi filmlerden fırlamış elastik bir hayalet misali vücutlarını kıvrım kıvrım kıvratanlar; kollarını, ellerini, ayaklarını, uyuzlarını bükenler.. insanüstü bir şekilde "sanki" havada süzülenler..  bir anda bir orda bir burda olabilenler; bir anda kuş olup saldırganlaşan, bir anda insana geri dönenler..





bellini’nin "casta diva"sını da pink floyd'un "shine on you crazy diamond"ını da aynı yetkinlikte canlı icra eden bir kadının; uzakdoğu halk şarkısının da, uzakdoğu pop şarkısının da yerini bulduğu ve yadırganmadığı bir müzik seçimi..

broşürde ünlü "narayama türküsü" filminden esinlenildiği yazan, ancak seyrettiğimi düşününce ancak bir çıkış noktası olabilecek kadar o filmle ilişkili olan; kendini kolaylıkla ele vermeyen, seyrek dokunmuş ve bol boşluklu bir hikaye..
öyle net bir hikaye de yok belki; her seyircinin kendi hikayesini oluşturmasına imkan verecek parçalar var; ve tabii ki mükemmel bir atmosfer.. espirisi ve ironisi eksik olmayan, ancak kesif bir tekinsizliğin, huzursuzluğun, yalnızlığın ve hüznün hüküm sürdüğü kapkara bir atmosfer..

peeping tom takibi hak ediyor..

18 Haziran 2015 Perşembe

görsel şölen III - berliner ensemble afişleri

üç yıldır berliner ensemble'ın aylık broşürlerinin kapak afişlerini paylaşıyorum. 
sezon kapanıyor; yine vakti geldi, geçtiğimiz sezonun afişleriyle gözlerimizi eğlendirmenin.



bu birbirinden güzel tasarımları, dün 72 yaşında kaybettiğimiz tiyatrocumuz başar sabuncu'nun anısına ithaf ediyorum. 
oyun atölyesi'nde inanılmaz bir kadroyla (zuhal olcay, haluk bilginer, bülent emin yarar, derya alabora, güven kıraç'lı) genet'nin "balkon"u, şehir tiyatrolarında gogol'ün "palto"su, shakespeare derlemesi "bir ata krallığım", çehov derlemesi "herkes aynı bahçede"; yıllar yıllar önce gülriz sururi-engin cezar tiyatrosu'nda aylarca kapalı gişe oynayan "kaldırım serçesi", şener şen'li egemen bostancı yapımı şan tiyatrosu'nda izlediğim "şvayk hitler'e karşı"; sonra filmleri: "zengin mutfağı", "çıplak vatandaş", "kupa kızı", "asılacak kadın" ilk aklıma gelenler, hiç unutmadıklarım; ki bu saydıklarım başar sabuncu'nun 1980 sonrası üretimlerinden sadece bir kaçı.. bir de esas, öncesi var; yaştan dolayı yetişememiş olduklarım..  
türkiye tiyatrosu çok önemli bir yaratıcısını erken yaşta yitirdi; nur içinde yatsın..


10 Haziran 2015 Çarşamba

keersmaeker'in eno ile shakespeare'i birleştiren işi: "golden hours (as you like it)"

 kaaitheater'da "golden hours (as you like it) başlamadan önce (foto: mehmet k. özel)

anne teresa de keersmaeker'in ocak sonunda brüksel kaaitheater'de prömiyer yapan yeni işi "golden hours (as you like it)" önümüzdeki hafta paris theatre de la ville'e konuk olacak.
"golden hours"ı brüksel'deki prömiyer gösterileri sırasında izleme şansım olmuştu; araya bir sürü başka şey girince, o seyahatim sırasında keermaeker'in yanısıra brugge'de alain platel'in, leuven'de peeping tom'un, ghent'te wim vandekeybus'un izlediğim işleri hakkındaki izlenimlerimi de yazmaya bir türlü fırsatım olmadı. şimdi, paris gösterimlerini bahane edip, keersmaeker'inkini kaleme almaya heveslendim. diğerleri için de umarım bir ara, vakit yaratır, izlenimlerimi paylaşırım..

keersmaeker; "golden hours" başlığını, brian eno'nun aynı adlı şarkısından ödünç almış. keersmaeker arasız 140 dakika süren bu son işimde, eno'nun şarkısını sadece prologda, arka arkaya bir kaç kere tekrarlayarak kullanıyor. şarkı tekrar tekrar çalarken, dansçıların hepsi, koro misali, çok yavaş ve ağır hareketlerle sahnenin en gerisinden en önüne sonra tekrar geriye ve öne gelip gidiyorlar; loş ortamın da etkisiyle zaman daha baştan askıya alınmış oluyor sanki; sonra, dansçılar hızlanıyor, müzik kesiliyor ve aralarından birinin solosuyla başka bir faza geçiliyor..

"golden hours"da prolog dışında neredeyse hiç müzik yok; ender olarak, dansçılardan carlos garbin eline gitarını alıp, eno'nun şarkısının bulunduğu 1975 tarihli "another grren world" adlı albümün diğer parçalarını sessiz sedasız seslendiriyor.
işin esas müziği ise; dansçıların hareketlerinden çıkan seslerden oluşuyor. keersmaeker "the song"dan bu yana işlerinde hareket ile sesin ilişkisini, bedensel hareketin sesini araştırıyor; "sessizlikte dans etmek hareketin kendisinden bir müzik çıkarabilir mi" sorusunun peşinden gidiyor.. hareketler öyle olağanüstü bir ses dünyası yaratmıyor olsalar da, dansı sessizlikte izlemek etkileyici. dans işlerinde müziğe alışmış seyirciyi ve özellikle de keersmaeker'in işlerinde müziğin önemli yerini düşündüğümüzde, sanatçının müziksizliği seçmesi gerçekten oldukça radikal bir yaklaşım. ancak koreografi seyircinin dikkatini toparlayacak seviyede yoğun olmalı ki, müziğe yaslanmak durumunda kalınmasın; keersmaeker de bütün ustalığıyla bunu başarıyor.


"golden hours"ın yan başlığı "as you like it" (beğendiğiniz gibi) keersmaeker'in bu işteki ikinci esininin adresini işaret ediyor: shakespeare'ın aynı isimli oyunu.
dansçılar -tekrar ediyorum: arasız 140 dakika süren- gösteride tek bir kelime bile konuşmuyorlar; ama -oyun broşüründe yazdığına göre- herkes repliğini ezberlemiş, iki-üç rol birden canlandıranlar da.
dansçılar rollerini konuşarak değil dans ederek canlandırıyorlar; keersmaeker'in "my talking is my dancing" (konuşmam dans etmemdir) yaklaşımı doğrultusunda kelimeler soyut şekilsel hareketlere dökülmüş. hareketlerde özellikle el ve kol kullanımı ön planda; dansçılar figüratif anlamda betimleyici olmadan bedenleriyle konuşuyorlar ve shakespeare'in hikayesini seyirciye sözlerle değil hareket diliyle geçiriyorlar. sadece; ender olarak sahne kenarındaki duvarlara oyundan bazı replikler yansıtılıyor.
keersmaeker bir araştırma laboratuarında deney yapar gibi; ortaya koyduğu bir fikrin, bir teorinin uygulamada nasıl gerçekleşeceğinin denemesini yapıyor. çoğu eleştirmene göre bu keersmaeker'in en iyi işi değil. ben bu arayışı değerli buldum; izlerken keyif de aldım; içine girilmeyecek kadar avant-garde, soyut ve sıkıcı bir iş olarak gelmedi bana.

keersmaeker neden, ünlü "bütün dünya bir sahnedir" repliğini de barındıran bu pastoral komediyi kullanmış? çünkü shakespeare'in bu oyun vesilesiyle didiklediği cinsiyet ve cinsel kimlikler, zaman, ütopya gibi konulara kendisi de son yıllarda ilgi duymaktaymış.

shakespeare'in oyunları içinde "beğendiğiniz gibi" başrolünde kanlı, canlı, hacimli bir kadın karakterin (rosalind) olduğu ender oyunlardan biri, hatta tek oyun. rosalind hikaye gereği erkek kılığına giriyor ve olaylar gerektirdiği için, bu kılıktayken de tekrar bir kadın karakterine bürünüyor. shakespeare zamanında kadın rollerinin genç erkekler tarafından oynandığını düşündüğümüzde oyundaki kılık değiştirme katmanı üçleniyor; kadın kılığına giren bir erkek kılığına giren bir kadın karakteri oynayan bir erkek. keersmaeker, her ne kadar cinsel kimliklerle ilgileniyor olsa da, shakespeare'in sunduğu bu verimli altyapıyı hakkıyla değerlendiremiyor. keersmaeker'in bu anlamda yaptığı en ilginç (!) seçim rosalind rolünü androjen görünümlü bir erkek dansçıya vermek olmuş.

"beğendiğiniz gibi"nin ütopik tarafı ise; kent ile doğa arasında yarattığı karşıtlık; arden ormanı'nı ideal, uyumlu bir mekân olarak sunması ve bunun bağlantılı olarak kentin yapaylığı ile doğanın doğallığını tartışmaya açması.

keersmaeker'i "beğendiğiniz gibi"ye çeken her ne kadar oyunun bu temaları olsa da, ortaya çıkan işte bunların yansıması bariz olarak pek algılanmıyor. belki de bu yüzden keersmaeker bir söyleşide seyircinin "beğendiğiniz gibi"nin konusunu illa da bilmek zorunda olmadığının altını çizmiş. keersmaeker'in amacı oyunu konusuna sadık kalarak sahnelemek değil, oyundan esinlenmekmiş. gösterinin özenli hazırlanmış program kitapçığında yok ama seyircilere salona girerken dağıtılan el ilanı benzeri kağıtta oyunun konusu kısaca anlatılıyor. bazı dansçıların bir kaç rolü birden oynuyor olmaları bazen kafa karıştırsa da; gerçekten de shakespeare'in oyununun gelişimini takip edememek keersmaeker'in işinden zevk almayı azaltmıyor; ama eğer oyuna biraz da olsa aşinaysanız, mekâsal olmasa da sosyal ilişkiler bağlamında oyunun tartıştığı konuları takip edebilmek seyrettiğinizden aldığınız keyfi katmerlendiriyor.

(fotoğraflar: anne van aershot)


keersmaeker'in işinde beni esas yadırgatan nokta, brian eno'nun "golden hours"ı ile shakespeare'in "as you like it"i arasında ne tema olarak ne de kurgu olarak organik bir bağlantı görememiş/kuramamış olmaktı. neden bu iki esin yanyana geldiler; çözemedim.
keersmaeker ve dramaturgla yapılan söyleşilerde bahsedildiği üzere "beğendiğiniz gibi"nin işin yaratım sürecine sonradan katılmış olması, ister istemez iki esin arasındaki doku uyuşmazlığını da beraberinde getirmiş diye düşünüyorum. yola eno'nun "golden hours" şarkısı ile başlayıp, onun akşamı kaplayacak iş için yeterli olmadığını fark ederek, onu (ve de işi) besleyecek başka kaynaklar bulma kaygısı gibi geldi bana, "beğendiğiniz gibi"yi işe katma gerekçesi.

ben biran eno'lu prologu öven çoğu eleştirmenin aksine; işin uzadıkça tekrara düştüğünü değil tam tersine daha da açıldığını, genişlediğini düşündüğüm shakespeare temelli ana gövdesini daha değerli, dolu ve radikal buldum.
arasız 140 dakikalık süre konusunda şöyle düşünüyorum; hani yüzmeye başlarsınız, sonra yorulursunuz ama hemen ardından öyle bir nokta gelir ki yorgunluğunuzu hissetmez, durmak istemez, sanki sonsuza kadar yüzebilecekmiş gibi hissedersiniz ya, işte "golden hours (as you like it)"i de izlerken bir noktadan sonra hiç bitmesin istedim; 11 genç dansçı o kadar rahat ve akıcı dans ediyorlar; ağırlıklı olarak ani dönüşler, kıvrılmalar ve sıçramalar üzerine kurulu koreografi dansçıların arasındaki ilişkileri öyle güzel ortaya seriyor ve aynı zamanda da boş mekânı o kadar efektif kullanıyor ki seyretmeye doyamadım.

sahnenin bomboş olması; kostüm tasarımcısı anne-catherina kunz'un günlük kıyafetleri kullanarak dansçıların rol değişimlerini en fazla üzerlerindeki önden fermuarlı sweatshirt'leri çıkarıp giymeleri üzerine kurgulamış olması; ve luc shaltin'in ışık tasarımını tepeye sahneye göre enlemesine monte edilmiş tek bir çizgisel kalın ışık bandının farklı kısımlarını yakıp söndürmek üzerine inşa etmiş olması; keersmaeker'in bence yaratmaya çalıştığı zamansız, soyut, sade ve etkileyici dünyanın atmosferini güçlendiren diğer öğelerdi.


"golden hours (as you like it)" arasız 140 dakikalık süresi, bomboş sahnesi, tek ışık kaynağı ve neredeyse müziksiz haliyle deneysel ve avant-garde bir işti; bu tarz işlerin çoğunun olduğu gibi, hiç de zor katlanılır, zor anlaşılır ve sıkıcı değildi. keersmaeker, kaptırıp içine girdiğiniz takdirde çıkmak istemeyeceğiniz bir koreografik atmosferi ustalıkla yaratmıştı.
2015 ocak'ındaki prömiyer sonrasında sadece antwerp'te sahnelenmiş olan "golden hours" haziran'daki paris gösterimlerinin ardından yazın lüksemburg ve montpellier'i ziyaret ettikten sonra, önümüzdeki sezon amsterdam'dan graz'a, gent'e rosas'ın yoğun olarak turneye çıkan yapımlarından biri olacak.

son yıllarda her sezon neredeyse ikişer-üçer yeni iş üreten anne teresa de keersmaeker 27 haziran'da venedik dans bienali'nin verdiği prestijli "hayat boyu başarı ödülü"nü alacak; eylül'de ise ruhrtriennale'de bu sefer rilke'nin şiirlerinden esinlediği yeni işiyle seyirci karşısına çıkacak.

9 Haziran 2015 Salı

2014-2015 sinema sezonu

vizyon filmleri (01 haziran 2014 - 31 mayıs 2015) 
.leviathan andrey zvyagintsev ***** (26ock)
.kayıp kız gone girl david fincher ***** (21ekm)
.körlük blind eskil vogt ****.5 (10eyl)
.gece vurgunu nightcrawler dan gilroy **** (04ara)
.ve perde sils maria olivier assayas **** (25ara)
.iki gün ve bir gece deux jours, une nuit jean-pierre & luc dardenne **** (14ock)
.insanları seyreden güvercin en duva satt pa en gren och funderade pa tillvaron roy andersson **** (03ock)
.sihirli ay ışığı magic in the moonlight woody allen **** (17ekm)
.birdman alejandro gonzales inarritu **** (27şbt)
.yıldızlararası interstellar christopher nolan **** (11ksm)
.kış uykusu nuri bilge ceylan **** (17hzr)
.öteki the double richard ayoade **** (25hzr)
.yüksek risk starred up david mackenzie ***.5 (20hzr)
.mısır adası simindis kundzuli george ovashvili ***.5 (03ock)
.kayıp çocuk the captive atom egoyan ***.5 (03ock)
.whiplash damien chazelle ***.5 (26ock)
.çılgın kalabalıktan uzakta far from madding crowd thomas vinterberg ***.5 (26mys)
.the imitation game: enigma morten tyldum ***.5 (25şbt)
.tom çiftlikte tom a la ferme xavier dolan *** (20hzr)
.timbutku abderrahmane sissako *** (04mrt)
.map of the stars david cronenberg *** (14ock)
.kayıp nehir lost river ryan gosling *** (26mys)
.ben, kendim ve annem les garçons et guillaume, a table! guillaume gallienne *** (19ağs)
.insan avı a most wanted man anton corbijn *** (10eyl)
.aşk ve tutku miss julie liv ullmann *** (04ara)
.malefiz maleficent robert stromberg *** (18hzr)
.lucy luc besson *** (02eyl)
.atilla marcel sylvain chomet *** (19ağs)
.kesik the cut fatih akın *** (25ara)
.beyaz tanrı feher isten kornel mundruczo *** (29ock)

14. !f istanbul bağımsız filmler festivali (12-22 şubat)
.un pina m’a demandé bir gün pina dedi ki chantal akerman ***** (12şbt)
.risttuules rüzgarların arasında martti helde ****.5 (20şbt)
.the vanquishing of the witch baba yaga büyücü baba yaga’nın yok oluşu jennifer oreck *** (20şbt)

34. uluslararası istanbul film festivali (04-19 nisan)
.fusi bakir dev dagur kari (izlanda 2014) *****
.im keller bodrumda ulrich seidl (avusturya 2014) ****.5
.belye nochi pochtalona alekseya tryapitsyna postacının beyaz geceleri andrei konchalovsky (rusya 2014) ****
.tavla su pravila kurallar böyle ognjen svilicic (hırvatistan 2014) ****
.kosac azrail zvominir juric (hırvatistan 2014) ***.5
.güeros alonso ruizpalacios (meksika 2014) ***.5
.gett israil usulü boşanma ronit & shlomi elkabetzi (israil 2014) ***.5
.la isla minima bataklık alberto rodriguez (ispanya 2014) ***.5
.victoria sebastian schipper (almanya 2015) ***
.mulasa kung ano ang noon evvelden laz diaz (filipinler 2014) ***
.nizije dete sahipsiz çocuk vuk rsumovic (sırbistan 2014) ***
.mot naturem doğada tek başına ole giaever (norveç 2014) ***
.von caligari zu hitler caligari’den hitler’e rüdiger suchsland (almanya 2014) ***
.conducta hal ve gidiş ernesto daranas serrano (küba 2014) **.5
.eisenstein in guanajuato eisenstein meksika’da peter greeneway (hollanda 2015) **.5
.l’art de la fugue kaçış sanatı brice cauvin (fransa 2014) **
.los muertos ölüler lisandro alonso (arjantin 2004) **
.la libertad özgürlük lisandro alonso (arjantin 2001) *.5
.the owners belalı ev adilkhan yerzhanov (kazakistan 2014) *

5 Haziran 2015 Cuma

"Deliduman"dan



"...
Siktirip gittim. Suretlerin nerede bitip asılların nerede başaldığının belli olmadığı alacakaranlık bir sokakta, elimdeki siyah poşele yürümeye başladım. Gölgeler hacimleri varmış gibi gözüküyordu, nesneler de gölgeler gibi. Yerler çamur içindeydi. Spor ayakkabım koyu bir çamur balçığına saplandı, çekip kurtarayım derken ayağım çıktı içinden, dengemi kaybettim, çorabım da çamur oldu. mavi brandalar vardı iki yanda, hayaletler gibi uçuşup duruyorlardı havada. Önümde karanlıktan başka bir şey kalmayana kadar yürüdüm. Elimi alnıma siper edip ileri baktım. Sanki karanlık yutmuştu sokağın geri kalanını.
iPhone'un fenerini açıp yürümeye devam ettim. İnce bir ses duydum, bıcır bıcır bir ses. Durdum. Sesin nereden geldiğini anlayamamıştım. Birdens esler çoğaldı, oraya tuttum feneri, fareler. Kocaman fareler vardı. Işığı görünce kaçıştı hepsi. Biri kaldı sadece.
Yanına gittim, ölmüştü. Boynundan ölümcül bir yara almıştı, gözleri dışarı fırlamıştı. Muhtemelern o çamurun içinde debelenerek, yalnız başına, acılar içinde ölmüştü. Yapılacak bir şey yoktu. Fareler için cenaze töreni yapılmıyor. Korkabiliriz onlardan, üzülebiliriz onlar için, ama cenaze töreni, hayır. Kısa bir saygı duruşu belki, neden olmasın. Yaşadın ve öldün dedim ona. Yaşarken nasıl bir fare olduğunu bilmiyorum. Kendi yolunda sakince ilerleyen, yalnız ve gösterişsiz bir hayatın vardı belki. Tanısaydım saygı duyardım sana. Gerçi birden karşıma çıksaydın böyle karanlıkta, korkabilirdim de senden. Ama şimdi böyle cansız halde, çamura saplanmış görünce de seni çok üzüldüm. İnsanım çünkü, insanlar çok üzülür. Ama sen üzülme farecik. Ölmek yok olmak değildir, hadiseler âleminden hatıralar âlemine geçmektir sadece. Başka farelerin hatıralarında yaşayacaksın şimdi. Seni unutan son fareye kadar yaşayacaksın. Sana patisiyle vuran kedi, seni unutana kadar yaşayacaksın. Bana rastladığın da iyi oldu. Ben de unutmam seni. Nasıl unutayım zaten. Acıyla gerilmiş şu gözlerine bak! Seni kim unutabilir. Birkez görsünler yeter, seni bu halinle kim unutabilir.
..."

-Emrah Serbes
İletişim Yayınları

2 Haziran 2015 Salı

konserden ziyade aya irini'yle tekrar karşılaşmaktı güzel olan..







istanbul müzik festivali başladı. dün akşamın en güzel tarafı, bir yıl aradan sonra tekrar aya irini'yle buluşmak oldu. bu insanı öğüten şehrin hala yaşamakta olan cennetimsi mekanlarından biri aya irini; hele de turist akınlarının saray avlusundan çekildiği akşam saatlerinde.. hele bir de gökte dolunay varsa..

milletçe her güzelliği koruma değil de bozma konusunda deneyimliyiz ya, aya irini'nin de içine, kubbelerin altına şeffaf bir ağ gerilmiş. kendimi bildim bileli orası öyleydi de, hiç bir şey olmadı, kimsenin kafasına bir şey düşmedi, kimse güvercin b.klarından şikayetçi olmadı; birden bu "önlem" neyin nesidir, anlamak mümkün değil! akustik ile ilgili olmadığı kesin; dün akşamki konser boyunca viyolonsellerin sesleri, özellikle ilk parçada, bach'ta, resmen birbirlerinin içine girdi, kakafonik bir bulamaç oldu..

konser "berlin filarmoni'nin 12 cellisti"nindi. en sevdiğim çalgı viyolonsel olmasına ve bu topluluğun albümlerini dinlemekten hoşlanmama rağmen, dün akşamki konser pek bir heyecansız pek bir sönüktü; tam tabiriyle "bayık"tı! halbuki bu yılki festivalin biletleri ilk biten konserlerindendi; yani aya irini tıklım tıklım doluydu.

programın tek ilginç tarafı, istanbul doğumlu berlinli besteci tayfun erdem'in "mavi kelebeklerin marşı" adlı yapıtının türkiye prömiyeriydi. bu yapıt ta bende, bestecisinin program broşüründeki şairane açıklamasının yarattığı beklentiyi karşılamadı maalesef. yine de dün akşamın en özgün tarafıydı.

iksv yetkilileri okur mu okumaz mı bilmem ama ben yazıyım:
programdaki eserleri kitapçıkta tanıtırken, o yapıtın o konserde bütün bölümlerinin çalınıp çalınmadığını bir kontrol etseniz de, gereksiz bilgilendirme yapmasanız.
ayrıca; özgün hali piyano için yazılmış bir yapıtın viyolonseller için yapılmış düzenlemesi çalınırken, programda "sağ elin kullanımı zorlayıcı" gibilerinden açıklamalar komik oluyor.
kolaycı bir çözümle mevcut yazılardan kes yapıştır yapmak yerine; bir zahmet, işi ciddiye alsanız, bir bileni bu işle görevlendirseniz, ne gerekiyorsa ödeseniz; müzik ansiklopedisinden çıkma, okunduğu anda unutulan bilgiler yerine, keyifli okumalar sunan program broşürleri hazırlasanız; olmaz mı!
nasıl mı olur; bakınız: opus amadeus oda müziği festivali program broşüleri.