29 Nisan 2015 Çarşamba

sonradan söylemedi, haber vermedi demeyin!



ünü gittikçe artan, en son royal ballett flanders'in başına getirilen sidi larbi cherkaoui ile -pina bausch'un istanbullu yapıtı 'nefes'te de dans etmiş olan- kuçipudi dansçısı shantala shivalingappa 1-2 mayıs'ta cemal reşit rey konser salonu'nda, canlı müzik eşliğinde bizzat dans ettikleri ortak işleri 'play'i sahneleyecekler.

dünyada çok az yerde ve nadiren sahnelenmiş bu işi istanbul'da izleyecek olmak çok güzel bir şans; kıymetini bilmek, değerlendirmek lazım!!!

26 Nisan 2015 Pazar

juliette binoche'lu "antigone"


kadın-erkek, ay-güneş, doğa-şehir, birey-toplum, başkaldıran-başeğriden, antigone-kreon: hollanda'da çalışan belçikalı tiyatro yönetmeni ivo van hove, sofokles'in 2500 yıllık oyunu "antigone"yi bu ikilikler üzerine kurmuş. ancak bunu yaparken, ikiliklere kesin siyah-beyaz, haklı-haksız olarak yaklaşmamış; taraf tutmamış; ikilikler arasında gel-git'ler yaratmış; kesin yargılara varmaya değil, belirsizliklere, iki tarafa da kulak vermeye odaklanmış.

şubat sonunda lüksemburg'da prömiyer yapan "antigone", ardından londra barbican'da ve amsterdam stadschouwbourg'da, şu aralar paris theatre de la ville'de sahnelenmekte.
ben "antigone"yi 17 nisan cuma akşamı amsterdam stadschouwbourg'da izledim. burası, ivo van hove'un başında olduğu tiyatro topluluğu toneelgroep amsterdam'ın yerleşik tiyatrosu; yani ivo van hove yabancı bir prodüksiyonla kendi şehrinin seyircisi önüneydi.

"antigone"nin başrolünde benzersiz juliette binoche oynuyor. binoche "mademoiselle julie"den üç yıl sonra tekrar tiyatro sahnesinde; bu sefer ingilizce bir oyunla. yakın zamanda t.s. elliot ödülü almış kanadalı şair anne carson'ın bazıları tarafından yere göğe sığdırılamayan, bazı eleştirmenlerinse yerden yere vurduğu yeni çevirisiyle.
ödüllerden bahsetmişken, ivo van hove da londra young vic theatre'da yönettiği "a view from the bridge" ile yakın zamanda dağıtılan 2015 olivier ödülleri'nde en iyi yönetmen ödülü aldığını belirtmeden geçmiyim.



"antigone"ye dönersem;
sahnenin arkasına kocaman bir yuvarlak yerleştirilmiş. kah güneş oluyor bu yuvarlak, kah ay; güneş olduğunda bütün sahne sarıya bürünüyor, ay olduğunda beyaza.. yuvarlağa ışık veren kaynak sahne gerisinden geldiği için, sadece sahne değil, oditoryumun bütünü yuvarlağın ışığıyla sararıyor veya bembeyaz oluyor; bu sayede oditoryum da oyunun içine çekilmiş oluyor..

bir güneş tutulmasıyla başlıyor oyun, bir güneş tutulmasıyla bitiyor; kreon'un güneşi antigone'nin ayı tarafından tutuluyor; kral kreon'un -savaşta ölen iki kardeşten hain polyneikes'in gömülmemesi- emrine karşı gelen antigone ne kadar uğraşsa da, sonunda ancak kendini öldürerek ulaşır hükümranlığın kanunlarına karşı açtığı savaştaki bireyselliğine özgürlüğünün; güneşi karartır ama sonsuza kadar değil..

yuvarlak dışında; sahnenin arkaplanı bütünüyle projeksiyon perdesi görevi görüyor: kah şehir ve insanların bulanık görüntüleri, kah çöl ve doğa peyzajları yansıtılıyor buraya. sarı yuvarlak güneş bazen şehir görüntüleri ile süperpoze edilmiş, bazen doğa görüntüleri ile; ay da aynı şekilde bazen doğa görüntüleri ile örtüştürülmüş, bazen de şehir..

ivo van hove kurduğu ikilikleri tamamıyla birbirlerinden ayrıştırmamış; içiçe geçirmiş; siyah ve beyaz değil; kesin haklı ve haksız, net doğru ile yanlış değil, bize sunduğu muğlaklıklar.
evet, belki gönlümüz antigone'den yana ama bazen de kreon'a hak vermemek elde değil. hele de patrick o'kane'in yorumladığı gibi dingin, düşünceli, duyguluysa; zalim bir kraldan çok, insan bir kreon'sa izlediğimiz.



juliette binoche'un antigone'si ise öfkeli, kararlı ve acısıyla taşkın; bazı eleştirmenlere abartılı gelmiş. aslında çok da haksız değiller. binoche'un; kieslowski'nin "üç renk: mavi", hou'nun "kırmızı balonun yolculuğu", haneke'nin "bilinmeyen kod" ve "saklı", malle'in "damage" gibi filmlerdeki sakin, dingin, içerden, abartısız, ölçülü oyunculuğunun yanında antigone'si oldukça ifadeci ve dışarıya dönük. belki de ivo van hove, yukarıda bahsettiğim üzere oyunda kurduğunu düşündüğüm ikiliği oyunculuklarla da desteklemek istemiş olabilir; kreon'un sakinliğinin karşısına antigone'nin taşkınlığını koyarak..

binoche ve o'kane ile birlikte yedi oyuncu var sahnede. ivo van hove yan karakterleri oynayan oyunculara aynı zamanda koro görevi vermiş. yan rolleri koro ile birleştirmek, antigone-kreon ikiliğinin daha da öne çıkmasına imkan tanımış. hatta antigone öldükten sonra juliette binoche da haberci rolünde sahneye gelerek kreon'un eşi ve çocuğunun ölümünün haberini veriyor.
juliette binoche dışındaki oyuncuların hepsi -ki kadro sadece ingiliz oyunculardan kurulmuş- ingiliz eleştirmenlerden tam puan ve övgü almışlar; bir tek binoche beğendirememiş kendini. nacizane düşüncem ise; kadroda binoche dışında bir tek patrick o'kane'in övülesi olduğunu, diğerlerinin öyle çok da övülecek performanslar sergilemedikleri..

jan versweyveld'in koyu ve karanlık renklerin hakim olduğu minimal sahne tasarımı ve nefes kesici ışık tasarımı, tal yarden'in bulanık ve monokrom görüntülerden oluşan üstdüzey video çalışması, daniel freitag'ın atmosferik müziği ve an d'huys'un çağdaş çizgili, sade ve koyu renklerdeki kostüm tasarımı; ivo van hove'un ölçülü, duyarlı ve sade "antigone"sini tamamlayan unsurlar.

oyunda beni tek rahatsız eden durum mikrofonla oynanıyor oluşuydu. evet, oyuncular sessizce konuşuyorlardı ve duyulmaları için belki gerekliydi, ancak geçen yıl hamburg'da izlediğim faust ödüllü "jeder stribt für sich allein" oyununda fısıltıyla konuşan oyuncuları duymak zor ama oyuna hizmet edecek şekilde gereklidiyse, burada da pekala mikrofon kullanmama cesareti gösterilebilirmiş.

...

şansıma, seyrettiğim akşam oyun sonrasında stadschouwbourg'un fuayesinde yönetmen ivo van hove, juliette binoche ve kreon'u oynayan patrick o'kean ile yarım saatlik bir söyleşi gerçekleştirildi.
o'kean'le başladı söyleşi; seyirciyi her an uyanık tutmanın zor olduğu bir oyun olarak tanımladı "antigone"yi ve zaman zaman "acaba seyirciyi sıkıyor muyum?" endişesini yaşadığını söyledi. binoche ise, o akşamki performansının bir öncekine göre daha kötü olduğunu belirtti. van hove ise her akşam oyunu izlemiyormuş ve o akşam izlemediği için bir öncekiyle karşılaştırmadı.

"antigone" projesi barbican ve luxembourg tiyatrolarının başlarındaki genel sanat yönetmenlerinden çıkmış; yani "antigone" bir yönetmen veya oyuncu projesi değil, direkt yapımcıların projesi. dolayısıyla, binoche ile van hove'u bir araya getiren de bu iki yapımcıymış.

iki sanatçı bir yıl boyunca zaman buldukça avrupa'nın farklı yerlerinde buluşmuşlar projeyi olgunlaştırmak için; sohbetlerinin ilk andan itibarenki ana konusu yunan tragedyaları imiş. van hove "medea"ya daha yakınmış; sohbetler sırasında, anne carson'ın çevirisini çok güzel buldukları "elektra" da konuşulmuş; binoche ise baştan beri "antigone"yi düşünmüş.
ne zaman binoche "hadi ikisini de yapalım, medea ve antigone'yi" deyince, van hove seçmek zorunda kalmış.

söyleşi sırasında kreon ile antigone karakterlerinin ele alınışı konusunda yaşadıkları tartışmayı paylaştılar; binoche "antigone"nin kelime olarak, anti-gone, doğum-öncesi anlamına geldiğini, yani insanlığın yasaları, toplumu, dini yaratmadan önceki hallerini, birlikte yaşama biçimlerini, insanlığın içinde gerçek olarak saklı olanı temsil ettiğini ve oyunun, yasaların düzenlediği toplumlar olarak insanlığın nereye gittiğini sorguladığını söyledi.

ivo van hove, sanatının durumlar konusunda kesin pozisyonlar almak peşinde olmadığını; onu ilgilendiren esas şeyin karakterlerin ve pozisyonların müphemliği olduğunu; sanatın size ne düşünmeniz gerektiğini empoze etmesi değil, tam tersine sanatın seyircinin kafasını karıştırması ve huzursuz edici olması gerektiğini söyledi.

seyircilerin sorularına geçildiğinde ise; patavasız bir kadın seyircinin juliette binoche'a "bu yaşta antigone'yi oynayı sorun yapmadınız mı; kreon'u ve haimon'u oynayan oyunculardan daha yaşlısınız" sorusuna "prensip olarak rol ile yaş arasında paralellik olması gerektiğini düşünmüyorum; tiyatro bu!" dedikten sonra, izleyici bir kere daha aynı şeyi başka bir formülasyonla sorunca: "sizi rahatsız etti mi ki?!" dedi ve ikinci kere alkışlandı.



londra gösterimleri ardından ingiliz eleştirmenlerden ortalama ancak üç yıldız alan "antigone" mayıs'ta almanya ruhrfestspiele recklinghausen'de, ağustos'ta neredeyse bir ay boyunca edinburgh tiyatro festivali'nde veya ekim'de abd'nin bir kaç şehrinde perde açacak; yakalamak isteyenlere duyurulur..

12 Nisan 2015 Pazar

film festivali 34, izlenim 4

"yağmurdan önce"den beridir balkan filmlerine merak sarmışımdır. hele de 2006'da izlediğim iki bosna-hersek filmi, "esma'nın sırrı" ve "hanımefendi"den sonra iyice! yunanistan sineması ise her zaman favorilerimdendir.
festival bu sene balkanlara özel bir bölüm ayırınca, beni pek memnun etti. bu sene en çok film seyrettiğim bölüm orası: "balkanlar: ateşin sineması".
dün ve bugün hırvat yapımı birer film izledim: "azrail" (kosac) ve "kurallar böyle" (takva su pravila).



"azrail" enfes başladı; ilk 40 dakikası tam bir kieslowski filmi tadındaydı. film ilerledikçe yoğunluğu da maalesef azaldı; kesişen hikayeler birbirlerine sıkıca dikilmemiş, sadece teğellenmişti; bence filmin en büyük sorunu bu idi.
yoksa film, üzerinden 20 yıl geçmiş olsa da o büyük yaralar açmış savaşın izlerinin insanların psikolojilerinde, mekanların sefilliğinde ve havadaki atmosferde hala nasıl elle tutulurcasına hissedilir oluşunu çok ustaca veriyordu.



"kurallar böyle" bizlerin çok iyi bildiğimiz, içimizi acıtan ve muhtemelen ölünceye dek acıtmaya devam edecek bir olayın (ali ismail korkmaz'ın dövülerek öldürülüşünün) çok benzerini anlatıyor.
bu olayın dehşeti ile yarışamaz tabii ama filmin parmak bastığı dehşet verici bir diğer olgu ise; günümüzün çok katlı, devasa boyutlu toplu konutlarında ve onların oluşturduğu boyutsuz çevrede iletişimsiz, izole, adeta kaybolmuş ve "insani" ilişkilerden uzak yaşayan ailelerin ve sistemi oluşturan araçları kullananların (mesela hastanede çalışanların, okullarda okuyanların) vurdumduymazlığının toplumları getirdiği nokta idi.
çok basit, sade, alçakgönüllü ancak bir o kadar sert ve -maalesef- umutsuz bir film "kurallar böyle".
kaçıranlar festivalin son günü rexx'de yakalayabilirler..

film festivali 34, izlenim 3

perşembe günü tatil günümdü; sabahtan akşama beş film izledim. şansıma filmlerin hepsi belli bir seviyenin üzerindeydi, yoksa 11:00'den 23:00'e karanlık ve havasız salonlarda, rahatsız koltuklarda oturup film izlemek çekilmezdi.



güne bol goya ödüllü ispanyol filmi "bataklık" (la isla minima) ile başladım. alberto rodriguez'in filmi, 1980 yılında, ispanya'nın franco rejiminden cumhuriyete geçtiği çalkantılı dönemi arkaplanına alarak ,"true detective"vari bir seri cinayet hikayesi anlatıyordu. hikaye ve oyunculuklar iyiydi, ama öyle fevkalade değildi. görüntüler ve müzik ise çok çok iyiydi. yönetmen hikayeyi toplumsal arkaplana oturtmasa, film oldukça sıradanlaşırdı.



norveç filmi "doğada tek başına" (mot naturem) orta yaş krizindeki bir beyaz yakalı erkeğin hayatıyla doğada hesaplaşmasını anlatıyordu. yönetmen ole giæver sade ve samimi bir anlatımla bizi protagonistinin dünyasına dahil etti; onunla dağlarda dolaştık, üstümüzde gökyüzü uyuduk, kabus gördük, göle girdik; kendimizi toprağa gömüp toprak ana ile kucaklaştık..
filmin son gösterimi 14 nisan'da rexx'de..



"caligari'den hitler"e" (von caligari zu hitler. das deutsche kino im zeitalter der massen) adlı belgeselde yönetmen rüdiger suchsland alman sessiz sinema döneminin bir panoramasını çizmiş. belgesel, o dönem alman filmlerini bilmeyenler için derli toplu bir özet niteliğinde; hatta bu sinemaseverleri heyecanlandıracak, şimdiye kadar neler kaçırdıklarını fark etmelerini sağlayacak kadar iyi. ancak iki saat boyunca onca farklı filmden görüntüler, kracauer'in felsefesi derken oldukça yoğun ve yorucu da. müzik kullanımı ve görüntülerin ekranı bölerek kullanılması da yine filmin beni yoran öğeleri oldu.
şahsen, başlığının da etkisiyle, ben daha çok, bu dönem sinemasının arkasındaki felsefeye ve dönemin sosyal ve toplumsal olaylarıyla olan ilişkisine eğilen; o döneme dair genel bir plan vermektense zoom yapan bir belgesel izlemeyi tercih ederdim. tam da başlığının esinlendirdiği üzere, hitler'i çıkaran bir toplumun aynası olarak sinemayı didikleyen bir film; tam da, filmde de defalarca tekrar edilen sorunun cevabını görseydik keşke: sinema, bizim bilmediğimiz neyi biliyor?



on yıl önce yine festivalde ronit & shlomi elkabetz çiftinin "kız almak" filmini izlemiştim. bu seneki festival programında "israil usulü boşanma" (gett) adlı filmleri var. tek bir mahkeme odasında geçen, yaklaşık iki saatlik bir film. oyunculukları genel olarak vasat bulsam da, beş yıl süren bir boşanma hikayesini anlatırken israil toplumunun dini, ekonomik ve sosyal fotoğrafını da çeken senaryosu çok çok iyi.
15 nisan'da fransız kültür merkezi'nde izlenebilir..



ve sadece perşembe günkü maratonumun değil, festivalin en iyilerinden; demir leblebi gibi yutması çok zor, tokat gibi yüze çarpan, "mayınlı bölge" seçkisinde olmayı sonuna kadar hak eden bir film: "bodrumda" (im keller).
yıllarca bodrumda sakladığı kızına tecavüz eden, ondan çocuk sahibi olan adamın yaşadığı ülkenin bodrumlarında neler dönüyor diye merak etmiş olmalı ulrich seidl.
avusturya'nın bodrumlarında cereyan edenler inanılacak gibi değil, beni pek şaşırtmamış olsa da.  asıl şaşırdığım bu insanların bütün samimiyetleri ve özgüvenleriyle bodrumlarındaki yaşamlarını afişe ediyor olmaları; asıl akıl tutulması bu olsa gerek!
sekiz sene okuduğum okuldan neden nefret ettiğimi sağolsun michael haneke ve ulrich seidl filmleri çok güzel anlatıyorlar.
seidl'ın sineması haneke'den daha gerçek ve daha çıplak. haneke'de bir estetize etme hali vardır, seidl'da bu yok; seidl'da çapaklı ve belki bazılarımıza sert ve kaba gelebilecek gerçek var!


9 Nisan 2015 Perşembe

film festivali 34, izlenim 2



bu seneki festivalin benim için en büyük hayalkırıklığı, filmlerine özel bir bölüm ayrılmış yönetmen lisandro alonso oldu. iki filmini izledim: "özgürlük" ve "ölüler". ikisini de beğenmedim.
festival kataloğundaki tanıtım yazılarının biraz abartılı olduğunu yıllardır biliriz; alonso'nun tanıtımı da benzer şekilde, müthiş havalı ama içi boş cümlelerle yapılmış: "Çok sözcük kullanmadan derinlikli cümleler sarf eden; kafa karıştırmayı seven, nefes kesen görüntüler, uçsuz bucaksız alanlar ve ıssızlıkla hikâyelerini anlatan Lisandro Alonso, Arjantin sinemasının son dönem belki de en nevi şahsına münhasır yetenekli yönetmenlerinden..." bu palavralara kanan kanıyor..

140 dakikalık tek çekimden oluşan "victoria" ve 5.5 saatlik epik "evvelden" adlı filmler de, seyredilebilir olsalar da, beklentimin altına kaldılar..
kazaktistan filmi "belalı ev" ise, bence uzak durulası! şikago'dan "özgünlük" ve varşova'dan "özgün ruh" ödüllerini nasıl almış, hiç anlamadım!

festivalin şimdilik en iyi filmi ise izlanda'dan "bakir dev" (fusi/virgin mountain).
"festival işte böyle filmleri izlemek için var!" dedirten; mutluluk, hüzün, umut, kabullenmişlik, sevgi ve aşkı anlatan; buruk bir film. enfes oynanmış, çok basitçe çekilmiş.
dagur kári'nin bu içli filminin hiç bir ödülü yok; ama gönüllerin ödülüne aday..
festivalde iki gösterimi daha var; kaçırmayın derim..

5 Nisan 2015 Pazar

film festivali 34, izlenim 1



festivalin ilk iki gününde ikişer film izledim. şansıma, hepsi iyiydi. aralarından ruhuma en uygun olanı rus usta andrei konchalovsky'nin "postacının beyaz geceleri" idi. kuzeydoğu rusya'da göllerle çevrili yerleşimlerde geçen, bütün oyuncuların bizzat o köylerin sakinlerinin olduğu; enfes görüntülere, ışığa ve kadrajlara sahip; gerçek ile hayallerin birbirine karıştığı; her kırsal alanda olduğu gibi gündelik hayatın doğal bir parçası olan masal kahramanlarının eksik olmadığı; samimi, sıcacık ve herşeyiyle doğal bir filmdi.
6 nisan pazartesi ve 8 nisan çarşamba günlerinde de seansları var..



izlediğim dört filmin ikisi enfes birer ilk filmdi.
berlinale'den ve bir çok diğer festivalden ödüllü meksika filmi "güeros" alonso ruizpalacios tarafından yönetilmiş. siyah-beyaz görüntüyü kullanışı ve kameranın deneyselliğinin yanısıra filmin en büyük artısı sesi kullanış şeklindeki yaratıcılıktı. filmdeki her sahnenin atmosferini yaratan en güçlü öğe sesti.
6 nisan pazartesi ve 7 nisan salı günlerinde de seansları var..



diğer bol ödüllü ilk film ise sırbistan-hırvatistan ortak yapımı "sahipsiz çocuk" idi; yönetmeni: vuk rsumovic. çocuk oyuncunun inanılmaz yetkinlikteki oyunculuğu kadar; gerçek bir olaydan yola çıkan konusu da filmin önemli artılarındandı. doğa-insan, doğa-medeniyet, insan-hayvan ilişkileri ve arkadaşlık, düşmanlık, etnisite gibi kavramları ele alan yönetmen-senarist vuk rsumovic, ilk filmden beklenmeyecek olgunlukta bir çalışmaya imza atmış.
15'i ve 16'sında tekrar gösterilecek..



bu haftasonu benim için en zayıf -ama yine de kalburüstü olan- film, aynı zamanda festivalin açılış filmi de olan "hal ve gidiş" (conducta) idi. bol bol havana sokaklarında, çatılarında gezme imkanı sağladığı gibi, küba'nın günümüzdeki ideolojik, sosyal ve ekonomik resmini de çok güzel bir şekilde gözler önüne seren, sesini özgürlükten yana duyuran bir filmdi.
festivalin son haftasonunda, 17 ve 19'unda gösterimleri var..

şarapnel @ emwap



şehre londra'dan oyun gelmiş, sadece iki akşam sahneleniyor; ilk akşam salonun yarısı boş. anlaşılır gibi değil!
oyun roboski katliamı hakkında. olay 2011 aralık'ında gerçekleşmiş olsa bile hala çok güncel; salonun yarısının boş kalmasını anlamak daha da güçleşiyor!
17 milyonluk bir şehirde, isterse haftasonu akşamı olsun, isterse film festivali başlamış olsun; kaç kişilik tam bilmiyorum, ama sanırım 200 kişiyi bile zor alacak bir salonun yarısı neden boş kalır; anlamak gerçekten imkansız!

anders lustgarten'ın yazdığı, mehmet ergen'in yönettiği, arcola theatre yapımı "şarapnel, katliamın 34 parçası" adlı oyun emwap kapsamında bu ve yarın akşam talimhane tiyatrosu'nda ingilizce dilinde, türkçe üstyazıyla sahneleniyor.

anders lustgarten metninde konuyla alakalı olabilecek bütün çehrelere değiniyor; roboski köylülerinin hikayeleri, katliamın olduğu gün olay yerinde ve askeri karargahlarda yaşananlar, olay sonrasında türkiye medyasının konuyu ele alışı, uluslararası silah endüstrisinin silah üretimine bakışı. oyun kısa kısa 34 parçadan oluşuyor ve her parça bu çehrelerden birine odaklanıyor.

konunun bu kadar geniş ele alınması doğal olarak oyuncu kadrosunu da genişletmiş olmalı diye düşünülebilir, ancak öyle değil; mehmet ergen'in rejisinde altı oyuncu görev alıyor, biri hariç diğer beşi üçer rol üstleniyorlar.

metni okumadığım için bilemeyeceğim, ancak sahnelemenin oldukça sinematografik olduğunu söyleyebilirim. 75 dakika içinde çok hızlı ve pratik sahne değişimleriyle, tempo hiç düşürülmeden, sıkı bir kurguyla sahneler arka arkaya getirilmiş. bu hızlı kurgu doğal olarak zaman ve mekanda serbestçe ileri geri gidişleri de beraberinde getirmiş; tabii bu durum rejinin değil, metnin kurgusu da olabilir.
bir yapbozun parçaları gibi duran parçalar, oyunun sonunda resmin genelini çok anlamlı bir şekilde ortaya çıkarıyorlar.
hele de sondan bir önceki sahne çok çarpıcı: daha önce kaçakçıları da aynı ekrandan izleyen ve saldırı emrini veren askeri karargahın bu sefer hudutu geçmekte olan ışid konvoyuna yol açması!

seyircilerin karşılıklı iki yanda oturulduğu, ortada kare bir oyun alanının tanımlandığı sahnelemede mizansen kararları (oyuncuların durdukları noktalar, birbirleriyle alışverişleri, hareketlerinin koreografisi, tek sabit dekor üçlü kapı ve tek hareketli dekor parçası masanın kullanımları, ve tabii ki sahne değişimleri) çok çok başarılı. minimal sahne tasarımı (anthony lamble) ve ışık (richard williamson) mehmet ergen'in su gibi akan rejisine el vermiş.
yapımın tatminkar olmayan taraflarından biri kostümleri (anthony lamble), hiç inandırıcı değiller; diğeri ise oyunculardan bazıları..

yarın (5 nisan, pazar) akşamı "şarapnel" emwap'ın kapanışını yapacak. umarım salon bu sefer tıklım tıklım dolar. oyun 7 nisan'da da bursa-nilüfer'de nazım hikmet kültür merkezi'nde sahnelecek.

bir dileğim daha var: emwap festivali umarım önümüzdeki yıllarda da istanbul'a uğrar..

4 Nisan 2015 Cumartesi

tatlı cadı dulce pontes bir kere daha istanbul'daydı..



dulce pontes istanbul'daki ilk konserini 2000 eylül'ünde açıkhava'da verdi. en yakın arkadaşım burcu ile gitmiştim konsere.
pontes istanbul'a ikinci kere yine açıkhava'ya geldi; yıl 2005'ti; konsere sevgilimle gitmiştik.
şimdi 2015'teyiz. dulce bu akşam yine istanbul'daydı. bu sefer kapalı bir mekanda: işsanat'ta. bu sefer anne ve babamlaydım konserde..
.

dulce pontes'i blogumda mutlaka daha önce yazmışımdır diye düşündüm, meğer yazmamışım; blogumun 2008 beridir yayında olduğunu düşününce normal tabii onun istanbul konserlerini konu edememiş olmam..
gerçi pontes'i çok daha eskiden tanıyorum. "cançao de mar"ı bir richard gere filminden (primal fear), "a briso de coraçao"yu ise tabucchi'nin romanından uyarlanan "pregunta pereira" adlı filmden keşfetmişliğim eskidir; 1995'lere, '96'lara kadar gider..
1997'de ilk barcelona seyahatimde cortes ingles'i fellik fellik aramış ve 2 cdlik konser albümünü bulmuştum; sevincimi hala unutamam..
yıllar yıllar sonra burgos'ta bir müzik dükkanında rastladığım başka bir 2 cd-1 dvd'lik setteki görüntülü kaydın istanbul konseri olması da ayrıca heyecanlandırmıştı beni; hele de kayıtta, açıkhava'daki seyirciler arasında kendimi seçince, tarihe geçmiş gibi hissetmiştim :)
dulce pontes hakkında bir yazım, 1998-99'da kuzenimle birlikte hazırladığımız ve istanbul çapında en fazla 30 adet satan fanzinimiz "brats"te çıkmıştı. bir ara, bulursam bir yerlerde, o yazıyı burada da paylaşmak isterim..
.

bir peridir dulce pontes, bir cadıdır; hür ve deli kanlıdır; shakespeare'in "bir yazdönümü gecesi rüyası"ndan fırlamış gibidir.. yerinde duramaz, hoplar zıplar sahnede; kendine özgü, içten geldiği çok belli hareketlerle dans eder; ellerini hızlıca yumruk yapıp açması onun jestidir..
inanılmaz güçlü bir sesi vardır.. yorumları yürektendir; sizin de yüreğinize işler.. piazzolla'nın "balada para un loco" yorumu 10 sene önce açıkhava'yı sallamıştı resmen; yoktur başka böylesi bir yorum; içinize işler; içinizi dağlar! muhteşemdir..

dulce pontes bu akşam işsanat'ta bütün sıcaklığı, tatlığı ve samimiyetiyle; kuvvetiyle ve enerjisiyle sahnedeydi. gözleri yaşartacak kadar duygusaldı; tüyleri diken diken edecek kadar etkileyici.
ona eşlik eden müzisyenler de, en az onun kadar güçlüydüler.

dulce pontes konsere piyano başında başladı; eşlikçisi cellistle birlikte 3-4 şarkı seslendirdikten sonra önce bangır bangır bir ritimle bateri katıldı onlara; sonra portekiz gitarı, portekiz mandolini ve akustik gitar; en son da piyano eklendi. kesintisiz 105 dakika müzik yaptılar. elimizden tuttular, ruhumuza dokundular; bizi büyülü bir dünyaya götürdüler..
dulce pontes eski albümlerinden bildiğim şarkıları, bazı popüler şarkıların (örneğin aranjuez'in) çok ilginç (oldukça ağırlaştırılmış ve bambaşka bir hale sokulmuş) cover'larını, ilk defa duyduğum melodileri, çok az fado ve tabii ki konserin sonlarına doğru cançao do mar'ı seslendirdi. bis için sahneye geldiğinde ise bütün salonu ayağa kaldırdı ve portekiz halk dansı ritimleriyle dans etmeye davet etti..

konser sonrasında fuayede imza masası hazırlanmıştı; bayağı bir kalabalık sıraya girmiş cdlerini alıyordu.. 2000 yılında ilk defa geldiğinde açıkhava'nın beşte biri bile dolu değildi; kulise imzaya giden beş kişiydik; ikisi, balayılarını portekiz'de geçirmiş bir çifti.. 2015'te işsanat dopdoluydu; imza almayı bekleyen azımsanmayacak bir kalabalık vardı.. ne mutlu dulce pontes'e..

.

nisan ayı; istanbul'da bu akşam enfes bir kadın sesinin yankılanmasıyla başladı, başka birisiyle bitecek: 28 nisan'da cemal reşit rey konser salonu'nda başka bir benzersiz yorumcu ute lemper bizlere seslenecek.

ute'nin "last tango in berlin" isimli şarkı akşamını beklerken kulaklarımız dulce'nin balada para un loco'su ile avunsun:




3 Nisan 2015 Cuma

holy holy holy @ emwap


copycats'in "countdown"ını 2012'de msgsü bomonti sahnesi'nde izlemiştim; bu ve yarın akşam emwap kaspamında d22'de sergiledikleri "holy holy holy" meğer "countdown" ile başladıkları bir üçlemenin ikinci halkasıymış.
"countdown" itiraflar üzerine eğlenceli, hüzünlü, depresif, şaşırtıcı, enerjik bir işti; copycats'çilere hayran kalarak mekandan ayrıldığımı hatırlıyorum.

"holy holy holy" bambaşka bir tonda; gerçeküstü, rüyamsı ama yine şaşırtıcı ve eğlenceli.. copycats'çiler bu sefer itiraflarını değil, inandıkları şeyleri taşımışlar sahneye. bu sefer sadece onlar yok sahnede, bir sürü de nesne var onlara eşlik eden. içi hava dolu, kocaman, kırmızı-mavi-beyaz çizgili bir balon kaplıyor sahneyi bütünüyle; mekanı istila etmiş kocaman bir şeker gibi; şekerden bir peyzaj ve onun deliklerinde, boş bıraktığı alanlarda batıp çıkan hayaller, tutkular, hayranlıklar, fetişler, takıntılar seriliyor gözlerimizin önüne..
sahnede ayrıca, küçüklü büyüklü aksesuarlar, kıyafetler, nesneler de var. sahne tam bir tim burton filmi atmosferinde; alis'in harikalar diyarı ile charlie'nin çikolata fabrikası arasında bir yerde..

ilyas odman, christina flick, kimmy ligtvoet ve melih gençboyacı'dan kurulu copycats'çiler "holy holy holy"de kaleb de groot'un yarattığı enstalasyonun içinde deviniyorlar. neşeli, ferah, mutlu bir yapıt bu; seyredene de, en azından bana, geçirdiler bu duyguları. içinde müthiş estetik anlar var; donsun ve bir süre öyle kalsın, ya da biraz daha sürsün istiyorsunuz.. dolayısıyla işle ilgili en büyük keşkem, süresinin daha uzun olmasıydı. baştaki introyu ve sondaki, üçlemenin bir sonraki adımından öngösterimi saymazsak, işin kendisi yarım saat bile sürmedi. hazır bu dünyaya dalmışken, biraz daha kalabilirdik; belki biraz daha derinlere dalabilirdik, ya da biraz daha uzaya açılabilirdik.. 

"holy holy holy" 3 nisan akşamı da d22'de olacak; kaçırmayın.. performans sonunda dağıtılan kırmızı kağıtlardan almayı da unutmayın; üzerlerinde yapıtın metni yazıyor; müthiş güzel bir metin!



(son üç fotoğraf bana aittir ve performans sırasında değil, bittikten ve seyirci sahneye davet edildikten sonra çekilmiştir.)

2 Nisan 2015 Perşembe

we need to move urgently @ emwap



taldans'ın emwap kapsamında gösterilen yeni işi "we need to move urgently" bir elma ile başlayıp, bir elma ile bitiyor.

elma bir çok anlam içeriyor; arzu nesnesi olmasından tutun da, yasak olmasına rağmen yenmesine, itaatsizlik simgesi olmasına, bilgiyi temsil etmesine kadar.. diğer yandan da "elma pabucu yarım... ", "elma dersem çık, ..." gibi tekerlemelerle çocuk oyunlarındaki rolünü de unutmamak lazım..
mustafa kaplan'ın sahneye bir elmayı yerleştirmesiyle başlayan, başka bir elmaya odaklanan ışık adasıyla sonlanan yapıtta; gezi direnişinin her türlü hali; sesleri, jestleri, oyunları, oyun havaları, barikatları, nesneleri, dayanışması, mizahı bazen birebir referanslarla bazen soyutlanarak sahneye taşınmış.

sahne, seyirci sıralarıyla birleştirilmiş; iki mekanın arası tek bir basamağa düşürülmüş; performansçılar birinci sıradaki seyircilerin arasında oturuyorlar, yapıtta kullandıkları eşyalar da yanlarında; dolayısıyla sahneye çıkışlarını da seyircilerin içinden gerçekleştiriyorlar; gezi direnişinin ve onun benzeri diğer başkaldırıların toplumun içerisinden çıkmış olmasıyla koşutluk kurarcasına..

yapıtın son sahnesinde filiz sızanlı'nın, hareket kolajından oluşan solosunda nijinski'nin ikonik bahar ayini koreografisinden de enstantaneler vardı. bunların soloya katılmış olması; belki gezinin başladığı günün bahar ayini'nin prömiyerinin 100. yılı olmasına bir göndermedir, belki de nijinski'nin bu koreografisinin dans alanındaki ilk ve en radikal başkaldırılardan biri olmasıdır, ve hatta belki de ayindeki seçilmiş kız ile gezi direnişindeki kadınların koşutluğudur..

yaklaşık 50 dakika süren "we need to move urgently"i ilgiyle izlesem de, beni derinden heyecanlandırmadı; sahnedeki performansa uzak kaldım, içine giremedim.
taldans gönlüme ve aklıma hala ilk dört işiyle, "dolap", "sek sek", "solum" ve "graf" ile kazılı.

geçen yılın sonlarında postdam'da prömiyer yapan, berlin'de gorki tiyatrosu'na uğrayan "we need to move urgently", dünyadaki üçüncü durağında istanbul'daydı; emwap kapsamında moda sahnesi'nde 31 mart ve 1 nisan akşamlarında sahnelendi.
uluslararası dans camiasında kendine haklı bir yer edinmiş ender topluluklarımızdan biri olan, -filiz sızanlı ile mustafa kaplan'ın ortaklıkları- taldans'ın, diğerlerininki gibi bu işinin de yolu açık olsun; belki ilerde bir kere daha şehrimize uğrar..

 

emwap izlenim yazılarımda, nedenini bilmeden, izlediğim işin çağrışım yaptırdığı resimlerden bahseder oldum. "we need to move urgently" de belli bir düzen ile kaosu harmalayan atmosferiyle bana jackson pollock'un tablolarını anımsattı..