11 Mayıs 2014 Pazar

jarzyna & maslowska: "ne yaptıysak nafile..."



grzegorz jarzyna adına ilk defa, warlikowski vesilesiyle internetten ulaştığım tr warszawa'nın sitesinde rastlamıştım. yönettiği oyunlar ilgimi çekmişti; içerikleri, afişleri, reklam amaçlı videoları..
sarah kane'den "4.48 psychosis", pasolini'nin kült filmi "teorem" uyarlaması "t.e.o.r.e.m.a.t.", vampir klasiği "nosferatu", shakespeare'in kişisel olarak en çok sevdiğim oyunu "macbeth", thomas vinterberg'in dogma'yı başlatan filmi "festen" uyarlaması jarzyna'nın tr warszawa bünyesinde sahnelediği oyunlardan bazılarıydı.
ara sıra topluluğun sitesine girdikçe, jarzyna'nın en az warlikowski kadar önemsenen çağdaş leh sahne adamlarından biri olduğunu fark ettim; ingiltere, a.b.d., almanya ve dünyanın bir çok yerine oyunlarıyla turneye gidiyordu, ödüller alıyordu.

son beş yıl içinde üç kere polonya'ya gittim; warlikowski rejilerini atina, varşova ve open'er'de izleme şansım oldu; ancak polonya seyahatlerimin bir keresinde bile tr warszawa'nın jarzyna imzalı herhangi bir oyununa denk gelemedim. dendiğine göre topluluk varşova'dan çok, yurtdışında sahnedeymiş; polonya'nın resmi kültür elçisi olarak dünyanın dört bir yanını dolaşıyormuş.

meraklı bir tiyatro izleyicisi olarak dileklerimden biri jarzyna'nın istanbul'a gelmesiydi. bu sene geldi. hem de iki oyunuyla. adam mickiewicz enstitüsü ile istanbul kültür sanat vakfı işbirliğiyle, polonya-türkiye ilişkilerinin 600. yılı etkinlikleri kapsamında jarzyna'lı tr warszawa istanbul tiyatro festivali'ne iki oyunuyla konuk oluyor bu sıralar.

yapımlardan ilki "ne yaptıysak nafile..." festivali açtı, iki gösterim yaptı. ikincisi "nosferatu" 13-14 mayıs akşamları sahnelenecek.
gösterimler istanbul'un tek düzgün, oranlı, ölçekli "sayılabilecek" tiyatro salonu şehir tiyatroları'nın harbiye muhsin ertuğrul sahnesinde gerçekleşiyor.




 "ne yaptıysak nafile..."nin metni polonya'nın önemli yazarlarından dorota maslowska'ya ait. maslowska daha 30 yaşında; ve romanları ve oyunlarıyla 12 yıldır polonya yazın dünyasında sağlam bir yer edinmiş durumda.

geçen yaz gydnia'daki open'er açıkhava festivali'nde onun bir romanından uyarlanan bir oyun izlemiştim. open'er'deki diğer tiyatro yapımları ingilizce üstyazıyla sahnelendiği halde, bu oyunda çeviri yoktu; çünkü maslowska'nın metinleri başka bir dile çevrilemez olarak kabul ediliyor.
sadece içeriğiyle değil, biçimiyle, özellikle dilin biçimiyle oynayan; cümlelerin strüktürünü bozup yeniden düzenleyen; sokak ağzını, argoyu, gençlerin kendi aralarında kullandıkları tabirleri metinlerine yediren bir yazar olarak tanınıyor maslowska.
her çeviri özgün metinden çok şey kaybettirir, ancak maslowska söz konusu olunca bunun derecesinin daha da arttığı söyleniyor.

festivalimize bir jarzyna oyununun gelmesine ve metnin polonya'nın önemli güncel yazarlarından maslowska'nın olmasına sevindim, ama bir yandan da, aşırı derecede polonya'ya özgü bir oyun yerine, metnini tanıdığımız (macbeth) veya uyarlanan yapıta aşina olduğumuz (teorem ya da festen) bir oyun olsaydı demekten de kendimi alamamıştım.
polonya tarafının kendilerini türkiye'ye en iyi şekilde tanıtmak istediklerini; çağdaş bir yazarlarıyla çağdaş bir sahne adamlarının sağlam işbirliğiyle karşımıza çıkmak istemeleri çok doğaldı. ancak, internet sitesindeki künyesine bakıp, bu yapımın ağırlıklı olarak eski doğu bloku ülkelerine turneye gittiğini görünce endişem iyice arttı.

meğer maslowska da benzer endişeler içindeymiş; dün akşamki oyun sonrasındaki söyleşide ilk söylediği şey bu oldu: "oyunum bu coğrafyada anlaşılmayacak, buraya çok yabancı kalacak diye endişeleniyordum, ancak ilk akşamki gösterimde seyircilerden gelen tepkilerden ve kahkahalardan sonra, aslında çok fazla ortak noktamız olduğunu anladım."
ardından hemen sordu: "sizler de yoğurt kaplarını biriktiriyor musunuz?"; hep bir ağızdan "evet" diye bağırdık.



jaryzna "ne yaptıysak nafile..."nin, aslında yıkılmakta olan eski bir varşova apartmanının kirli, dökük, kaotik ancak yaşanmışlık ve sıcak insan ilişkileriyle anlamlanan atmosferini, steril bir film setine, televizyon stüdyosuna dönüştürmüş.
jarzyna'nın yarattığı bu hiper gerçeklik oyundaki protagonistlerin dertlerine ortak olmamızı engelliyor; onlara, hayatlarına, dertlerine uzaktan bakmamızı sağlıyor; günümüz -polonya- toplumunun televizyon ve popüler yazılı medya odaklı, herkesi aynı kılıfa sokan ve bireysel düşünceyi/beğeniyi/tavrı törpüleyen küreselleşmenin kıskacındaki halet-i ruhiyesini soğuk ve mesafeli bir yaklaşımla ortaya seriyor.
maslowska'nın sivri dilli metninin, jarzyna'nın ışığı, gölgeyi, projeksiyonu ve müziği kullanışının ve genel olarak oyunculukların hakkını teslim etsem de "ne yaptıysak nafile..."ye bayılmadığımı söylemeliyim.



polonya'nın maslowska'lı istanbul çıkartması sadece festival açılışı ile sınırlı kalmadı; haftabaşında galata perform'un yeni metin yeni tiyatro etkinlikleri kapsamında "transit polonya" başlığıyla maslowska oyun yazarlığı atölyesi verdi ve salı günü maslowska'nın ilk oyunu "lehçe konuşan iki gariban rumen"in okuma tiyatrosu ve söyleşisi gerçekleşti.

ani haddeler pekman'ın okuma rejisiyle izlediğimiz oyun maslowska'nın metninin, alamet-i farikası olan lehçe dil oyunlarının ötesinde; dertlerine ortak olunabilecek, onlarla birlikte gülünüp ağlanabilecek protagonistler ve insanın içini acıtan sahici durumlar yaratmak konusunda ne kadar evrensel olduğunu kanıtladı.
sanırım bunu düşünmemde; özellikle burak safa çalış ve sezin bozacı'nın -okuma tiyatrosu sınırları dahilinde de olsa- sıcak ve güçlü oyunculuklarının da etkisi büyüktü.

okuma sonrasındaki soru-cevap'ta maslowska büyük bir alçakgönüllük ve özeleştiri ile, yaklaşık 10 yıl önce yazdığı bu ilk oyununa ve o zamanki yazarlığına dair tespitlerde bulundu. son zamanlarda oyun-roman yazmaktan çok, gezdiğini, oyunlarıyla ilgili söyleşilere katıldığını söyledi.
yapıtlarının çevirisinin zor olduğuna dair soruma; "evet, benim yapıtlarımın esas özelliği leh dilini çok kendime has kullanıyor olmam ve evet bunların çoğu çeviride kayboluyor, ama bu akşamki seyirci tepkilerinden (gülmelerden) de hissettiğim kadarıyla oyunlarım seyirciye geçebiliyor; tabii belki de bunda karakterlerin içlerine düştükleri durumlar etkili oluyordur." diye cevap verdi.



600. yıl etkinliklerini polonya tarafı oldukça ciddiye alıyor; kültürlerini ülkemize tanıtmak için ellerinden geleni yapıyorlar.

adam mickiewicz enstitüsü kalabalık bir kadro ile harbiye muhsin ertuğrul fuayesi'nde ve iksv salon'da izleyicilerle ilgileniyorlar, bilgi veriyorlar; içinde maslowska'nın, bu hafta içinde istanbul'da okuma tiyatrosu ve tr warszawa yapımı olarak izlediğimiz ilk iki oyununun türkçe çevirilerinin bulunduğu şık kitabı ücretsiz olarak seyircilere dağıtıyorlar.
ayrıca; maslowska ve jarzyna'nın söyleşilerinde ingilizce kullanılmayıp, lehçe-türkçe çeviri yapılmasının da bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum.

jarzyna söyleşisi demişken;
bugün 17:30'da iksv salon'da gerçekleşen ve sayısız konservatuar öğrencisi, hocası, tiyatrocu, eleştirmen ve seyircinin olduğu 17 milyonluk istanbul'da mickiewicz enstitüsü-iksv yetkilileri, fotoğrafçı, kameraman ve çevrimenin eşi dışında dinleyici olarak sadece 15 kişinin katıldığı, iki saati aşan söyleşide jarzyna'nın kendi tiyatro anlayışı, polonya tiyatrosu ve daha pek çok şey hakkında yaptığı zihin açıcı açıklamaları -vakit bulursam- bir sonraki yazımda paylaşacağım..

5 Mayıs 2014 Pazartesi

dünyevi bir ayin: "biz/we"


sahnenin üzerine yarım daire şeklinde dizilmiş minderlerde, sandalyelerde oturan seyirciler ile salondaki koltuklarda oturan seyirciler bir çember tanımlıyorlar. çemberin bir parçası da müziğin kaynağı: cem yıldız; bağlaması ve bilgisayarıyla.

seyircilerin arasından üç erkek ortaya doğru ilerliyor; birbirlerine bakıyorlar, selam veriyorlar, yaklaşıyorlar ve birleşiryorlar; tek bir beden oluyorlar. ayakta ve birbirlerine sıkısıkıya sarılmışlar; üçü bir olmuşlar. bir nirengi noktasını temsil ediyorlar; ama bu nokta çemberin merkezinde değil; merkezden kayık.
öylece, "bir" olmuş olarak, bir süre duruyorlar; "bir"liği sindiriyorlar.
bu "bir"likte eller ve kollar, ama özellikle eller okunuyor; abidin dino'nun el çizimleri aklıma geliyor; onlarda da bir elin nerede başladığı diğerinin nerede bittiği, kaç kişinin ellerinin olduğu belirsizdir; böyle bir "an" karşımdaki.

eller yavaş yavaş hareketlenmeye başlıyor; parmaklar açılıyor.. eller sırtlarda, omuzlarda dolanıyor. bedenler yavaş yavaş ayrılıyor; kollar açılıyor.. nokta çözülüyor, genişliyor, üç bileşenli bir daire oluyor.
üç erkek avuç içlerinden birbirlerine dokunarak; dairenin sürekliliğini kesmeden dönmeye başlıyorlar; enerji birinden ötekine avuç içlerinden geçiyor. üç erkek gittikçe hızlanan bir tempoda her biri kendi etraflarında, üçlü bir çember olarak, ve seyircilerin tanımladığı orta mekanda daireler çizerek dönüyorlar. üçlünün içinden merkeze veya çepere doğru yükselen itkiler ara sıra vurguyu ve dengeyi değiştirse de, eninde sonunda bütün ve "bir" kalmayı başaran ritüel gibi bir trio bu..

zirveye ulaştıktan sonra ayrılan üçlünün, her biri kendi oluyor bir süre; sakinliyorlar.. zamanla aralarından ikisi bir gerilim içine giriyorlar, üçüncüsü denge unsuru olmaya çalışıyor.. sonra, yeniden her biri tek başına enerjiyi yükseltiyorlar..

bir sekans önce aralarında üstüörtülü bir gerilim olan ikisi bu sefer aşikar bir şekilde hesaplaşıyorlar.. üçüncü, mesafe olarak diğer ikisinden uzakta kalıyor ama onun da o mücadelenin içinde olduğu belli; nefesi veren de o, alan da.. belki de, diğer ikisini hatırlayan o; belki de onun bedeni diğer ikisini ihtiva eden ve belki de onun kendi içinde yaşadığı gerilimi izliyoruz bizler; artı ile eksiyi, iyi ile kötüyü, aydınlık ile karanlığı..

ikiden biri diğerini alt edince; diğeri yenilince (belki ölüme yürüyünce); onu kucaklayacak olanlar yine diğer ikisi oluyor; ölenin gözü açık gitse de, sonunda üçü tekrar birleşiyorlar..

üç erkek.. "baba-oğul-kutsal ruh" da olabilirler.. "allah-muhammed-ali" de..


mekanın seyircilerle çevrili bir daire olması, hareketlerde bariz bir şekilde gözlenen semah etkileri, üç sayısı, hele de dansçıların üçünün de erkek olması "biz/we"nin ayinsel niteliğini kuvvetlendiren öğeler. ancak; bu ayin -her ne kadar sadece erkekler tarafından icra ediliyor olduğundan ilk anda yukarıdaki "teslis"leri akla getirse de- dini anlamların ağır bastığı ilahi bir ayin değil; yapıtın adının da adres gösterdiği üzere "biz"lere, insanlara dair; toplumsal olarak en küçük birim olan üçlülere (üçlü saç ayağı: bir olaya/duruma maruz bırakan, maruz kalan ve o olayı/durumu izleyen) dair insani, dünyevi bir ayin.
program broşüründe yazdığı üzere; kendi hikayelerimizle hesaplaştığımız; gözleri açık gittiği için yasını tutamadıklarımıza, aşk ile uğurlayamadıklarımıza dair bir yapıt "biz/we".

avuç içleriyle yapılan akışkan trioda sidi larbi cherkaoui'nin ellerle yaptığı koreografileri, devamındaki hızlanan bölümde sert vurgulu bacakların havada açtıkları yırtıklarda ise -bu coğrafyaya ve bu eserin atmosferine çok uzak da olsa- tango hareketlerini hatırladım..
folklorik malzemeyi ustaca çağdaş dans diline dönüştürdüğü işleri, her yapıtında canlı müzik kullanımı ve özellikle "foi", "myth" ve "apocrifu" gibi yapıtlarında yoğun olarak hesaplaştığı dini temalar dolayısıyla sidi larbi cherkaoui sadece eller kısmında değil, "biz/we"nin genelinde aklıma gelen isim oldu.

konsept ve koreografisi yapan, yaratıp ve sahneleyenlerden biri olan bedirhan dehmen, yaratan ve sahneleyenler canberk yıldız, cem yıldız ve ejder keskin, müzik düzenlemesinin yanısıra canlı olarak müziği icra eden cem yıldız ve ışık tasarımında kerem çetinel "biz/we"de emeği olan isimler.
bu ekip, istanbul çağdaş sahne sanatları sahnesinde uzun zamandır seyretmediğim kadar özgün, bütünsel, sağlam ve etkileyici bir yapıt ortaya çıkarmış.

"biz/we" 26-29 nisan ve 2 mayıs 2014 tarihlerinde istanbul devlet operası'nın modern dans topluluğu istanbul'un "kültürler arası diyalog günü" programı dahilinde korhan başaran'ın "cesur yeni dünya" ve ihsan rüstem'in "mantra" yapıtlarıyla birlikte sahnelendi.
"biz/we" bir daha ne zaman, nerede, hangi vesileyle sahnelenir bilmiyorum; ama bir kaç kere daha izlemek, o çembere dahil olmak için kaçırmayacağım kesin!



4 Mayıs 2014 Pazar

johan simons'a 2014 berlin tiyatro ödülü

 fotoğraf: bernd von jutrczenka

berlin'de her sene mayıs ayında yapılan almanca konuşulan ülke tiyatroları buluşması başlamış. eleştirmenler her sene on kadar oyunu seçiyorlar ve bu oyunlar berlin'e konuk oluyor. bu sene münih'ten dört, zürich'ten iki, stuttgart, berlin ve viyana'dan birer, ve ruhrtriennale prodüksiyonu bir oyun seçilmiş buluşmaya.
tabii, seçilen oyunlar her sene tartışma yaratıyor. tiyatronun günlük hayatın ve kültürün önemli bir parçası olduğu bir coğrafyada bu tartışmalar zedeleyici değil; çoğaltıcı ve zenginleştirici.

buluşma kapsamında prusya bankası vakfı (stiftung preußische seehandlung) 1988'den beri berlin tiyatro ödülü veriyor.
ödül tarihi yönetmen, yazar, koerograf, oyuncu, sahne tasarımcısı ayrımı yapmadan almanca konuşulan ülkelerde sahne sanatları alanında ürün veren isimlerle dolu: george tabori'den pina bausch'a, heiner müller'den elfriede jelinek'e, bruno ganz'dan bert neumann'a, christoph marthaler'e zengin bir liste..
internetten de ulaşılabilen listede hem şimdiye kadar ödül alanların listesini hem de her yılın jürisini oluşturan isimleri görmek mümkün.

bu seneki ödül, bir kaç senedir münchner kammerspiele'nin genel sanat yönetmeni olan johan simons'a verilmiş. simons'un önemli bir tiyatro adamı olmasının ötesinde, jürinin bu ödülü ona vermesinin gerekçesi bence çok anlamlı:
"eğer bir yönetmen sınırların -dil sınırlarının, ülke sınırlarının, tür (genre) sınırlarının- ötesine geçen bir tiyatroyu savunuyor ve temsil ediyorsa, o zaman johan simons.
simons münih'teki hesaplı-kitaplı kammerspiele'yi çok dilli bir ekiple tekrar hakiki bir sanatçı tiyatrosuna dönüştürdü ve repertuvar tiyatrosu ile proje bazlı grup çalışması, provoke edici fikir teatisi ile yerel kökleşmişlik gibi bağdaşmazlıkları kolaylıkla yanyana getirmeyi başardı."

jüri değerlendirmesinin ne kadar isabetli olduğunu, az da olsa münchner kammerspiele deneyimlerimden ben de şahidim.
iki yıl önceki münih seyahatimde izlediğim üç münchner kammerspiele oyunu hala hafızamda. ostermeier ve simons rejilerinin yanısıra, fin yönetmen kristan smeds'in sadece münchner kammerspiele için tasarladığı dostoyevski projesi "der imaginaere sibirische zirkus des rodion raskolnikow" (rodion raskolnikov'un hayali sibirya sirki) olağanüstü bir işti.
aynı şekilde; geçen yaz poznan'da izlediğim meg stuart'ın damaged goods topluluğu ile münchner kammerspiele ortak projesi "built to last" da öyle.
tiyatronun bu seneki ortak projelerinden biri olan alain platel'li "tauberbach" ise berlin buluşması dahil önümüzdeki yaz ve 2014-15 sezonunda bayağı kapsamlı bir turneyle avrupa sahnelerine konuk olacak; çok konuşulan bu yapımı mutlaka bir yerlerde yakalamak niyetindeyim.

johan simons'un, önümüzdeki yıldan itibaren heiner goebbels'in yerine ruhrtriennale'nin yeni üç yıllık döneminin genel sanat yönetmenliğini üstleneceğinin haberini vererek ve bir simons yapımını en yakın zamanda istanbul tiyatro festivali'nde görmek dileğimle yazımı bitiriyorum..

1 Mayıs 2014 Perşembe

pina bausch'tan "garipler"in dünyası: "bandoneon"

fotoğraf: ulli weiss


yüksek duvarlarında, eski zamanlardan devasa boyutlarda siyah beyaz fotoğrafların asılı olduğu, tek bir büyük kapısı olan, hiç penceresi olmayan, içi masa ve sandalye dolu bir mekan; bir bar veya kafe olabilir.. mekanın içinde takım elbiseli adamlar çok yavaş hareketlerle dolaşıyorlar, bir yandan da ceketlerini çıkarıp, katlayıp, bir kollarına alıyorlar; sandalyelerden birine oturuyorlar; kısa bir zaman sonra, tekrar kalkıp, törensi bir edayla bu sefer ceketlerini giyiyorlar ve masa-sandalyelerin arasında yavaş çekim filmlerdeki gibi sakin sakin dolaşmaya devam ediyorlar.. bu ceket çıkarma-kola asma-giyme hareketi hem bir ritüel gibi hem de eril bir gestus..
bu büyük tablonun içinde bir erkek; takım elbisesini çıkarıyor ve tütülü beyaz bir balerin kostümü giyiyor; tam da giyemiyor aslında, arkasındaki fermuarı kapatamadığı için, askılarından biri omuzundan sarkıyor; basit bale hareketleri (tendu ve plies) yapmaya çalışıyor; bir iki tekrardan sonra bir tarafa doğru yere düşüyor, ve artık her seferinde, her deneyişinde yere düşmeye başlıyor..
o tütülü adam, bu had safhada eril mekana bütünüyle yabancı; -bizim toprakların tabiriyle- "bir garip"!


fotoğraf: ulli weiss


pina bausch'un 1980 tarihli "bandoneon" adlı yapıtı, bu türden "gariplerle" dolu. hatta "bandoneon", sadece bu "garipler"in halet-i ruhiyesini sahneden salona geçirmeye çalışan bir yapıt olarak bile tanımlanabilir:
tekrar tekrar sahnenin önüne gelip, elindeki kağıtta yazılı olan (ve büyük ihtimalle çocukluğundaki bir okul müsameresinden kalma) şiiri (sonradan öğrendim: bir heinrich heine şiiriymiş) okumaya çalışan; ancak her seferinde ya müzikle, ya ışıkların bütünüyle sönmesiyle, ya da başka birinin araya girmesiyle emeline ulaşamayan kadın gibi..
diğerleri tarafından kendisine gösterilen ilgi ve alkıştan utanan, bu taltifi üzerine alacak cesareti ve özgüveni olmayan kadınlar ve erkekler gibi..
müthiş bir iştahla ve kendinden geçerek limon kabuğu yaladığı için alkış toplayan kadın gibi..
faresiyle konuşan, ona arya söyleyen kadın gibi..
erkeklere ensesini, burnunun üstünü, kulağının kenarını olmayacak şekillerde okşatmaya, ısırttırmaya çalışan, ama bir türlü de tatmin olmayan kadınlar gibi..
tango müzikleri eşliğinde hiç olmayacak pozisyonlarda dans eden çiftler gibi; erkeklerin kadınları, bacak aralarına soktukları yumruklaştırılmış kollarıyla havaya kaldırarak ettikleri dans; kadınların karınlarının erkeklerin yüzlerine gelecek şekilde erkeklerin omuzlarının üzerine ters oturtularak ettikleri ve kadınların korkularını bağrış çığrışla dile getirmeleriyle çiftlerin poziyonlarını değiştirmeden ama bir anda kabaetlerinin üzerine oturarak yerde devamını getirdikleri dans; kadınların elleriyle erkeklerin gömleklerinden sıyrılmış çıplak sırtlarını okşayarak ettikleri dans..
bedenlerinin aynı uzuvlarını (yanaklarını, alınlarını, bacak içlerini, karınlarını...) eşzamanlı olarak birbirlerine sürten kadın-erkek çiftler..





"bandoneon" başladıktan bir zaman sonra, sahne mekanı da bu "garipler"in ruh haline ayak uyduruyor:
yapıt başlayalı 45 dakika olmuşken, bir anda sahnenin ışıkları tamamıyla söner, salonun bütün ışıkları yanar ve sahneye onlarca teknik görevli girer; sahnedeki dansçılar bir yandan gösterilerini sürdürürken, görevliler yavaş yavaş etrafı toplamaya başlarlar; sahnenin en ucunda yere sıralanmış kıyafetler ve torbalar (sanki bir prova sırasında dansçıların eşyalarıdır bunlar), masalar ve sandalyeler, önsahnede bulunan portatif ışık spotları yavaş yavaş sökülüp toplanır; sahneye kocaman bir merdiven getirilir, yan duvarlara monte edilmiş spotlar, duvarlara asılı devasa fotoğraflar indirilir, zemine serili dans halısı rulolara sarılıp kaldırılmaya başlanır..
anlamlı olan; dansçıların sahneye giriş çıkışlarında dekordaki tek büyük kapı dışında sağ ve soldaki sahne-kulis bağlantılarını/açıklıklarını kullanırken, sahne görevlilerinin bütün bu söküm işi sırasında sadece sahne tasarımının bir parçası olan kapıdan girip çıkmalarıdır. bütün bunlar olurken dansçılar ile teknik görevliler bir kere bile çarpışmaz, birbirlerinin işlerini engellemezler; sanki birbirlerini görmüyor gibilerdir; belki de öyledir: sahnedeki "garipler" teknik görevlilere görünmüyorlardır..

bu noktada bu enfes brechtyen yabancılaştırma efekti sahnesinin nasıl oluştuğundan da kısaca bahsetmek yerinde olur:
"bandoneon" provası sırasında akşam aynı sahnede bir wagner operası oynanacağı için sahne amiri bausch'tan provayı vaktinde bitirmesini ister, ancak prova uzar da uzar ve bausch bir türlü salondan çıkmaz. bunun üzerine sahne amiri çareyi sahnede prova devam ederken dekorları yavaş yavaş toplamakta bulur. seyirci tarafında oturan bausch bu görüntüyü o kadar sever ki, yapıtın içine entegre eder. bunu yaparken de, o zamana kadar ilk bölüm olarak düşünülen malzeme ile ikinci bölümünün yerini bütünüyle tersyüz eder. böylece "bandeneon" dekorlu başlar ve birinci bölümün ilerleyen dakikalarında dekorlar sökülür..

ancak; dekor bütünüyle kaldırılmaz; çıplaklaştırılmış da olsa duvarlar kalır, zeminde ise orta alanda dans halısı soyulmuş, altındaki sahne zemini ortaya çıkmıştır ama yan ve arka kısımlarda dans halısı kalmıştır. sahne artık ne donanımıyla tam bir gösteri mekanıdır ne de değildir; "arada"dır; kolaycı bir tanımlamanın ötesindedir; "garip"tir; aynı, dansçıların hali gibi..


fotoğraflar: danzon


bu "ara" mekanda devinmeye çalışan, kaybolmuş "garipler"in zamanı da esner, uzar; bir şey bekleniyorsa dakikalarca öylece durulup beklenir; seyirciler de beklerler.
bu dünyaya yabancı kalmış, kendilerini bulamamış yalnızların melankolisi ve bu melankolinin katmerlendirdiği sıkıntı salonu istila eder.
çoşku ve yaşama sevinci dansçıların arasıra çocuk gibi "la mer, la mer" (deniz, deniz) diye bağırırken kollarını iki yana açarak zıplamalarıyla alevlense de, sahneye hakim olan melankoliyi seyreltmeye yetmez.

"bandoneon" 1980 yılının aralık ayında prömiyer yapmış. aynı yılın ocak ayında pina bausch'un hayat ve iş arkadaşı rolf borzik vefat eder, bausch cenaze töreninin ardından "şimdi çalışmaya başlamazsam bir daha hiç çalışamam" diyerek stüdyoda girer; mechthild grossmann'ın dediği gibi, bütün dansçılar yapıtın yaratım aşamasında pina'yı ferah tutmak için uğraştıklarından olsa gerek 1980'in mayıs'ında çıkan "1980" bausch'un biyografisindeki en eğlenceli ve neşeli yapıtlardan biridir; ve sanırım borzik'in ani kaybının esas etkisi, aynı yılın ikinci yarısında çalıştıkları "bandeneon"da pina bausch'un ve topluluğun üzerine bütün ağırlığıyla çöker.


fotoğraf: danzon

 fotoğraf: bettina stöss


yapıtın bu kadar ağır ve melankolik olmasının nedenlerinden biri belki budur; bir diğer ipucu da jean-laurent sasportes'in anlattıklarında gizlidir. 26 ocak 2014'deki gösterim sonrasında seyirciye açık yapılan söyleşide sasportes "bandoneon"a dair şunları anlatır:

"prömiyer zamanında da seyirci için zor bir yapıttı; bayağı şiddetli tepkilere neden olmuştu! 30 sene sonra da hala insanları irrite ediyor.. zamanın kullanılması; bütün oyuncuların kendi zamanlarını yaşamaları.. özlemin/sevginin sahnede ne karşılığının bulunması ne de toptan reddedilmesi; sadece olduğu gibi ortaya konması..
ilk zamanlardaki hali bugünkünden daha da uzundu [son yıllardaki süresi yaklaşık 3 saat], ancak; "bandoneon" gerçekliği tam olarak temsil ediyor aslında; arjantin'de turnedeydik ve pina tango ile ilgili ilk izlenimlerini o zaman edindi ve tam da oradayken ziyaret ettiğimiz ünlü tango barı union bar sahnedekine çok benzeyen ama daha da büyük boyutlu bir mekandı ve bomboştu.. koca salonda sadece 4-5 erkek ve 3 kadın vardı.. bizlerse malou, dominique ve topluluktan 4-5 kişiydik.. bir kadın piyanodaydı ve bir adam bandeneon çalıyordu.. tam da bu duyguydu: nostalji, artık var olmayan bir şeyden dolayı yaşanan derin üzüntü ve bekliyor olmanın duygusu; ne için beklediğini bilmeden bekliyor olmak.. hayatın devam etmediğini zannettiğiniz bir hali yaşıyordunuz orada ve pina bu duyguları çok başarılı bir şekilde sahneye taşıdı.. böyle duyguları seyretmek belki güzel bir şey değil ama gerçeği de böyle bir şeydi.. dans ediyoruz çünkü üzüntülüyüz; tango dünyasında, üzüntülü oldukları için mi dans ediyorlar yoksa dans ettikleri için mi üzüntülüler, bilemiyorum.."

melankolik ve kasvetli atmosferinin yanısıra; "bandoneon" şimdiye kadar izlediğim 29 yapıtı arasında bence pina bausch'un en erotik yapıtı; ve aynı zamanda şefkat üzerine de en çok söz söyleyen yapıtı. sadece yukarıda betimlemeye çalıştığım üç dans sahnesinde bile iki karşıt ucu, erotizm ve şefkati bu gariplerin dünyasında aynı anda varolurken bulmak mümkün; herhalde, bu yapıtı bu kadar "garip" yapan niteliklerden biri de bu olsa gerek!



fotoğraf: ulli weiss


"bandoneon"un 2014 kadrosunda 1980'deki özgün kadrodan dört dansçı hala sahnedeler: dominique mercy, lutz förster, jean-paul sasportes ve nazareth panadero.
en son 2007'de paris'e turneye giden "bandoneon", topluluğa geçen yıl girmiş iki erkek dansçının da katılımıyla yenilenmiş kadrosuyla 24-25-26 ocak 2014'de wuppertal'de yeniden seyirci karşısına çıktı; muhtemelen 2014-15 sezonunda dünyanın belli başlı sahnelerine turneye çıkacaktır. takip etmenizi tavsiye ederim..



fotoğraf: danzon