29 Ağustos 2013 Perşembe

2012-2013 sinema sezonu

vizyon filmleri (01 haziran 2012 - 31 mayıs 2013)
.lal gece reis çelik ***** (27ağs)
.aşk l’amour michael haneke ***** (06ock)
.üstad the master paul thomas anderson ****.5 (21ksm)
.tepenin ardı emin alper ****.5 (18ara)
.evde dans la maison françois ozon ****.5 (24mys)
.zincirsiz django unchained quentin tarantino ****.5 (06şbt)
.zerre erdem tepegöz ****.5 (18nsn)
.düşler diyarı beasts of southern wild benh zeitlin **** (25ock)
.yedi psikopat seven psychopats martin mcdonagh **** (29mrt)
.araf yeşim ustaoğlu **** (26eyl)
.mutluluk glück dorris dörrie **** (22nsn)
.hayat avcısı the imposter bart layton **** (22nsn)
.bulut atlas cloud atlas tom tykwer & warchawski kardeşler **** (04ksm)
.roma’dan sevgilerle to rome with love woody allen **** (18ekm)
.aşk seansları the sessions ben lewin **** (27şbt)
.jin reha erdem **** (21mrt)
.azrail’i beklerken poule aux prunes marjane satrapi & vincent paronnaud **** (22hzr)
.elena andrey zvyagintsev **** (07eyl)
.pas ve kemik de rouille et d'os jacques audiard **** (09mys)
.f tipi film ezel akay, mehmet ilker altınay, ilksen başarır, aydın bulut, reis çelik, grup yorum, hüseyin karabey,  sırrı süreyya önder, vedat özdemir, barış pirhasan ***.5 (26ara)
.acı reçete side effects steven soderbergh ***.5 (13mys)
.gazeteci çocuk the paperboy lee daniels ***.5 (27nsn)
.uzun boylu esmer adam you will meet a tall dark stranger woody allen ***.5 (11mrt)
.cosmopolis david cronenberg ***.5 (14ağs)
.lanetli kan stoker park chan-wook ***.5 (28nsn)
.no pablo larrain ***.5 (22nsn)
.hitchcook sacha gervasi ***.5 (11nsn)
.sefiller les miserables tom hooper ***.5 (04mrt)
.killing them softly andrew dominik ***.5 (01ock)
.babamın sesi orhan eskiköy & zeynel doğan ***.5 (09ksm)
.vampir avcısı abraham lincoln: vampire hunter timur bekmambetov ***.5 (22ağs)
.skyfall sam mendes ***.5 (14ksm)
.kara şövalye yükseliyor the dark knight rises christopher nolan ***.5 09ağs
.umut ışığım silver linings playbook david o.russell ***.5 19ock
.striptiz kulübü magic mike steven soderbergh ***.5 16ekm
.anna karenina joe wright ***.5 (01ock)
.buz devri 4 ice age 4: continenal drift steve martino & mike thurmeier ***.5 (13tem)
.pamuk prenses ve avcı snow white and the huntsman rupert sanders *** (19tem)
.suç çetesi gangster squiad ruben fleisher *** (11mrt)
.bin ladin'i öldürmek zero dark thirthy kathryn bigelow *** (13şbt)
.katil joe killer joe william friedkin *** ( 21ksm)
.pi’nin yaşamı the life of pi ang lee *** 20ock
.oblivion joseph kosinski *** (25nsn)
.yük erden kıral *** (08mys)
.bitik şehir broken city allen hughes *** (23ock)
.360 fernando meirelles *** (22ağs)
.olmak istediğim yer this must be the place paolo sorrentino *** (16tem)
.gerçeğe çağrı total recall len wiseman *** (15ağs)
.vahşiler savages oliver stone *** (20tem)
.dörtlü quartet dustin hoffman **.5 (20mys)
.çocuklar djeca aida begic **.5 (08mys)
.intikam benim dead man down niels arden oplev **.5 (28nsn)
.jack reacher christopher macquarrie **.5 (31ara)
.cennetteki çöplük der müll im garten eden fatih akın **.5 (16ekm)
.bu dans senin take this waltz sarah polley **.5 (16tem)
.moonrise kingdom wes anderson **.5 (13hzr)
.acı pieta kim ki duk **.5 (13mrt)
.aklımı oynatacağım los amantes pasajeros pedro almodovar ** (24mys)
.prometheus ridley scott ** (14hzr)
.aşk yeniden hope springs david frankel **(18ekm)
.kıyamet kitabı doomsday book kim ji-woon ** (11tem)
.karanlık gölgeler dark shadows tim burton ** (18hzr)
.büyük umutlar great expectations mike newell ** (06mys)
.yalnız gezegen loneliest planet julia loktev ** (21mrt)
.operasyon: argo argo ben affleck ** (04mrt)
.kelebeğin rüyası yılmaz erdoğan * (27şbt)
.aşkın izleri to the wonder terence mallick * (11mrt)

evde - almanya’dan yepyeni filmler (10-20 haziran)
.die vermissten kayıp aranıyor jan speckenbach ***** (17hzr)
.man for a day bir günlüğüne erkek katarina peters ****.5 (17hzr)
.hotel lux leander haussmann *** (17hzr)

filmekimi (29 eylül – 07 ekim)
.jagten onur savaşı thomas vinterberg ****.5 (02ekm)
.broken koşulsuz sevgi rufus norris ****.5 (02ekm)
.dupa dealuri tepelerin ardında cristian mungiu ***.5 (05ekm)
.anton corbijn inside out anton corbijn ile içli dışlı klaartje quirijns ***.5 (05ekm)

2. uluslararası suç ve ceza filmleri festivali (26 eylül – 04 ekim)
.jidan he shitou yumurta ve taş huang ji ***.5 (03ekm)
.dom dam – bir rus ailesi oleg pogodin *** (29eyl)
.baya al mut satılık ölüm faouzi bensaidi **.5 (03ekm)

12. !f uluslararası bağımsız filmler festivali (14-24 şubat)

32. uluslararası istanbul film festivali (30 mart - 14 nisan)

kültür merkezlerindeki gösterimler
.michelangelo’nun görünümü lo sguardo di michelangelo michelangelo antonioni, 2004 ***** (25mys)
.hayallerin ötesinde imagine andrzej jakimowski, 2012 **** (18mys)
.kumbha mela michelangelo antonioni, 1983 **** (25mys)
.batıl inanç superstizione michelangelo antonioni, 1948 **** (25mys)
.po vadisinin insanları gente del po michelangelo antonioni, 1943 ***.5 (25mys)
.sicilya sicilia michelangelo antonioni, 1997 ***.5 (25mys)
.antonioni gözünden antonioni michelangelo antonioni, 1978 ***.5 (25mys)
.aşk yalanları l'amorosa menzogna michelangelo antonioni, 1949 *** (25mys)
.roma 12 registi per 12 città: roma michelangelo antonioni, 1989 *** (25mys)
.roket the rocket kim mordaunt, 2013 *** (18mys)
.gizli kimya upstream color shane carruth, 2012 * (18mys)

26 Ağustos 2013 Pazartesi

geçtiğimiz sezonun en sıradışı gösterisiydi: "l'après-midi d'un foehn"



gezi olaylarının ilk dört günü küçük bir arkadaş grubu ile yurtdışındaydım; kısa bir paris kaçamağıydı, uzun zaman öncesinden planlanmış bir seyahatti.
théâtre des champs-élysée'de "bahar ayini"nin tam 100. doğumgününü nijinski'nin ve sasha waltz'ın "le sacre"larıyla kutlayacak, sidi larbi cherkaoui'nin marina abramovich ile ortaklaşa sahneye koyduğu paris operası siparişi ravel'in "bolero"sunu seyredecek, chaplin'in kızı ve damadı ilüzyon ve sirk ustaları victoria chaplin ile jean-baptiste thierrée'nin gösterisini izleyecektik; izledik de.
son dakika, akşam programlarına ek olarak, gündüzlere de birer gösteri sıkıştırdık.
sahne tanrıları yine yaptı yapacağını ve beklenmeyen gerçekleşti; biz, yukarıda saydığım paris'e esas gidiş motivasyonlarımızdan değil de, gündüzlerden birinde seyrettiğimiz ve "6 yaşından büyüklere" ibareli, aslında daha çok çocuklara hitap etmesi düşünülmüş bir gösteriden büyülenmiş, nefeslerimiz kesilmiş, içimiz kabarmış şekilde çıktık.

paris'teki ikinci günümüzde istanbul'dan haberler gelmeye başlamıştı; aklımızın, kalbimizin bir yanı istanbul'da, endişeli ve biraz da haberleri uzaktan alıyor olmanın getirdiği bilgi karmaşası içerisinde paris'in ve seyrettiklerimizin keyfini ne çıkarabildik ne de sürebildik. dönünce de, doğal olarak, ne seyrettiklerim hakkında yazmak geldi içimden ne de vaktim oldu.
şimdi, gezi olaylarının üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra (ama nedense illa bir olay olması gerekmeden ve sadece verilen demeçler, söylenilen sözler ve icraatler yüzünden içlerimiz hala durulmuyorken ve tetikteyken bile olsa); 2012-2013 sezonunda yurtiçi ve yurtdışında izlediğim gösteriler arasında beni en çok ve derinden etkilemiş dört tiyatro olayından biri olan [diğer üçü hakkındaki izlenimlerime buralardan ulaşılabilir: kristian smeds'in "der imaginaere sibirische zirkus von rodion raskolnikov", pina bausch'un "auf dem gebirge hat man ein geschrei gehört" ve krzysztof warlikowski'nin "kabaret warszawski"] bu "çocuklar için" gösteri hakkındaki izlenimlerimi paylaşmak isterim.
olur da belki birileri bu yazıyı okur, bir yurtdışı seyahatinde bu gösteriye denk gelir; sakın "çocuklar için" diyerek gitmemezlik etmesinler; olur da istanbul'da festival düzenleyen birileri [artık cengiz özek mi olur, aydın silier mi, yoksa leman yılmaz mı] belki bu yazıyı okur; daha önceden bu gösteriden haberleri yoktur ve bu yazı sayesinde haberdar olurlar; belki ne yapıp edip bu benzersiz gösteriyi istanbul'a getirmeye çalışırlar; belli mi olur..

bu upuzun girişten sonra, gelelim gösteriye:
öncelikle bu gösteriyi herhangi bir kategoriye sokmak pek imkanlı değil; illa da bir kategoriye sokmak gerekmiyor zaten. kukla desen kukla değil, mim değil, dans değil, tiyatro da değil. belki, yapılanın koreografi olduğu söylenebilir, sanırım tasarımcısı da yaptığını "koreografi" olarak tanımlıyor; ancak, üzerine koreografi yapılan, insan bedeninin hareketleri değil!

topluluğun adı compagnie non nova. topluluğun artistik yönetmeni olan phia ménard aynı zamanda gösterinin koreografisini ve sahne tasarımını yapmış. gösterinin adı ise "l'après-midi d'un foehn".
bir kere oyunun adı bile yeterince merak uyandırıcı ve davetkar; bestesi debussy'e ait, ilk defa nijinski tarafından koreografisi yapılan ve kendisinin bizzat dans ettiği ünlü "bir pan'ın öğleden sonrası" adlı bale müziğine nazireyle "bir fönün (sıcak rüzgarın) öğleden sonrası".

gösteri, paris'in özellikle akrobasi, hayvansız sirk ve kukla gösterileri konusunda özelleşmiş silvia-monfort tiyatrosu'nda sahneleniyordu.

salona girdiğinizde, normal seyirci koltuklarına oturulmadığını fark ediyorsunuz; koltukların arasından geçip, sahneye çıkıp, etrafı sofitoya kadar yükselen siyah perdelerle çevrilmiş silindirik bir mekanın içine giriyorsunuz. yani, gösteri daha baştan konvansiyonel bazı şeyleri, mesela "verili tiyatro mekanını" kabul etmeyerek, yeniden tanımlayarak, kendi sahnesini, kendi dünyasını kuruyor. izleyeceğiniz gösterinin sıradışı olacağının ipuçlarını böylece yavaş yavaş fark ediyorsunuz..
ortada daire planlı bir sahne, etrafı 270 derece seyirci tribünleriyle çevrili; tribün dediysem de, üç basamaklı, arkalığı olmayan basit bir düzenleme.
sahnenin 360 derece çevresine içeriye ve dışarıya (seyirci tarafına) bakan vantilatörler yerleştirilmiş.
tam sahnenin üzerinde, oldukça yukarda yine kalın siyah perdelerle yaratılmış ve sahnenin izdüşümünü yukarıya taşıyan silindir bir çevreleme var [bu düzenlemenin alameti farikasını sonradan, gösteri başlayınca idrak ediyor insan], silindirin ortası ise sık bir demir ızgara ile kaplanmış, bazı ışık spotları buraya yerleştirilmiş.

ışık sönünce star wars'daki jedi'ın kıyafetini andıran, siyahlar içinde yerlere kadar uzanan, büyük bir kapşonla başı saklanmış biri törensel bir edayla yavaş yavaş sahnenin tam ortasına geliyor; cebinden iki plastik torba, bir seloteyp ve bir makas çıkarıyor. gözlerimizin önünde torbaları katlıyor, kesiyor, seloteypleri yapıştırıyor; işlemi bitirdikten sonra elindekini bütünüyle katlayıp sahnenin tam ortasına bırakıyor ve çıkıyor.
hoparlörlerden debussy'nin müziği gelmeye, sahnenin kenarındaki vantilatörlerden bazıları dönmeye başlıyor; bir-iki dakika geçiyor, plastik torbada küçük küçük hareketlenmeler oluyor, hareketlenmeler gittikçe şiddetleniyor ve sonunda o cansız plasik torba kendini zeminden kurtarıp, kollarını ve gövdesini açarak ve bu sayede içine havayı alarak yükseliyor; oyunumuzun "protagonisti" plastik torba-insan [ya da bazı eleştirmenlerin ifadesiyle "plastik torba-balerin"] böylece "can" bulmuş oluyor..

devamı?..
devamını anlatmıyım, yalnız şunu söylemeden bitirmek istemem: sonrasındaki 50 dakikada başroldeki plastik torba-insana eşlik edecek, bazı sahnelerde rengarenk bazı sahnelerde sadece beyaz renkli 30-40-50 başka plastik torba-insanlar ve çin ejderhalarını andıran bir akordeon canavar ile birlikte ve, debussy'nin müziğinden orman içi ve hayvan seslerine uzanan enfes ve atmosferik bir müzik-ses tasarımı eşliğinde evrenin yaratılışına, doğanın uyanışına ve iyi ile kötünün savaşına tanık oluyorsunuz.
ve bütün bunlar çok basit bir fikrin müthiş bir mühendislik çalışması sonucu hiç bir anı şansa bırakılmamış bir şekilde hayata geçirip "tasarlanmasıyla" yaratılıyor: hava akımının kontrol edilmesi.




25 Ağustos 2013 Pazar

louis malle'in fransa belgeselleri



hazır oturmuş louis malle'in amerika belgesellerini izlemişken, devam ettim ve 1974'de fransa'da çektiği iki uzun metrajlı belgeseli de aradan çıkardım.

"humain, trop human" (insani, bütünüyle insani) adlı ilk belgesel citroen fabrikasında geçiyor.
72 dakikalık belgeselin ilk 15 dakikasında genel hatlarıyla bir arabanın üretim bandı sürecinde hammaddeden sürülebilir son hale nasıl geldiği gösteriliyor. sonraki 15 dakika paris'teki bir araba fuarında citroen standına gelen araba meraklıların soruları, yorumları, satış temsilcilerinin yorumlarıyla devam ediyor. belgeselin geri kalanında ise yeniden fabrikaya dönüp bu sefer daha detaylı olarak üretim görüntülerini izliyoruz.





diğer malle belgesellerinden farklı olarak, bu sefer malle'in üstsesi veya herhangi bir üstses belgesele eşlik etmiyor. paris sekansı dışındaysa zaten konuşma yok, sadece makina sesleri.

doğrusu ne arabaya ne de fabrikaya ilgi duyan biri olarak bu belgeseli çok da merakla izlediğimi söyleyemem. ancak malle'in hoşuma giden bir tercihinden bahsetmek isterim: özellikle ikinci fabrika sekansında kamera fabrika işçilerinin yaptıkları iş kadar onların yüz ve beden parçalarına da odaklanıyordu. örneğin sadece elleriyle bir iş yapan işçinin o sırada ayaklarını nasıl oynattığını paralel çekimlerle izlettiriyor bize malle. ya da bir kaynakçının yüzüne odaklanarak işini yaparken yüzünün, özellikle de dudaklarının aldığı halleri gösteriyor bize.

buradan da bence başlığa bağlanıyor film: makinalarla çevrili bir ortamda insanın insaniliğinin ne kadarının kalıp ne kadarının kalmadığı.
belki buradan da chaplin'in ünlü üretim bandı ve çarkın dişlileri sahnesine kadar gidebiliriz.
ve tabii ki daha derin olarak; nietzsche ile haşır neşir olanlar belgeselin ismini onun 1878 tarihli aforizmalarla dolu kitabından aldığı fark edip onun fikirleri ile de bağlantı kurabilirler..



"place de la république" ise paris'teki cumhuriyet meydanı'nda yapılmış çekimlerden oluşuyor. diğer belgeselle aynı tarihli: 1974. süresi 95 dakika.

paris'e hiç bir gidişimde bu meydana yolum düşmedi, nasıl bir yerdir, çevresindeki semtlerin profili konusunda bir fikrim yok, ancak 1974'de çok da parlak olmadığı bu belgeselden anlaşılıyor.
malle ve ekibinin konuştuğu herkes ya fiziksel hasta, ya ruhsal hasta, ya da işsiz. pek öyle genç birilerine de rastlamamışlar sanki; benim hatırladığım iki-üç genç kız ve bir genç erkek dışında hep emekliler, ya da emekli yaşına yaklaşmış olanlar. ilginç bir profil.


upuzun ve aralıksız bir çekimde ruhsal olarak sorunlu yaşlı bir kadının ipe sapa gelmez hikayelerini seyrediyoruz ki, bir ara filmi durdurmak bile geldi içimden; bu zırvalıkları neden izliyorum diyerek! tabii, malle ve ekibinin bu zırvalıkları neden çektiklerini ve daha da garibi neden filme katmaya karar verdiklerini merak etmedim de değil. kendime göre bir cevap da bulamadım maalesef.

belgeselin tek beğendiğim tarafı başlangıçta jeneriğin olmaması ve görüntüler akarken malle'in filme katkıda bulunanları üstsesisyle okumasıydı; tam cinema-vérité tarzına uygun olsa gerek.

"phantom india", "calcutta" ve amerika belgesellerinin etkileyicilikleri yanında bu iki belgesel bana biraz zayıf geldi.



malle'in 1956 tarihli, cannes ve oscar'dan ödüllü "the silent world" belgeselinin dvdsini edinene kadar louis malle belgesellerine ara vermeden önce, malle'in belgeselciliği konusunda bu vesileyle öğrendiğim bir bilgiyi de paylaşmak isterim:
malle 1962 yılında çektiği brigitte bardot'lu marcello mastroianni'li "vie privée" filminin gerek seyirci gerekse de eleştirmenler tarafından beğenilmemesi üzerine bir kamera alıp dört aylığına cezayir'e gidiyor ve oradaki olayları belgeliyor. bu çekimleri hiç bir zaman kurgulayıp gösterime sokmuyor ama bu deneyim onun, "gerçek dünya" olarak tanımladığı hayata yeniden nüfuz etmesini sağlıyor.

bence aynı krzysztof kieslowski gibi louis malle de sinema kariyeri boyunca; hayatın içinden, doğal ve "gerçeklik"i kaydeden belgeselcilik anlayışını takip eden belgeseller çekmesi sayesinde yapay olmayan, insanın doğasını "olduğu gibi" ortaya seren etkileyici ve unutulmaz kurgu filmlere imza atmıştır.

24 Ağustos 2013 Cumartesi

louis malle'in amerika belgeselleri, 2


louis malle a.b.d.'de geçirdiği uzun dönem boyunca bir belgesel daha çeker; bu sefer hbo siparişiyle, özgürlük anıtı'nın 100. yılı vesilesiyle..

malle, bir önceki belgeseli "god's country"de olduğu gibi, bu sefer de sipariş veren kurum tarafından tümüyle özgür bırakılır; ve böylece malle özgürlük heykeli ile özdeşleşmiş ellis adası etrafında gelişen ve 100 öncesini anlatan bir çalışma yerine, göçmenlerin güncel durumlarıyla ilgilenmeyi tercih eder.
yıl 1986'dır.



malle belgeselin bir yerinde üst sesiyle "thomas jefferson olsa, bu kadar süre bizimle amerika sokaklarında çekim yaptıktan sonra, mayflower kadırgasından amerika'ya inmiş beyaz anglosakson protestanlar nerede diye sormadan edemezdi herhalde" sözüne cevabını aslında bir önceki belgeselinde, "god's country"de vermiştir..

"...and the pursuit of happiness" (...ve mutluluk arayışı), kapsam olarak "god's country"nin tam zıt kutbunda durur.
malle, "god's country"de tek bir kasabanın portresi üzerinden "taşrada amerikalı" olmanın portresini çizerken, bu sefer amerika'nın dört bir yanında yapılmış, geniş spektrumlu bir çekim programıyla "göçmen amerikalı" olmanın resmini ortaya serer.

biçimsel olarak ise; 70'lerin sonu 80'lerin ortasına denk gelen bu amerikan belgeselleri, malle'in, 60'ların sonundaki hindistan belgesellerinden 70'lerin ortasındaki fransa belgesellerine doğru gittikçe ustası haline geldiği cinéma-vérité stili belgeselcilik anlayışının devamı niteliğindedirler.






malle "... ve mutluluk arayışı"nda; teksas'ın kuruluşunun 150.yılı dolayısıyla 3200 mil yürüyecek olan ve bunu amerika'ya sevgisinden ve minnertarlığından yapan bir romanyalı ile başlayıp, 80 dakika boyunca seyirciyi nebraska'da aile kurmuş ve doktorluk yapan bir vietnamlıdan, nasa'nın uzay mekiği ile uzaya giden ilk a.b.d. doğumlu olmayan kostarika asıllı bir amerikalıya, dallas'da kendi taksi şirketlerini kurmuş kürt ve afrikalılardan, wendy's burgerlerinin kullanıldığı cümleleri tekrarlayarak ingilizce dersi alan uzak-doğululara, kendi ülkesinde ilkokul öğretmeniyken amerika'da güzellik uzmanlığıyla hayatını kazanan pakistanlıya, ebeveynleri ve büyükleriyle evde sorun yaşamamaları için anadillerini ve örf ve adetlerini öğrendikleri kurslara giden vietnamlı çocuklardan, ortadoğu'da olan olaylar nedeniyle kendilerini araplarla bir tutan amerikalıların önyargılarını eleştiren lübnanlılara [bu kadar yılda hiç bir şey değişmemiş demek ki], meksika sınırında yaşananları gerek amerikan polisinin gerekse meksikalılar tarafından aktaran belgeselin en uzun sahnelerinden, köpeği uçakla kendisi botla ülkesinden amerika'ya iltica etmiş ve bir daha terk ettiği ülkesini hatırlamak istemeyen bir kübalıya, amerika'da kazanılan paralarla inşa ettirilmiş olan büyük bir camide hiç bir namaz vaktini kaçırmayan ama amerikan kültürünün gençlere hedefsiz bir özgürlük sağladığından dolayı zarar verdiğini düşünen mısırlıya, darbe görmüş güney amerika ülkelerinin küçük saraylarda yaşayan generallerinden, tek kelime ingilizce bilmeden roma üzerinden new york'a gelmiş kamboçyalı mültecilere, polis olmuş vietnamlıdan, columbia üniversitesini hedeflemiş çinli gence; birleşik devletler özgürlük bildirgesi'nde her insanın elinden alınamaz özellikleri olarak sayılan "hayat, özgürlük ve mutluluğu arayışı" için a.b.d.'ye gelmiş, tam anlamıyla "sıradan" dünyalıları gözler önüne serer.

malle'in kamerasına yakalananlardan sadece ikisi sanatçıdır: ilki, stanislawski metodunu öğrettiği oyunculuk kursunda görüntülenen 60'larında bir rus tiyatrocu, boris leskin, diğeri ise ileriki yıllarda nobel edebiyat ödülünü alacak olan batı-hindistan adalarından biri olan st. louis'den şair derek walcott'dur.

allan parkway village'ın filmin çekildiği yıllardaki hali

batıda 30-40 yıl önce başlayan, bizde ise son 10-15 yılda hız kazanan, kent içinde kalarak değeri artan eski yerleşmelerin ve buralardaki yaşam kültürünün "soylulaştırma" projeleriyle kazınması da malle'in belgeseline ucundan da olsa konu olur; hem de bizim idarecilerimize taş çıkartacak seviyede bir alavere-dalavere örneği olarak.

houston'da 40'ların ortasında inşa edilmiş az katlı bir toplu konut yerleşmesi olan allen parkway village, 60'lardan itibaren siyahların ağırlıkla oturdukları bir bölgeye dönüşmüş; kentin idarecileri de 70'lerin ortalarından itibaren bu konutlara özellikle hindiçinli göçmenleri yerleştirmişler ki, siyahların huzuru kaçsın ve orayı terk etsinler. hindiçinliler ise zaten daha yeni amerikalı ve dolayısıyla kanunlardan bihaber oldukları için kolaylıkla tekrar yerlerinden edebilirler ve bu sayede boşalacak toplu konut yerleşmesi yıkılarak yerine lüks villalar inşa edilebilsin.

merak ettim, belgeselden sonraki yıllarda allen parkway village soylulaştırmaya kurban gitmiş mi diye; neyse ki gitmemiş; hatta 90'lı yılların sonunda restore edilerek korunmuş.

restore edilip korunduktan sonraki hali


son olarak, belgeselde röportaj yapılan göçmenlerden ikisinin sözlerine yer vermek istiyorum; hem birbirinin zıttı olması bakımından ilginç hem de düşünce yapısı olarak çarpıcı.

 ilki, new york'un italyan mahallesinde sokaktaki bir kadın. malle her zamanki rahatlığıyla "nereden geldiniz?" diye sorunca kadının verdiği "ne fark eder ki, şimdi buradayım ya!" cevabı; doğduğu topraklardan daha fazla önem verdiği, umut bağladığı için amerika'ya göç etmiş binlerce insanın halet-i ruhiyesini mükemmelen ortaya serdi.

daha önce de  bahsettiğim kosta riak asıllı nasa astronutu ise konuya bambaşka bir noktadan yaklaştı: "günün birinde uzayın derinliklerinde akıllı varlıklarla karşılaştığınızda, onlara rusya'dan veya birleşik devletler'den geldiğinizi söyleminizin hiç bir anlamı olmaz, çünkü siz bir dünya vatandaşısınızdır ve karşınızdakine de ancak böyle söylediğinizde bir şey ifade etmiş olursunuz."


21 Ağustos 2013 Çarşamba

louis malle'in amerika belgeselleri



louis malle'in iki uzun metrajlı belgeselini seyrettim geçen akşam; ikisi de a.b.d. ile ilgili.
"god's country" (tanrının ülkesi) 1979-1985, "and the pursuit of happiness" (ve mutluluk arayışı) 1986 tarihli.

ilk belgesel a.b.d.'nin küçük bir kasabasında, ikincisi ise neredeyse her yerinde yapılmış çekimlerden oluşuyor. ilki sıradan, küçük boyutlu bir kırsal yerleşimde oturan amerikalıların portresini çizerken, ikincisi dünyanın dört bir yanında amerika'ya göçmen olarak gelmiş kişileri konu ediniyor. ilki "derin" amerikan taşrasının, ikincisi "fırsatlar ülkesi" amerikanın portresi.

louis malle amerika'ya brooke shields'li "pretty baby"i, susan sarandon ve burt lancaster'li "atlantic city"yi çekmeye geldiğinde pbs televizyonu ona açık kart verir; istediği konuda bir belgesel çekebilecektir.
sinema hayatına kaptan cousteau'nun "silent world" (sessiz dünya) adlı uzun metrajlı su altı belgeselinin cousteau ile ortak yönetmeni olarak başlayan, daha sonraki yıllarda "phanton india" ve "calcutta" gibi efsanevi belgesellere imza atmış olan malle için bulunmaz fırsattır pbs'nin önerisi. gerçi maddi olanaksızlıkar dolayısıyla filmin post-prodüksiyonu altı yıl gecikir, ama louis malle bunu da filmin lehine çevirmeyi başarır.





"god's country" a.b.d.'nin orta-kuzeyine düşen minnesota eyaletindeki glencoe kasabasının sakinlerini anlatıyor. louis malle omuzunda kamera kasabaya girer girmez dikkatini çeken ilk kişiye, bahçesindeki çiçekleri çapalamakla meşgül yaşlıca bir hanıma yanaşıyor, onunla usul usul sohbet etmeye başlıyor ve arkası çorap söküğü gibi geliyor; çok doğal bir şekilde!
evet louis malle bir fransız, evet omuzunda kamera var, evet dikkat çekmiyor değil, evet bazıları bir yabancı olduğu için ona biraz mesafeli durmuyor değil ama bunlar çok minör kalıyor; malle'in kamerayla yaklaştığı herkes bütün samimiyetleriyle hayatlarını, dertlerini, hayata bakışlarını, arzularını, ileriye dair umutlarını, içlerinde kalanları teklifsizce anlatıyorlar; inanılmaz!




17'sinde evlenen genç kızın kilisedeki düğünü ve arkasından büyük kapalı salondaki eğlenceler, müzikler, danslar; yaşlılar evindeki sakinler, sokakta yürüyüş yapan eşi vefat etmiş bir dedenin geleceğini mezarda görüyor olduğuna dair yorumu; çiftliklerinde severek ve isteyerek tarımla, hayvancılıkla uğraşan genç-yaşlı insanlar; kasabanın tek tiyatro topluluğunun gösteri hazırlıkları; panayırdan görüntüler; kasabanın tek lokantası "dairy quenn"in işletmeci ailesiyle sohbet; kasabanın en büyük marketindeki reyonları sahibinin eşliğinde ziyaret; bingo oynayanlar; kasabanın genç kızlardan oluşan voleybol takımının maçı; saymakla bitmez..

belgeseli seyrederken öyle bir an geliyor, sanki bütün kasaba aileniz oluveriyor; kendinizi onlara çok yakın hissediyorsunuz. o kadar ki, "keşke bir 20-30 yıl sonra bu insanların neler yaptıklarını, nerelerde olduklarını görebilseydim" diye geçti içimden. ve belgeselin bitimine 15 dakika kala louis malle bu dileğimin daha kısa vadelisini gerçekleştiriyor.
malle altı yıl sonra glencoe'ya tekrar gitmiş, bir önceki seferde röportaj yaptığı insanları tekrar bulmuş ve belgeselin son 15 dakikasını bu ziyarete ayırmış.

filmin en başındaki yaşlı teyze hala aynı bahçede çiçeklerinin başında; o 91 yaşındaki teyzeyi bıraktığımız yerde tekrar görmek içinizi ısıtıyor, ancak kasabanın geri kalanı bıraktığımız gibi değil. belgeselin vuruculuğu da esas bu noktadan itibaren gittikçe yükseliyor. ronald reagan'ın başkanlığındaki amerikan yönetiminin ekonomiyi aşağı çeken politikası ülkeyi hayallerin, umutların mekanı olmaktan çıkarmış, daha çok depresyonun, yoksulluğun ve umutsuzluğun mekanına dönüştürmüş.

altı yıl önce büyük bir heyecan ve istekle tarımla uğraşan üç çocuklu genç karı-koca (kasabanın en genç çiftçileri, adam o zaman 28 yaşında) artık çocukları için başka gelecekler hazırlamayı planlamaktalar; kendileri hala tarım ve hayvancılıkla uğraşmayı seviyorlar ve hayattan başka bir beklentileri yok ancak ekonominin alaşağı ettiği sistem çiftçilerin geleceğini soru işaretien dönüştürmüş; ve kendileri lise mezunu olan karı-koca çift çocuklarının mutlaka kolej eğitimi almaları gerektiğine karar vermişler ve bütün birikimlerini bu yöne kanalize etmişler, çünkü "eğer çocuklarımız arasında çiftlikte kalmak isteyecek olan olursa da, cebinde başka bir mesleğinin mutlaka olması gerektiğini" düşünüyorlar.


altı yıl sonraki çekimler sayesinde belgesele hem zamansal hem de sosyo-ekonomik katmanlar ekleniyor.
bu çekimler olmasaydı da malle ustalıkla amerikan taşrasının başarılı bir sosyolojik portresini çizmiş olacaktı.
malle kasaba sakinleriyle yaptığı röportajlar sırasında muhafazakar toplumun kodlarını da ortaya seriyor usul usul;"hayati" konulara değiniyor, canalıcı sorular soruyor: "kasabada neden hiç siyah yok?", "eşcinseller neden görünür değiller?", "kasabada 7'si protestan 9 kilise var, hiç sinagog yok", "sizden önce buralarda yaşayan kızılderililer şimdi nerede?"

belgeselin son karelerinde, oğlu vicdani redçi olmuş olan babanın sözleri: "bu topluma inancım var, bu toplumun içinde iyi insanlar da var ancak şimdilerde insanların gözünü açgözlülük hırsı bürümüş ve toplumu sarmış durumda!"

...

1979-85 tarihli belgeseli günümüze bağlayan öğeler de çok fazla.
örneğin, hemen başında domuzların hayvan çiftliklerinden mezbahalara, oradan fordist üretim bantları üzerinde parçalara ayrılıp, türlü makinadan geçerek tüketime hazır paketlere nasıl getirildiğini gösteren sekans, son !f'te izlediğimiz ron fricke'nin 2012 tarihli "samsara" filminde de karşımıza çıkıyor.


La surconsommation from Lasurconsommation on Vimeo.
"samsara"dan bahsettiğim sekans

festivalde gösterilip, yaklaşık 1.5 ay önce de sinemalarımıza sessizce gelip gitmiş matt damon'un hem oynadığı, hem senaryosunu yazdığı hem de yapımcılığını üstlendiği berlinale'den jüri özel ödüllü gus van sant filmi "kayıp topraklar" (promised land) tam da louis malle'in konu ettiği çifliklerin 30-35 yıl sonraki hallerini anlatıyordu. ekonomik bunalım içinde varolma savaşı veren, yoksulluk ve yoksunluk sınırındaki orta amerika çiftçilerinin umut kaynağına dönüşen, arazilerinin altındaki topraktaki gazı, değerinden daha düşük fiyata alıp, zamanla üzerinde tarım ve hayvancılık yapmayı da engelleyecek teknikle çıkaracak olan şirketlerin dalavereleridir anlatılan. bir yerlerden bizim karadeniz'deki hes'leri, kaz dağları'ndaki altın şirketlerini de hatırlatıyor, değil mi..


kayıp topraklar (promised land) fragmanı

...

"god's country" ile ilgili son bir şey:
malle'in kasabada kamerasını çevirdiği kişilerden en "özgür ruh"lu olan üçü, aynı zamanda kasabanın tiyatro grubunun yazarı ve oyuncularıydı.
oyunların yazarı olan millie, vietnam savaşı döneminde zorunlu askere gitmeyi red ederek adını amerikan tarihine yazdırmış vicdani redçinin annesiymiş aynı zamanda.
oyuncu olan diğer iki kişi, steve ile jean ise hayata bakışları, hayattan beklentileri, kasabadaki atmosferi tarfi edişleri, cinsellik, kilise, kürtaj, evlenmeden birlikte yaşama ve boşanma konularında o dönem için taşra için radikal sayılabilecek fikirlerini kamera karşısında özgürce söylemeleriyle aklımda yer ettiler. ve düşünmeden edemedim; demek ki tarih boyunca her türlü iktidar bu yüzden tiyatrodan hoşlanmamış, tiyatroyu yasaklamaya, kontrol altına almaya çalışmış, çünkü tiyatro insanın kendini özgürce ifade etmesini, özgürce düşünmesini sağlayan bir sanat pratiği..

 esas işi inekleri suni döllemek olan, oyuncu steve

 oyuncu, banka memuresi ve haftasonu akşamlarında barda garson kız jean

louis malle glencoe'ya altı yıl sonra geldiğinde millie, jean ve steve neredeler, ne yapıyorlar, hangi durumdaydılar?
bunun cevabını da filme bırakıyım..



13 Ağustos 2013 Salı

"Göçmenler" / "Ambros Adelwarth" öyküsünden..


"... Hiç kimse, diye yazıyor; böyle bir kenti haylinde canlandıramaz. Bu kadar çok bina, yeşillin nice tonu. Çamfıstığı ağaçları göğe yükseliyor. Akasyalar, mantar meşeleri, Firavun inciri, okaliptüs, ardıç ve defne ağaçlarından oluşan gerçek bir ağaç cenneti, derin gölgelikleri, şırıldayan dereleri ve çeşmeleriyle korular. Her gezinti sürprizlerle dolu, hatta ürkütücü. Bir tiyatro oyunundaki sahneler gibi sürekli değişen bir manzara. Saraya benzeyen binalarla dolu bir cadde uçurumla son buluyor. Bir tiyatroya gidiyorsunuz ve ön salondaki kapıdan çıkıp bir ormana dalıyorsunuz, başka bir sefer karanlık ve gittikçe daralan bir sokağa sapıyorsunuz, tam kapana kısıldım derken, köşeyi dönmek için bir adım atıyorsunuz ve birden bütün kent manzarasının ayaklarınızın altında uzandığını görüyorsunuz. Çırılçıplak bir yamacı çıkıyorsunuz ve gölgelik bir vadiye geliyorsunuz, bir evin avlusundan giriyor ve bir caddeye çıkıyorsunuz. Pazarda dolanırken birdenbire kendinizi mezar taşlarının arasında buluyorsunuz. Çünkü tıpkı ölüm gibi İstanbul'un mezarlıkları da yaşamla iç içe..."

- W. G. Sebald
(çeviri: Gülperi Sert)
Can Yayınları, 2006

10 Ağustos 2013 Cumartesi

midilli'de üç gün, 03


geleneksel dokusuyla molyvos ve deniziyle eftalou'dan sonra adanın başkenti mtyilini öyle büyük bir etki bırakmadı bende; belki -bir ege adası ölçeğinde de olsa- büyük ve kalabalık yerleşimlerden pek haz etmediğimdendir.. sanırım benim için bir geç sonbahar zamanı daha davetkar olabilir bu şehir..
aslında hakkını yemek de istemem, sadece yarım gün geçirdik mytilini'de.

kentten ziyade bu yarım güne ve bütün lesbos seyahatine damgasını vuran bir tavernadan bahsetmek istiyorum. gerçi lesbos ile ilgili türkçe, ingilizce her türlü kaynakta bu lokantadan bahsediliyor, yani gidip de es geçmek mümkün değil. biz o kadar beğendik ki, hem öğle (öğledensonra) hem akşam (gece) yemeklerimizi burada yedik. bir kaç başka tavernanın adresini almış olmamıza rağmen; ve hatta, acıkmadığımız halde sırf bir kere daha o "anneannemin patates köftesi tadındaki" patates köftelerinden yiyebilmek için "ispanyol usulü akşam yemeği saati"nde, 22:00'de gittik ve tok midemize yeniden bayram ettirdik.
tavernanın adı: kαφενείον "o eρμής"- kafeneion "o ermis".





molyvos'dan mytilini'ye öğlen iki gibi vardık, otele yerleştik, o saatte (malum "siesta") terk edilmiş gibi ıssızlaşmış şehrin dar, kıvrımı sokaklarından ermou caddesine indik ve eski liman yönünde yürümeye başladık; hedefimiz bu aksın sonundaki "o ermis" idi. varmamız üç buçuğu buldu. bir masa dışında kimsecikler yoktu tavernada; açık mısınız diye sorduk, meğer o kapı ağzındaki tek masada oturanlar tavernanın sahiplerinden bir hanım ve iki arkadaşıymış; önlerinde küçük küçük mezeler ve uzo, keyifle demleniyorlardı.

hanım (sonradan adını öğrendik: ioanna) yanımıza geldi, siparişimizi aldı, bize tavsiyelerde bulundu; sanki evine misafir olmuşuz gibi sevecen ve ilgiyle davrandı bize.
neler yemedik ki! bir kere o muhteşem patates köftesi. herhalde en az bir 15 yıldır mahrumdum o taddan ve tam da anneanneminkinin kıvamında ve lezzetindeydi. bir tek şekli farklı; anneanneminkiler silindirik bomba şeklideydi (avucunda sıkarak şekil verirdi), bunlar küremsi.



başka neler yedik:
adada yediğimiz en lezzetli kabak çiçeği  kızartması
yine adada yediğimiz en lezzetli peynir kızartması/saganaki (yunanistan'ın geleneksel beyaz "feta" peynirinden ziyade, mytilini şehrine özel, sarı, kaşarımsı peynir "ladotyri/kefalaki" ile yapılanının tadına doyum olmuyor)
(aslında bu "adada yediğimiz en lezzetli" açıklamasını her birinin önüne koymam lazım)
kabak köftesi (mücüveri andırıyor)
özel sirkeli sosta pişirilmiş ahtapot
taze kalamar tava
enfes cacık
değil adada, hayatımızda yemediğimiz kadar lezzetli (ve farklı) imam bayıldı
ve tabii ki bir yunan sofrasının vazgeçilmezi "greek" salata





içki olarak da tabii ki (uzo demeyeceğim) "retsina" şarabı.
ilk defa on sene önceki yunan adaları seyahatimde fark etmiştim reçine aromalı beyaz şarap "retsina"yı. 
antik yunan ve roma dönemlerinde anforalar ve fıçılar hava almasın diye ağzı reçineyle kapatılmasıyla bu aroma şaraba geçermiş. günümüzde ise fermantasyon sırasında bir parça reçine ekleniyormuş.

şarap uzmanı değilim, ancak beyaz şaraplarda çoğu zaman itici bulduğum asitik tad "retsina"da yok; herhalde reçine aroması kadar, kullanılan üzüm çeşidinden kaynaklıyor bu durum.
bir de çok ilginç bir şekilde, bir yemekte bir litre retsina içseniz de bana mısın demiyor; alkol oranı %11-11.5 arasında değişiyor.

bu seyahat sırasında bir kaç retsina markasını deneme şansım oldu; favorim "malamatina".
bir de, önemli uyarı: retsina o kadar ucuz ki duty free shoplarda bulmak mümkün olmayabiliyor; yani garantiye almak için kentteyken bir markete uğrayıp bavulu doldurmak lazım..



bu kısa retsina parantezinden sonra "o ermis" tavernasındaki yemeğe devam.

yemeğimiz bitmiş, sohbet ediyorduk; bir yandan da ioanna ve iki arkadaşı arkamızdaki masada sardalya, közlenmiş biber, cacık, ahtapot bacakları gibi mezeleriyle ve uzoyla hem demleniyor hem de arada sırada bizim masaya laf atıyorlar, ioanna servis için geliyordu. hatta bu arada fotoğrafımızı çekip facebook sayfasına bile koymuşlar.


tam kahvelerimizi söylesek mi diye konuşurken, ioanna elinde koca bir tatlı tabağı ile geldi; "müessesenin ikramı" diyerek.
yine, internet sitelerinde lesbos'daki en rağbet gören tatlının yoğurt üzerine reçel olduğunu okumuştum, ama önceki iki günümüzde pek canımız çekmemişti.
başka lokantalarda da böyle midir bilemeyeceğim, ama buradaki inanılmazdı. hayatımızda böyle lezzetli bir yoğurt yememiştik.
diğer tatlı ise, bizim irmik lehvasının kuru üzümlüsü, ve tabii ki portakal suyuyla pişirilmişi; hafif ıslak, açık renkli, kavrulmamış..


bu mükellef şölenin üzerine "greek" kahvelerimizi de içtik. saat altıya geliyordu, ermou caddesi yavaş hareketlenmeye, dükkanlar teker teker kapılarını açmaya başlamıştı.
ioanna'ya "efharisto poli"ilerimizle ayrıldık lokantadan..



ermou caddesinde dolaştık; hemen caminin sırasındaki dükkanlardan birinde bir ana-oğulun seramikçi var; naif, küçük, enfes şeyler yapıyorlar; özellikle narlar çok güzel
yeni limana gittik, bir kafede oturup frappe içtik, büyük kilisenin etrafındaki çarşıyı gezdik, teker teker ladotyri peynirinden aldık, nasıl kızartılacağını öğrendik, ben retsinaları attım çantaya, bizimkiler eş dosta en eski ve en iyilerden biri olan ve lesbos dışında satılmayan aile işletmesi bir firmanın uzosundan aldık; bu zaman zarfında aramızdaki konuşmalar her seferinde dönüp dolaşıp "o ermis"teki yemeğe bağlanıyordu.
bir gün sonraki feribot biletimizi akşam 18:00'den sabah 9:00'a aldırdığımız için, "o ermis"te bir kere daha yeme şansımız o akşamdı. ama toktuk. yine de dayanamadık; ayaklarımız bizi eski limana götürdü ve gece on gibi tavernanın bahçe kapısından içeri girdik.



patates köftesinin yanısıra;
marine edilmiş hamsi,
patlıcan oturtma (bizim bildiğimizden farklı olarak kıyması patlıcan içi ile karıştırılmış, üzerine beşamel sosla fırınlanmış; leziz!)
kabak çiçeği dolması (tabii ki "ada'da yediğimiz en lezzetli"si)
ve tabii ki "greek" salata.

başta ioanna yoktu, yerine bir bey servis yapıyordu. ioanna geç saatte geldi, selamlaştık. yemek üzerine yine bir tatlı tabağı masamıza geldi, "ikram" olarak..

ertesi sabah lesbos'dan, adanın tadı damağımızda kalarak ayrıldık..

8 Ağustos 2013 Perşembe

midilli'de üç gün, 02





molyvos'a dört kilometre mesafede eftalou diye bir kumsal var. sivrice koyu'nun tam karşısı; eftalou'dan el sallasan çağın motel'den veya fener'den biri karşılık verir mutlaka.
yıllarca, her yaz gittiğimiz sivrice koyu'ndan karşı yakayı izlerdik; üç-beş ışık, arada sırada bir araba farı; ne az yerleşim var derdik, meğer karşısı eftalou kumsalıymış; şimdi o taraftayız, karşıya  bakıyoruz.

eftalou'dan sivrice koyu ve sivrice deniz feneri






eftalou, molyvos'un yakınlarındaki en bakir ve en tenha kumsal; molyvos'un kendi kumsalı ve 5 kilometre mesafedeki petra pek bir kalabalıklar. burası ise sessiz, sakin..
ulaşması az biraz zor (gerçi günde dört sefer otobüs var, taksi ile de 3 dakika ve sadece 5 avro); konforu az (şezlong, şemsiye gibi şeyler yok); kumsal kumluk değil, küçük küçük taşlık; deniz de taşlık ve kayalık; anlayacağınız pek bir berrak, pek bir soğuk ve pek bir güzel..



eftalou'nun bir kısmından sıcak su çıkıyor; küçük bir kaplıca yapmışlar. sıcakta haşlanıp kendinizi hemen soğuk sulara bırakabiliyorsunuz; fin hamamı misali..

kumsalda iki lokanta var. biri hemen başta asfaltın bittiği noktada; en çok övülen o; ancak biz orada yemek yiyemedik.
diğer lokantaya ise ya toprak yoldan arabayla ya da kumsaldan yürüyerek ulaşılıyor; set set bir yamaca yerleşmiş; mekanın kendisi ve ayrıca manzarası pek bir keyifli.. yemekleri de fena değil; midilli'de çok daha iyilerini yedik.






eftalou kumsalında kalınacak yerler de var; biri hemen kaplıcanın yanı; diğeri ise daha ilerde, lokantanın yanında.

eftalou kafa dinlemek, özgür olmak ve doğanın tadını çıkarmak için birebir!