24 Ağustos 2013 Cumartesi

louis malle'in amerika belgeselleri, 2


louis malle a.b.d.'de geçirdiği uzun dönem boyunca bir belgesel daha çeker; bu sefer hbo siparişiyle, özgürlük anıtı'nın 100. yılı vesilesiyle..

malle, bir önceki belgeseli "god's country"de olduğu gibi, bu sefer de sipariş veren kurum tarafından tümüyle özgür bırakılır; ve böylece malle özgürlük heykeli ile özdeşleşmiş ellis adası etrafında gelişen ve 100 öncesini anlatan bir çalışma yerine, göçmenlerin güncel durumlarıyla ilgilenmeyi tercih eder.
yıl 1986'dır.



malle belgeselin bir yerinde üst sesiyle "thomas jefferson olsa, bu kadar süre bizimle amerika sokaklarında çekim yaptıktan sonra, mayflower kadırgasından amerika'ya inmiş beyaz anglosakson protestanlar nerede diye sormadan edemezdi herhalde" sözüne cevabını aslında bir önceki belgeselinde, "god's country"de vermiştir..

"...and the pursuit of happiness" (...ve mutluluk arayışı), kapsam olarak "god's country"nin tam zıt kutbunda durur.
malle, "god's country"de tek bir kasabanın portresi üzerinden "taşrada amerikalı" olmanın portresini çizerken, bu sefer amerika'nın dört bir yanında yapılmış, geniş spektrumlu bir çekim programıyla "göçmen amerikalı" olmanın resmini ortaya serer.

biçimsel olarak ise; 70'lerin sonu 80'lerin ortasına denk gelen bu amerikan belgeselleri, malle'in, 60'ların sonundaki hindistan belgesellerinden 70'lerin ortasındaki fransa belgesellerine doğru gittikçe ustası haline geldiği cinéma-vérité stili belgeselcilik anlayışının devamı niteliğindedirler.






malle "... ve mutluluk arayışı"nda; teksas'ın kuruluşunun 150.yılı dolayısıyla 3200 mil yürüyecek olan ve bunu amerika'ya sevgisinden ve minnertarlığından yapan bir romanyalı ile başlayıp, 80 dakika boyunca seyirciyi nebraska'da aile kurmuş ve doktorluk yapan bir vietnamlıdan, nasa'nın uzay mekiği ile uzaya giden ilk a.b.d. doğumlu olmayan kostarika asıllı bir amerikalıya, dallas'da kendi taksi şirketlerini kurmuş kürt ve afrikalılardan, wendy's burgerlerinin kullanıldığı cümleleri tekrarlayarak ingilizce dersi alan uzak-doğululara, kendi ülkesinde ilkokul öğretmeniyken amerika'da güzellik uzmanlığıyla hayatını kazanan pakistanlıya, ebeveynleri ve büyükleriyle evde sorun yaşamamaları için anadillerini ve örf ve adetlerini öğrendikleri kurslara giden vietnamlı çocuklardan, ortadoğu'da olan olaylar nedeniyle kendilerini araplarla bir tutan amerikalıların önyargılarını eleştiren lübnanlılara [bu kadar yılda hiç bir şey değişmemiş demek ki], meksika sınırında yaşananları gerek amerikan polisinin gerekse meksikalılar tarafından aktaran belgeselin en uzun sahnelerinden, köpeği uçakla kendisi botla ülkesinden amerika'ya iltica etmiş ve bir daha terk ettiği ülkesini hatırlamak istemeyen bir kübalıya, amerika'da kazanılan paralarla inşa ettirilmiş olan büyük bir camide hiç bir namaz vaktini kaçırmayan ama amerikan kültürünün gençlere hedefsiz bir özgürlük sağladığından dolayı zarar verdiğini düşünen mısırlıya, darbe görmüş güney amerika ülkelerinin küçük saraylarda yaşayan generallerinden, tek kelime ingilizce bilmeden roma üzerinden new york'a gelmiş kamboçyalı mültecilere, polis olmuş vietnamlıdan, columbia üniversitesini hedeflemiş çinli gence; birleşik devletler özgürlük bildirgesi'nde her insanın elinden alınamaz özellikleri olarak sayılan "hayat, özgürlük ve mutluluğu arayışı" için a.b.d.'ye gelmiş, tam anlamıyla "sıradan" dünyalıları gözler önüne serer.

malle'in kamerasına yakalananlardan sadece ikisi sanatçıdır: ilki, stanislawski metodunu öğrettiği oyunculuk kursunda görüntülenen 60'larında bir rus tiyatrocu, boris leskin, diğeri ise ileriki yıllarda nobel edebiyat ödülünü alacak olan batı-hindistan adalarından biri olan st. louis'den şair derek walcott'dur.

allan parkway village'ın filmin çekildiği yıllardaki hali

batıda 30-40 yıl önce başlayan, bizde ise son 10-15 yılda hız kazanan, kent içinde kalarak değeri artan eski yerleşmelerin ve buralardaki yaşam kültürünün "soylulaştırma" projeleriyle kazınması da malle'in belgeseline ucundan da olsa konu olur; hem de bizim idarecilerimize taş çıkartacak seviyede bir alavere-dalavere örneği olarak.

houston'da 40'ların ortasında inşa edilmiş az katlı bir toplu konut yerleşmesi olan allen parkway village, 60'lardan itibaren siyahların ağırlıkla oturdukları bir bölgeye dönüşmüş; kentin idarecileri de 70'lerin ortalarından itibaren bu konutlara özellikle hindiçinli göçmenleri yerleştirmişler ki, siyahların huzuru kaçsın ve orayı terk etsinler. hindiçinliler ise zaten daha yeni amerikalı ve dolayısıyla kanunlardan bihaber oldukları için kolaylıkla tekrar yerlerinden edebilirler ve bu sayede boşalacak toplu konut yerleşmesi yıkılarak yerine lüks villalar inşa edilebilsin.

merak ettim, belgeselden sonraki yıllarda allen parkway village soylulaştırmaya kurban gitmiş mi diye; neyse ki gitmemiş; hatta 90'lı yılların sonunda restore edilerek korunmuş.

restore edilip korunduktan sonraki hali


son olarak, belgeselde röportaj yapılan göçmenlerden ikisinin sözlerine yer vermek istiyorum; hem birbirinin zıttı olması bakımından ilginç hem de düşünce yapısı olarak çarpıcı.

 ilki, new york'un italyan mahallesinde sokaktaki bir kadın. malle her zamanki rahatlığıyla "nereden geldiniz?" diye sorunca kadının verdiği "ne fark eder ki, şimdi buradayım ya!" cevabı; doğduğu topraklardan daha fazla önem verdiği, umut bağladığı için amerika'ya göç etmiş binlerce insanın halet-i ruhiyesini mükemmelen ortaya serdi.

daha önce de  bahsettiğim kosta riak asıllı nasa astronutu ise konuya bambaşka bir noktadan yaklaştı: "günün birinde uzayın derinliklerinde akıllı varlıklarla karşılaştığınızda, onlara rusya'dan veya birleşik devletler'den geldiğinizi söyleminizin hiç bir anlamı olmaz, çünkü siz bir dünya vatandaşısınızdır ve karşınızdakine de ancak böyle söylediğinizde bir şey ifade etmiş olursunuz."


2 yorum: