29 Ekim 2011 Cumartesi

martha graham dans topluluğu istanbul'daydı!


geçtiğimiz günlerde martha graham dans topluluğu 21 yıl aradan sonra ikinci defa istanbul'daydı. martha graham 1990 temmuz'unda, ölümünden bir yıl önce, 96 yaşında istanbul'a geldiğinde, tekerlekli sandalyeyle de olsa topluluğunun başındaydı, turnedeydi; son selamda sahnedeydi; atatürk kültür merkezi büyük salonunun tarihi günlerinden, alkıştan "yıkıldığı" anlardan biriydi.



topluluk bu seferki işsanat gösterileri gibi iki akşam üstüste dans etmiş, graham'ın yedi yapıtını sunmuş, istanbulluları çarpmıştı. 1988'deki jorge donne'lu bejart ballet laussanne gösterilerinden sonra bir kez daha 20. yüzyılın dans tarihini yazmış önemli koreograflardan biriyle karşılaşmış olmaktan memnunduk; nefesimiz kesilmiş, büyülenmiştik. bejart'ın "le sacre du printemps" (bahar ayini)ninden sonra graham'ınki bir başka etkileyiciydi. her şeyden öte; iksv sayesinde, istanbullular olarak bu birbirinden etkili iki yapıtı canlı seyretme şansına ve karşılaştırma imkanına sahip olmuştuk. umarım ileride bir gün gelir, pina bausch'un "le sacre"sı da istanbul'a uğrar; kısmet!



martha graham dans topluluğu'nun bu seferki istanbul seferinde sunduğu yedi yapıt içinde beni en çok etkileyen, iki akşamlık programı sonlandıran "maple leaf rag" oldu. bu yapıt graham'ın son koreografisiymiş. prömiyer tarihi 2 ekim 1990.
"maple leaf rag" neredeyse bütün bir 20. yüzyılı acısıyla, tatlısıyla, ama ağırlıklı olarak "acısıyla" kefesinde taşımış, sayısız "gergin" koreografiye imza atmış, 100 yaşına merdiven dayamış bir bilge kadının kendi kendisiyle, kendi hareket diliyle, kendi estetiğiyle, kendi klişeleriyle dalga geçtiği, müthiş eğlenceli bir yapıttı.

programın geri kalanından edindiğim kişisel izlenim, martha graham'ın yapıtlarının 21 yıl önce bende yarattığı etkiyi tazeleyememiş olmasıydı. yeni bir şeyler bulamadım, içim kıpırdamadı.
oedipus mitini kraliçe jocasta odaklı anlatan "night journey" (gece yolculuğu) ile medea mitini koro odaklı anlatan "cave of the heart" (kalbin mağarası) adlı yapıtlar koreografileri, kostümleri, -isamu nogushi imzalı da olsa- sahne tasarımıyla biraz "fazla" geldi bana. sahnede çok hareket, çok çizgi, çok malzeme vardı. bu çokluk bende eskimişlik duygusu uyandırdı.

iki akşamlık programda antik yunan miti esinli üçüncü yapıt, ilk akşamı başlatan "errand into the maze" (labirentte koşturmaca) idi. "night journey" ile birlikte 1990'daki gösterilerde de izlemiş olduğumuz "labirette koşturmaca", bu seferki toplamda "maple leaf rag"dan sonra en beğendiğim yapıt oldu.
kadın kahraman (blakeley white-mcguire) ile minatour'un (ben schultz) düeti kısa süresine rağmen etkisini seyircide uzun süre devam ettirecek yoğunluktaydı. neredeyse hiç fazlası olmayan, her anı yaratıcı bir koreografik veya tiyatral fikirle zenginleştirilmiş küçük bir başyapıttı.



bunların yanında; duygulara, durumlara daha "soyut" yaklaşan "chronicle" (tarihçe) ve "diversion of angels" (meleklerin eğlencesi) bir noktaya kadar caziptiler.
"chronicle" (tarihçe)'nin "hayal-1914" adlı ilk bölümü, graham'ın kendi tasarladığı içi kırmızı dışı siyah, uzun etekli kostümün de etkisiyle, kuvvetli bir soloydu. ancak devamındaki iki bölüm, avrupa'da o dönemde (1936'larda) iyice rengini belli etmiş faşizan rejimleri eleştirme amacını güderken, koreografisi fazlaca faşizan bir hareket diline sahip olduğu için zamanla biteviye, mekanik, birörnek ve itici olmaktan kurtulamadı benim için.
kadınların aşka dair üç evresini veya tek bir kadının hayatında aşka dair üç evreyi anlattığı varsayılan "diversion of angels" ise içeriğinden çok biçimiyle, topluluk danslarından çok beyaz, kırmızı ve sarıyla tanımlanmış üç evreyi canlandıran üç kadın dansçının hareketleriyle anlam kazandı.



iki akşamın en yeni yapıtıysa 2007 yılında 11 eylül olaylarını anmak amacıyla, martha graham'ın 1930'lardaki solo dans filmi "lamentation" (ağıt)'tan esinlenilerek hazırlanmış "lamentation variations" (ağıt varyasyonları) idi. sırasıyla bulareyaung pagarlava, richard move ve larry keigwin adlı koreografların yaklaşık beşer dakikalık yapıtları günümüz seyircisinin gözüne daha tanıdık gelen yumuşak hareketleri, kulağına daha melodik gelen chopin ve mahler müzikleriyle belli bir kalitenin üzerindeydiler.
koreograflar, 11 eylül gibi hepimizi dehşete düşüren, içimize işleyen bir olayla ilgili olarak, kolaycılığa kaçmadan etkili olabilmeyi başarmışlardı. özellikle keigwin'in, yapıtı sonlandıran koreografisi oldukça etkileyiciydi: sahnedeki herkesin yere yığılmasından sonra, ayakta kalan çiftten biri diğerinin kollarından sıyrılarak yere yığıldı, ayakta kalanın kolları boş kaldı. bir terör olayıyla ilgili olarak sadece hayatını kaybedenleri değil, arkada (hayatta) kalanları da hikayeye dahil etmek keigwin'in koreografisini farklı kıldı.



martha graham'ın yapıtlarından 21 yıl öncesi kadar etkilenmemiş olsam da, 21 kişilik dans grubunun her bir üyesinin teknik ve artistik kalitesinden ve hepsinin tek bir nefesle dans edişinden (bir zamanlar rus klasik bale topluluklarının, özellikle de bolşoy balesi'nin övgüyle bahsedilen üç özelliği) çok etkilendiğimi; dansçıların tümüne (ama özellikle "errand into maze"de ve "hayal-1914"de dans eden blakeley white-mcguire'a) ve her akşam öncesinde sahneye çıkıp yapıtları kısaca tanıtan martha graham dans topluluğu'nun zarif sanat yönetmeni janet eilber'a hayran kaldığımı söylemeliyim.

22 Ekim 2011 Cumartesi

hala şansınız varken kaçırmayın!


jérôme bel kavramsal olup da yarattıklarını "izletebilen" ender sanatçılardan. bel, seyirciyi düşünmeye sevk eden; onun işlerini ve tarzını tanımadan yolu gösteri salonuna düşmüş ve izlerken bir yandan da düşünmesi gerektiğini fark etmeyen veya düşünmeyi tercih etmeyen/istemeyen seyirciden bile eninde sonunda öyle ya da böyle tepki almayı başarabilen bir sanatçı.

"the show must go on / şov devam etmeli" çok basit, naif ve şiirsel bir fikirden yola çıkılarak hazırlanmış gibi duruyor. dünya üzerinde hemen hemen herkesin az çok bildiği, herkese mal olmuş, dünya popüler kültürünün en tanınmış 18 şarkısını sahnelemek.
şarkıların içerdiği sözlerden, yarattıkları atmosferlerden ve bazen de şarkıların karşımıza ilk çıktığı hallerinden esinlenilerek çok basite, öze indirgenmiş, zekice hazırlanmış, kavramsal ağırlıklı sahnelemeler bunlar. bazısında sadece ışık başrolde, bazısında karanlık, bazısında arkadaki siyah kadife perde, bazısında sahnedeki 26 performansçı; çoğunda ise salondaki seyirci.

jérôme bel seyircinin tepkilerinden, başka bir sürü şeyin yanısıra seyircinin kendisi hakkında da pek çok şey öğrendiğini söylemiş. eğer istanbul'daysa bel bu akşam istanbullu seyircinin tepkilerinde çok şey öğrenmiştir, ama doğrusu seyircimizin tepkisi beni pek şaşırtmadı.
geçtiğimiz yıllardaki tiyatro festivallerinde de gözlemlediğim üzere, eğer bir gösteri "olağandışı", "zor kavranır", "kolay içine girilmez", "meditatif" veya "çok tekrarlı" ise seyircimiz salonu akın akın terk etmekten (terk ederken de gürültü çıkarmayı ihmal etmemekten) sahnede gösteri devam ederken uğultulu bir şekilde fısıldaşmaya kadar varan sıkılma ibareleri göstermekten çekinmez. (bir iki örnek: hotel pro forma'dan "operation: orfeo", keersmaeker'den "raga for a rainy season / a love supreme")
seyircimizin sabrı yoktur, dikkati kolay dağılır, düşünsel gayret gösterme konusunda isteksizdir.

bu akşam da istisna değildi; benzer anlamda tepkiler gösterildi. neyse ki performansın kendisi seyirciyi dışlamayan, dördüncü duvarı kaldıran ve hatta seyirciden bizzat tepki talep eden nitelikteydi de, ne kadar "yaratıcı" olduğumuzu sergileyebildik.
örneğin; jérôme bel sahneyi ve salonu (reji masasındaki alet ışıklarına kadar) zifiri karanlıklaştırıp john lennon'un "imagine"ı eşliğinde barış dolu bir dünya hayal etmemizi öngördüğünde, seyircimiz cep telefonlarını açıp ışıklarıyla etrafı aydınlattı. yıllar önce joan baez ilk defa istanbul'a geldiğinde açıkhava'da çakmaklarımızı yakarak bu efekti gerçekleştirmemiş miydik zaten. bu seferki biraz bayat kaçmadı mı! tabii, hayalimizdeki o barış dolu dünyanın cep telefonsuz olamayacağını anlatmak içindiyse bu "gestus", o zaman söyleyecek söz yok!
zifiri karanlığı istila eden "ateşböceği" seyircimizden, hemen ardından, simon & garfunkel'in "sound of silence"ında mutlak sessizlik beklemek saflık olurdu! bir şarkı boyu karanlıkta hayallere dalmayı beceremediğimiz gibi, bir an sessiz kalmayı başaramadık; hatta sessizliği bozmak, sabote etmek için elimizden geleni yaptık.
keşke bu isyankarlığımızı sokaklara taşıyabilsek!

bu bir dans festivali değil miydi, bileti satılan gösteri bir dans gösterisi olarak duyurulmamış mıydı, jérôme bel literatürde koreograf olarak geçmiyor muydu; o zaman bizim seyircimiz sahnede kanlı canlı dansçı/performansçı izlemeye gelmişti.
ne zaman 25 performansçı sahnedeydi, biz memnunduk. hele de "hareket ediyorlarsa" daha da memnunduk. performansçıların hareket ettikleri şarkılarda çok eğlendik! "düşündük" mü? emin değilim.
bel'in düşünmemiz için en uygun ortamı yarattığı iki şarkıda düşünmek dışında "yaratıcı" herşeyi yapmışken geri kalanında zaten ihtiyacımız yoktu ki; sahnede gördüğümüz "bir şeyler" vardı; "gördüklerimiz" bize yetti.

jérôme bel'in her bir şarkı için ayrı ayrı "düşündüğü" sahneleme fikirleri zekiceydi. hepsi basit fikirlerdi ama etkili sonuçlar verdiler.
istanbul'dan seçilmiş 25 dansçı/performansçı ve 1 dj de çok iyiydiler. her birinin gündelik kıyafetleri ve olağanüstü performansları göz kamaştırıcıydı.

"the show must go on / şov devam etmeli" şarkıları bilmeyenler veya sözlerini anlamayanlar için ne kadar anlamlı oluyor, emin değilim. 80 dakikalık yapıtta sadece bir-iki sahne şarkıların ve sözlerin ötesine geçiyor, ki o sahneler en etkileyici olanları. örneğin; her performansçının kendi kulaklığından kendi seçtiği şarkıyı dinleyip, şarkının nakaratını her defasında yüksek sesle bağırdığı sahne hem insana dair "çok şey" anlatıyordu, hem de eğlenceliydi.

jérôme bel'i üçüncü defa istanbul'da konuk etmenin ötesinde, "the show must go on / şov devam etmeli"nin istanbul versiyonunu hayata geçirmiş olmalarından dolayı idansçılara teşekkürler.

kaçıranlar veya bir kere daha izlemek isteyenler için "the show must go on / şov devam etmeli" yarın (23 ekim) bir kere daha fulya sanat'ta.

20 Ekim 2011 Perşembe

aile filmlerim


der siebte kontinent, micheal haneke (1989)


teorema, pier paolo pasolini (1968)


sitcom, françois ozon (1998)


welcome to the dollhouse, todd solondz (1995)


american beauty, sam mendes (1999)


ordinary people, robert redford (1980)


a wedding, robert altman (1978)


festen, thomas vinterberg (1998)


la caduta degli dei, luchino visconti (1969)


mamá cumple cien años, carlos saura (1979)


rocco e suoi fratelli, luchino visconti (1960)


interiors, woody allen (1978)


zusje, robert jan westdijk (1995)


the kids are all right, lisa cholodenko (2010)


seven brides for seven brothers, stanley donen (1954)

15 Ekim 2011 Cumartesi

geçkin filmlerim


tôkyô monogatari, yasujirô ozu (1953)


strangers in good company, cythia scott (1990)


drivimg miss daisy, bruce beresford (1989)


what ever happened to baby jane?, robert aldrich (1962)


smultronstället, ingmar bergman (1957)


the mother, roger michell (2003)


wolke 9, andreas dresen (2008)


on golden pond, mark rydell (1981)


hachi-gatsu no kyôshikyoku, akira kurosawa (1991)


narayama bushiko, shôhei imamura (1983)

11 Ekim 2011 Salı

ııı. richard / mendes



sam mendes, shakespeare’in beş perdelik “kral ııı. richard’ın trajedisi” adlı oyununu, ıv. perdenin 2. sahnesinden ikiye böler; gloucester dükünün kral ııı. richard olduğu noktadır burası. yani; sam mendes’in “ııı.richard”ı gloucester dükünün kral olmasının öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye bölünmüştür.
içerikteki bu kökten değişimin -bir anlamda kırılmanın- altı, sahne tasarımı (tom piper) ve ışık tasarıml (paul pyant) ile de çizilir, belirginleştirilir. gloucester dükü kral olmadan önce; entrika da yapsa, adam da öldürtse, yine de bir dereceye kadar düzen hüküm sürmektedir. gloucester kral olduktan sonraysa, etrafında estirdiği vahşetin haddi hesabı yoktur; kraliçesi olsun diye ne diller dökerek evlendiği lady anne’i, kendisine rakip olmasınlar diye iki çocuk yaştaki akrabasını, başından beri entrikalarına alet ettiği yeğeni buckingham dükü’nü arka arkaya gözünü kırpmadan öldür(t)ür. düzen anarşiye, sağduyu tekinsizliğe teslim olmuştur.

öncesinde; sahne üç tarafı aynı yüzeylerle kaplı, kapalı bir mekandır; tanımlıdır, sınırları bellidir. öncesinde; ışık, zeminde dikdörtgen alanlar belirler, o tek büyük mekan içinde küçük mekanlar kurar. ışıkla sınırları belirginleştirilmiş bu mekanlar da tanımlıdırlar. ışık aynı zamanda oyun kişilerini de aydınlatır.






church of the minorites II, lyonel feininger, 1926


gaberndorf, lyonel feininger, 1924



sonrasında; sahnenin arka yüzeyi kalkar, sahne iki yanda perspektife boyun eğen yüzeylerle sonsuzlaştırılır; ucu bucağı, sonu gözükmez olur; tanımını kaybeder; görünmeyen bir boşluğa doğru uzanır. ışıklar ise; artık zeminde tanımlı alanlar oluşturacak şekilde düşmemeye başlar; yanlardaki duvarların üzerinde kesik, kırık, çarpık alanlar oluştururlar, zeminde tanımsız üçgenlere dönüşürler. ışık artık oyun kişilerini de aydınlatmamakta; onlardan bağımsız, gerilimli ve tekinsiz bir atmosfer oluşturmaktadır. lyonel feininger’in tablolarını andıran, ekspresyonist bir atmosferdir bu.

oyunun ilk dakikalarında arka duvara yansıtılan siyah beyaz “haber görüntüleri”nin ve kostümlerin, çok açık bir şekilde belirtilmeden tarihledikleri dönem de zaten ekspresyonistlerin dönemidir; iki dünya savaşı arası. kötülüğün kol gezdiği, diktatörlerin avrupa’yı avuçlarının içine almaya başladıkları acılı dönem.
oyunun hemen başında, haber görüntülerinin projeksiyonunun ardından, sağ yüzeyde açılan bir kapıdan sahneye sızan ışıkla sol taraftaki yüzeyde devleşen gloucester dükünün gölgesi de zaten, wiene'nin 1920 yapımı “dr. caligari’nin muayenehanesi”nden veya murnau’nun 1922 yapımı “nosferatu”sundan fırlamış gibidir.

oyun boyunca neredeyse hiçbir rengin kullanılmaması, hatta bazı sahnelerdeki kostümlerde çok bariz olarak sadece beyaz, gri ve siyahın tercih edilmesi (örneğin londra kalesinde geçen 4. perde 1. sahnede üç kadının da siyah giydirilmesi); oyuna 20. yüzyıl başı siyah-beyaz-sessiz film atmosferi katar.
birinci perde 3. sahnede kraliçe elizabeth şarap rengi ve 5. perdede richmond kırmızı bir kostüm giyerler, onun dışında kıyafetler beyaz, siyah, gri, füme ve koyu kahverengidir.

ışık ise, sadece kraliçe margaret’in sahnelerini maviye boyar. içerik olarak bu kadar kanla yıkanmış bir oyunda vahşetin rengi kırmızının ve kötülüğün rengi yeşilin hiçbir sahnede kullanılmaması şaşırtıcı olduğu kadar, kolaya kaçılmadığında ne kadar etkili bir atmosfer yaratılabileceğinin isabetli bir kanıtıdır; bizim bazı tiyatrocularımız içinse, umarım “eğitici ve öğretici” olmuştur.

mendes’in “ııı. richard”ında ışığın kullanımı özellikle etkileyici ve nefeskesicidir. birinci perde 4. sahnede clarence’ı öldürmeye gelen katillerin kararsızlığının, iyilik ile kötülük arasında gidiş-gelişlerinin, vicdan muhasebelerinin bu kişilerin gölgelerinin arka duvara çifter olarak düşürülerek anlatılması, en az başlangıç sahnesinde gloucester dükünün tüyler ürpertici devasa gölgesi kadar, oyun kişilerinin iç dünyalarını yansıtması bağlamında betimleyiciydi. katillerin içlerindeki iyiyi yenip, clarence’ı kesin olarak öldürmeye karar verdiklerinde gölgelerinin teke inişi de anlamlıydı.

sam mendes’in “ııı. richard”ının bir diğer etkileyici öğesi sahne tasarımının başat öğesi kapılardır. zira sahne tasarımı bütünüyle kapılarla kaplı yüksek duvarlardan oluşturulmuştur.
kapalı kapılar, arkalarında dönen dolapları, entrikaları, kötülükleri ifade ederler. hem de -her insanın (oyun kişisinin) sahip olduğu kendi mekanını (iktidarı) tanımlayan en bariz öğelerden biri olarak- oyun kişileri teker teker öldürüldükçe üzerlerine çizilen çarpılarla işlev kazanırlar. ve oyunun sonunda entrikaların, kötülüğün simgesi richard öldürüldüğünde bütün kapıların açılması hem mizansen olarak etkileyici hem de anlamlıdır.

ikinci perdede, richmond’a karşı gireceği savaş öncesinde richard’ın düşünde oyun boyunca öldür(t)düğü kişilerin hayaletlerini gördüğü sahnenin, kısa kenarlarından birinin ucunda richmond’un diğerinde richard’ın oturduğu upuzun bir şölen masasında geçmesi; masanın seyirciye görünmeyen tarafında gizlenmiş ışıklarla aydınlatılan hayaletlerin şölen (ölüm) masasında richard’a kadeh kaldırmaları; hemen ardından gelen savaş sahnesinde ölüm davullarını, yine bu hayaletlerin çalması gibi fikirler ise yönetmen sam mendes’in başarılı ve nefes kesici rejisinden sadece bir-iki küçük örnek.

ancak, 180 dakikalık oyunun sahnelemesindeki birbirinden etkileyici, pırıltı dolu fikre rağmen, sam mendes’in “ııı. richard” yorumu on ikiden vuramıyor; kaçırılmış bir fırsat olarak kalıyor.

her ne kadar oyun kitapçığındaki spacey ve mendes ile yapılan söyleşide ikili, kaddafi ve mübarek gibi isimleri anarak, shakespeare’in çizdiği iktidar figürünün bütünüyle ve eksiksiz olarak modern diktatörleri betimlediğinden bahsetseler de; ve yine oyun kitapçığında hemen bu söyleşinin ardından gelen makalede dikmen gürün, sam mendes’in “ııı. richard”ının herhangi bir döneme/zamana referans vermeyen sahnelemesi ile arap baharı’nın devirdiği diktatörler arasında bağlantı kursa da; bana kalırsa sam mendes’in yorumunu modern diktatörlerin otopsisinden çok, son 10-15 yılda iyice popüler olmuş efsanevi, masalvari, mistik ve gizemli edebiyatın (filmlerin, romanların, falcıların) izinden gidiyor.
mendes, oyunun özgün halinde olmadığı halde, oyunun -adı konmamış- “cadısı” kraliçe margaret’i, oyunun başında ettiği lanetin gerçekleştiği her olayda (her ölümde) ortaya (sahneye) çıkartarak; diğerlerinin ve en sonunda ııı. richard’ın ölümlerinin nedenlerini ve olayların psikolojisini irdelemek yerine, ııı. richard’ın vahşet dolu entrikalarını kraliçe margaret’in lanetinin/bedduasının getirdiği kaçınılmaz bir son(uç) olarak sunuyor.
mendes kraliçe margaret’e, shakespeare’in ancak “macbeth”te cadılara yükleyeceği anlamı, önemi, işlevi yüklüyor: sanki ııı. richard, kraliçe margaret’in bedduasına yazgılıdır. sanki bu yenilgide; bilinçlenmiş, ayaklanmış ve bileklerinin gücüyle savaşarak “kötü”yü yenmiş olan richmond ve taraflarının başarısının hiçbir anlamı yoktur.
böyle olunca da mendes’in “ııı. richard”ında ne arap baharı’nın esamesi okunur, ne de modern diktatörün portresinin. ne de günümüzde dünyada hala “bazı” ülkelerde adını diktatörlük koymadan yapılan bir dolu icraatın shakespeare tarafından 400 yıl önce mükemmelen kaleme alınmış -örneğin aşağıdaki- haline hakkıyla dikkat çekilir:

“Kral III. Richard
3. Perde 6. Sahne
Yazıcı
İşte iyi kalpli Lord Hastings hakkındaki iddianame!
Yasal bir belge olarak yazılıp düzenlenmiştir.
Bugün Aziz Paul Katedralinde okunacak ve
Dikkat buyurun, her şey birbirini ne kadar tutuyor.
Sayın Catesby dün gece yollamıştı müsveddesini
Temize çekmek tam on bir saatimi aldı. Oysa
Bunun beş saatinde Hastings sağ ve salimdi.
Suçlanmamış, serbest, yargılanmamış ve özgür…
İşte günümüzde böyle dönüyor dünyanın işleri,
Dönenleri görmemek için aptal olmak gerekir,
Yine de gördüğünü açığa vurmak için yürek ister.
Bunca insan bütün bu kötülükleri gördükleri halde
Seslerini çıkarmaya cesaret edemiyor ise, dünyanın
Gidişi pek berbat olacak demektir.”


William Shakespeare
(Çeviri: Ali H. Neyzi)
Mitos Boyut, Tiyatro/Oyun dizisi 180, 2004


(fotoğraflar: john rudoff m.d.)


mendes’in mistisizme, masallara, cadılara ağırlık veren tercihinin beni mutlu eden tek tarafı ise; çocukken pazartesi akşamlarını iple çekmeme neden olan bbc yapımı o benzersiz “dük caddesi düşesi” dizisinin başrol oyuncusu gemma jones’u yıllar yıllar sonra canlı olarak görmek, ve o mükemmel oyunculuğunu sahnede daha uzun süre seyretmek oldu.

kevin spacey ise tabii ki mükemmeldi; tartışmasız! spacey bir ayağı sakat, olağandışı şüpheli keyser söze’den ve yedi ölümcül günahın anonim celladı joh doe’dan beri ııı. richard’ı içinde taşıyordu zaten. sahnede olduğu her bir an büyüleyiciydi; her bir mimiği, her bir duruşu, her bir hareketi, her bir jesti hayran hayran seyredilesiydi. bir de keşke o ve diğer oyuncular, oyunun son yarım saatinde avaz avaz bağırmasalardı!




5 Ekim 2011 Çarşamba

fase / keersmaeker



anne teresa de keersmaeker istanbul’a ilk geldiğinde, tiyatro festivali kapsamındaki "raga for the rainy season" gösterisi sırasında akm’nin sıcak ve bunaltıcı büyük salonunu akın akın terk etmişti seyircimiz. hatta ilk akşam alkışın sönüklüğünden ve hemencecik bitivermesinden, keersmaeker selama bile çıkamaya fırsat bulamamıştı. yanlış hatırlamıyorsam ancak ikinci akşamki selamda keersmaeker’i sahnede görebilmiştik.
30 eylül cuma akşamı fulya sanat’ta idans05’in açılışını yapan “fase”de bizzat dans eden 51 yaşındaki keersmaeker’i bu sefer çığlıklarla ve kuvvetli bir alkışla selamladık. umarım yıllar önceki değerbilmezliğimizi affettirebilmişizdir.
gerçi “fase”de de salonu, özellikle ilk bölüm sonrasında terk edenler yok değildi, ama salonun çoğunluğu bu çağdaş başyapıtı sonuna kadar izledi.

gittikçe süreleri kısalan dört bölümden oluşan “fase”de; keersmaeker’in koreografisine amerikalı minimal besteci steve reich’in farklı tarihlerde bestelediği dört müzik parçası eşlik ediyordu. aslında koreografi müziğe eşlik ediyordu demek daha doğru çünkü “fase”in çıkış noktası ve koreografik kurgusu bütünüyle reich’in müziğinin yapısına dayanıyordu: basit bir müzik “kelimesi”nin (cümle bile değil, bazı parçalarda sadece “kelime”nin) durmadan tekrarlanması, tekrarlanırken kaydırılarak icra edilmesi veya her bir tekrarda eklenen yeni “harflerle” (notalarla) kelimenin değişmesi, dönüşmesi, evrilmesi.

koreografi her ne kadar, çıkış noktası olan müzik gibi soyut da olsa; kullanılan kıyafetler, objeler (lamba, sandalye) ve ışık tasarımı yapıta dramaturjik bir altyapı sağlıyordu. “fase”den kendi çıkardığım hikayeyi anlatsam, yapıtı seyretmiş olanları bayağı bir eğlendirmiş olurum sanırım; “bu yapıtta bunları mı gördün!” diye. o yüzden kendime saklıyorum. tek iddiam, “fase”in, soyut bir yapıt gibi görünmesine karşın, betimleyici bir tarafının da olduğu.

dört bölüm içinde; dansçılar için teknik olarak, seyirciler için de seyretmesi (sabretmesi) en zor olan ilkinde (“piano phase”de) keersmaeker birkaç bariz hata yaptı. koreografinin had safhada mekanik ve hareketlerdeki değişimlerin fark edilmesi imkansızcasına belirsiz olduğu bu bölüm ancak hatasız ve mükemmel şekilde dans edildiğinde, amaçlanan etkiyi seyredende yaratabilirdi. dansçıdan bu kadar üst seviyede bir konsantrasyon, partneriyle aynı nefesi alırcasına bir birliktelik ve makinavari bir dakiklik talep eden böyle bir “üstün insan” koreografisini tasarlamanın cüretkarlığı bir yana; bunun kendi tasarımcısı tarafından bile sahnede hatasız, hakkıyla gerçekleştirilemeyeceğine tanık olmak rahatlatıcıydı. acaba keersmaaeker’in daha gençkenki “fase” performansları nasıldı diye düşünmekten kendimi alamadım. bir yandan da, keersmaaeker keşke şans’ı, rastlantı’yı ve hata’yı da “fase”in bir parçası yapsaymış diye geçirdim içimden. belki de böyle bir yapıtı vardır ve benim haberim yoktur…

raga for the rainy season" hezimetinden sonra bir daha kolay kolay yolunu istanbul’a düşürmez herhalde diye hayıflandığım keersmaeker’i, hem de bizzat dans ederken sahnede seyretmek büyük bir keyif ve şanstı biz istanbullu dansseverler için.
reich’in 1995 tarihli “proverb” bestesinde kullandığı wittgenstein’ın “welch ein kleiner gedanke doch ein ganzes leben füllen kann!” (ne kadar küçük bir düşünce bütün bir hayatı kaplayabilir) sözü gibi; hem reich’ın “phase” müzikleri hem de keersmaeker’in “fase” koreografisi küçük ve basit fikirlerden nasıl büyük bir yapıt, bir başyapıt yaratılabileceğinin en güzel örnekleri.

idansçılara teşekkürler…

4 Ekim 2011 Salı

sivridişli filmlerim*


låt den rätte komma in, tomas alfredson (2008)


nosferatu, eine symphonie des grauens, f.w. murnau (1922)


nosferatu: phantom der nacht, werner herzog (1979)


shadow of the vampire, e. elias merhige (2000)


vampry, carl th. dreyer (1932)


vampira, clive donner (1975)


la orgía nocturna de los vampiros, león klimovsky (1974)


vampiros lesbos, jesus franco (1971)


near dark, kathryn bigelow (1987)


john carpenter's vampires, john carpenter (1998)


the lost boys, joel schumacher (1984)


interview with the vampire: the vampire chronicles, neil jordan (1994)


*4 ekim: "vampir günlükleri"nin yazarı anne rice'ın doğumgünü.