28 Haziran 2011 Salı

köklerini arayan gençler: wajdi mouawad’ın “le sang de promesses” (kan yeminleri) dörtlemesi



“…
SAWDA peki sığınmacılar neden çocukları kaçırdılar?
DOKTOR öç almak için. çünkü iki gün önce milis, kampın dışında dolaşan üç genç sığınmacıyı astı. peki neden milis üç genci astı? çünkü kamptan iki sığınmacı samira köyünden bir kıza tecavüz edip öldürdüler. peki neden iki sığınmacı kıza tecavüz ettiler? çünkü milis bir sığınmacı ailesini taşa tuttu da ondan. neden taşa tuttu? çünkü sığınmacılar timyan tepesinin yakınlarında bir evi yaktılar da ondan. peki neden sığınmacılar o evi yaktılar? çünkü açtıkları kuyuyu tahrip eden milisden öç almak istediler. peki neden milis kuyuyu tahrip etti? çünkü sığınmacılar nehir kenarındaki tarlanın ekinlerini yaktılar da ondan. peki neden ekinler yakıldı? mutlaka bir nedeni vardır, ancak hafızam oraya kadar, daha geriye gidemiyorum, ama tarih böyle daha çok geriye gidebilir, birinden diğerine, bir öfkeden diğer bir öfkeye, bir acıdan diğer bir acıya, tecavüzden katliama, dünyanın yaratılışına kadar.
…”


-“yangınlar”dan (incendies), wajdi mouawad







son yılların önemli tiyatro adamlarından yazar, yönetmen ve oyuncu wajdi mouawad’la türkiye seyircisinin ilk karşılaşması 2010’un kasım’ında düzenlenen beş günlük “rotterdam istanbul’da” etkinlikleri kapsamında hollandalı bir tiyatro topluluğu sayesinde oldu. ro theatre mouawad’ın, onu üne kavuşturan “kan yeminleri” (le sang de promesses) dörtlemesinden “yangınlar”ı (branden/incendies) flemenkçe sahneledi.

wajdi mouawad adını ilk olarak 2008’de “seuls” adlı kendisinin rol aldığı tek kişilik oyunuyla ilgili bir söyleşi vesilesiyle duymuştum; daha sonraysa avignon tiyatro festivali’nin 2009 yılı “danışman sanatçısı” (artiste associé) olduğunda. mouawad o yıl avignon’da dörtlemenin ilk üç bölümünü (“littoral”, “incendies” ve “foréts”) ilk defa arka arkaya kurgulayıp festivalin onur mekanı papalar sarayının avlusunda güneş batarken başlayıp güneş doğarken biten 11 saatlik bir maratonla sergilemiş, ertesi hafta da dörtlemenin son halkası “ciels”in dünya prömiyerini yapmıştı. ertesi yıl eylül başında dörtleme hem ayrı ayrı hem de aynı avignon’daki gibi 11 saatlik versiyonuyla paris’te theatre national de chaillot’da sahnelenmişti.



1992’den beri tiyatro dünyasının içinde olan, ünlendiği dörtlemesinin ilk bölümü “littoral” 1997’den beri dünyanın belli başlı kentlerinde sahnelenen, 1968 Lübnan doğumlu, önce fransa daha sonra kanada vatandaşı wajdi mouawad’ı hadi ben bir tiyatro izleyici olarak takip etmemiş, bilmiyor ve çok geç keşfetmiş olabilirim. ancak nasıl olur da, yapıtlarına konu olan olaylar, durumlar, duyarlılıklar ülkemde yaşananlarla oldukça paralel olan ve tiyatro sanatı açısından da biçimsel olarak yeni bir şeyler söylemeye çalışan bu coğrafyalı, ortadoğu’lu bu tiyatro yazarını ülkemin tiyatro kurumları -özellikle de ödenekli olanlar (çünkü mouawad’ın oyunları bayağı kalabalık kadrolu)- şimdiye kadar fark etmezler! genel sanat yönetmenlerimiz, dramaturglarımız, oyun seçici kurullarımız nasıl olup da bu kadar yıl atlarlar, görmezler bu coğrafyayla bu kadar ilişkili oyunlar çıkaran bir yazarı.

ro theater’ın “yangınlar”ı (branden) hakkında bir yazı kaleme almıştım. oyunun rejisinin mükemmelliği ve yaratıcılığı bir kenara, “yangınlar” içerik ve kapsam olarak bir tiyatro eserinden daha öte bir seviyedeydi bana göre; arasız yaklaşık üç saatlik oyun bittiğinde, neredeyse tuğla kalınlığında bir roman okumuş gibi hissetmiştim. o akşamdan sonra wajdi mouawad zihnimin bir köşesine yerleşti.

birbirinden yaratıcı reji fikirleriyle dolu oyunda sahneye ve oyuncuların mimiklerine mi bakıyım yoksa tek bir kelimesi bile aşina gelmeyen flemenkçeden dolayı hikayeyi kaçırmamak adına üstyazıyı mı okuyım gerilimiyle geçen üç saatten sonra, ne yapıp edip mouawad’ın metinlerini bulup okumalıydım. tahmin ettiğim üzere türkçeye çevrilmemişlerdi. amazon’dan “yangınlar (incendies) ve “ormanlar”ın (foréts) almanca çevirilerini (“verbrennungen” ve “waelder”) edindim; dörtlemenin ikinci ve üçüncü ayakları.

oyunları okumak için sakin bir dönemimi beklerken, bu esnada “yangınlar”ın film uyarlaması istanbul film festivali’nde gösterildi ve ardından vizyona girdi.
yönetmenliğini dennis villeneuve’ün yaptığı kanada yapımı film, benim seyrettiğim oyundan uyarlanmıştı ama hiç de “bir sahne yapıtından” uyarlanmış gibi değildi; kasım ayında oyundan çıktığımda bana “bu bir oyun değil, sanki roman” dedirten duygum bu filmle daha da pekişti; gerçekten de mouawad’ın metni kapsamıyla bir tiyatro oyununun sınırlarını fersah fersah aşan, oldukça geniş bir ufka sahipti. herhalde, yazarlığı ve yönetmenliğiyle wajdi mouawad’ı son yılların en önemli tiyatro adamlarından biri yapan özelliklerinden biri bu olmalıydı.

işin daha ilginci; metinleri okuyunca mouawad’a bir kere daha hayran kaldım. hikaye, katmanları ve örgünün kuruluşu etkileyiciydi; farklı zaman ve mekanlar arasında serbestçe gidip gelen girift kurguda ustaca, sarkıtmadan ve ilginç fikirlerle bağlantıların sağlaması ise nefes kesiciydi. ve tam da bu nedenle mouawad’ın metinleri çok tiyatraldi; sanki ancak sahne üzerinde varolabilirlerdi.

uyarlama filmin son jeneriğinde yönetmen villeneuve, mouawad’a teşekkür ediyordu, oyununu büyük bir güven ve özgürlükle kendi ellerine bıraktığı için. bu teşekkür yazısını yakalamış olmama rağmen, film sonrasındaki soru-cevaplarda, salondan neredeyse kimse bir şeyler sormayınca (çünkü herkes filmin etkisiyle donup kalmıştı) filmin baş kadın oyuncusu lubna azabal’e (yönetmen istanbul’a gelememişti) yönelttiğim “mouawad sürece ne kadar dahil oldu?” sorusuna azabal “bizi bütünüyle serbest bıraktı, hiç karışmadı; ne senaryo çalışmalarına ne de çekimlere geldi.” diye cevap verdikten sonra “mouawad’ın metni o kadar katmanlı ki, bundan 10 ayrı film çıkarabilirdiniz. denis orijinali üç saat olan oyunu 130 dakikaya indirdi” diye eklemişti.

işte o çok katmanlı, satır araları dopdolu metni okumak büyük bir keyif.
tiyatro yönetmeni olup da bu metni sahneye taşımak ise apayrı bir keyif olmalı; ucundan tutup öne çıkarılabilecek o kadar çok ve verimli ipuçu var ki; hayran olunası.



“yangınlar” bir noter bürosunda başlar; sanki tarafızlığın mekanıdır noter; nötr bir yerdir.
noter memurunun karşısında ikizler (bir halin iki ayrı yüzü: erkek ile kadın, ağlayan ile gülen, asi ile uyumlu, cahil ile eğitimli; birbirini tamamlayarak tekleşen, 1 + 1 = 2 değil, 1 + 1 = 1 olan) oturmaktadır; jeanne ile simon.
anneleri nawal 1 vasiyet bırakmıştır onlara: 2 mektup. ilki, öldü zannedikleri babalarına. ikincisi, varlığından haberdar olmadıkları ağabeylerine.
ikizler ancak bu mektupları muhataplarına ulaştırdıklarında, annelerinin mezarına ismini yazabileceklerdir...

“ormanlar” ise garip, buruk bir kutlama ile başlar; aimée’nin yaşgünü aynı zamanda onun, karnındaki kızı uğruna ölümü seçtiği gündür.
hemen ikinci sahnede 16 yıl sonrasına gideriz; çocuk büyümüştür, adı loup (kurt)’tur, aimée beş yıl önce ölmüştür ve ölürken ona bir yemin ettirmiştir: bedeni, özellikle de kafatasının arkasındaki esrarengiz kemik parçası hiçbir şekilde bilimsel bir araştırmaya malzeme olmayacaktır.
ancak, bir paleontolog vardır ve aimée’nin kafatasındaki kemik parçasını incelemek istiyordur ve loup’tan izin almaya çalışmaktadır çünkü babasından ona miras kalan bir gizemi çözmesi gerektir. loup başta isteksiz ve isyankardır ama zamanla razı olur. paleontolog’un loup’a sorduğu şu soru belirleyici olur: “nereden geldiğini öğrenmek istemiyor musun?”
yine bir anne vefat etmiştir ve çoçuğun aydınlatması gereken bir geçmiş duruyordur önünde. hikayede yine ikizler vardır; hem de birkaç nesil boyunca karşımıza çıkan ikizler. aimée’nin ikiziyle başlar hikaye: karnındaki cenin (sonradan loup olacaktır) ve kafatasındaki kemik aslında ikizlerdir; kemik aimée’ye genetik olarak annesinden veya anneannesinden geçmiş bir ceninin parçasıdır.

“yangınlar” kökenlere, köklere, kaynağa, başlangıca doğru bir yolculuk hikayesidir. “ormanlar” da aynı şekilde.
“yangınlar” bir insan hayatı sürecinde kökleri kazarken, “ormanlar” birkaç nesil boyunca deşer geçmişi.

oyunlar arasında kişi, yer, zaman bağlantısı yoktur; ancak onları bir dörtlemenin parçası kılan genel bir kavramda birleşirler: köken.
“şimdi”yi anlayabilmek, “bugün”ü huzur içinde yaşabilmek için öğrenilmesi, anlaşılması, barışılması gereken “geçmiş”in, “dün”ün deşilmesi gerekir. tarihte gittikçe daha da geriye giderek kaynağa, “ilk hikaye”ye ulaşmaya çalışılır. bu noktada bir çok geçmiş hikayeden de esinlenir mouwad; ibrahim’den, musa’ya, nuh’tan oidipus’a esinler açıktır.

“yangınlar”da ikizler matematikçi jeanne ile boksör simon, abi ve babalarını bulmak üzere anneleri nawal’in geçmişine ve ülkesine yolculuk yaparlarken, biz de nawal’in 14-19, 40 ve 60’lı yaşlarına gideriz.
“ormanlar”da ise daha da gerilere gidilir; tek bir hayatın zamanını aşıp, birkaç nesil öncesine ve birkaç nesil boyunca süren karmaşık ilişkili geniş bir karakterler galerisinde dolaşırız. (oyunun arasız süresi 195 dakikadır)

iki oyunda da (büyük ihtimalle, dörtlemenin okumadığım diğer iki oyununda da) hikaye ilerledikçe mekanlar, zamanlar ve kişiler çoğalır, iç içe girer.
paralel kurguda aynı zamanın farklı mekanları, farklı zamanların farklı mekanları, farklı zamanların aynı mekanları üst üste bindirilir. aynı konu hakkında farklı zamanların farklı kişileri sanki aynı zamanı ve mekanı paylaşıyormuşcasına paralel kurguda sohbet ederler.
örneğin “yangınlar”da: şimdiki zamanın jeanne’i annesi nawal’in 19 yaşındaki haline seslenir… jeanne ile simon şimdi ve burada, annelerinin 45 yıl önce ve başka bir coğrafyada ölmüş anneannesini toprağa verirler… daha da ötesi; mouawad “yangınlar”ın kilit karakteri nawal’i, farklı yaşlarında aynı anda, aynı sahnede yanyana getirir.



mouwad’ın metinlerinin çok katmanlı ve satır araları dolu demiştim; peki, ne hakkında bu metinler?

.diller, kelimeler ve harfler hakkında; kelimelerin ifade ettikleri ve edemedikleri, dilin kifayetsizliği ve gücü, harflerin aydınlığı, kelimelerin tanımlama yetisi hakkında…

.isimler hakkında; coğrafya değiştirince, taraf değiştirince, zaman değişince değişen isimler hakkında… jannanne’ken jeanne, sarwane’ken simon, abou tarek’ken nihad olmak hakkında…

.susma, suskunluğu seçme ve sessizlik; gerçekler karşısında dilin tutulması hakkında…

.cahillik ve eğitim; okuma yazma çarpma bölme çıkarma toplama hakkında…

.görmek ve körlük; görüş açıları hakkında… matematik; kesinlik ve muğlaklık; bir kere birin her zaman iki edemeyeceği hakkında…

.hatırlamak ve unutmak hakkında; “unutmak dışında hiçbir seçme şansımızın olmaması”, “unutmak istesek de unutamıyor olmamız” hakkında… bilmek istememek hakkında…

.söz vermek; sözünü tutmak ve tutamamak hakkında… güvenmek; başka bir hayat için verilen hayatlar hakkında…

.aramak hakkında; aramak ve bulmak! gerçeği aramak ve bulmak! gerçek karşısında sessizliği seçmek hakkında… bir yapbozun parçalarının yanyana getirilmesiyle yavaş yavaş oratya çıkanlar hakkında..

.gerçekler ve efsaneler hakkında… gerçeklerin efsanelere dönüştüğü coğrafyalar; efsaneye dönüşen kişiler, kahramanlar hakkında…

.ölüm hakkında; defalarca ölmek, öldüğü halde yaşıyor olmak; ölümün dilinin, milletinin, tarafının olmaması hakkında… taraf olmak, taraf değiştirmek, taraf diye bir şeyin olmaması, tarafların her an değişmesi hakkında… kardeşin kardeşi öldürmesi, kimin kimi ne için öldürdüğünün bilinmediği savaşlar hakkında…

.yağmur hakkında; herşeyi silen, temizleyen, yenileyen yağmur; duyguları tazeleyen, geçmişi silen, kişileri arındıran yağmur hakkında…

.zaman hakkında; “başı kesilmiş tavuk gibi oradan oraya çılgınca koşan zaman”; ve boynundan fışkıran kanda boğulan bizler” hakkında… kurtlar hakkında; kırmızı kurtlar, ağzı kan içinde kurtlar, kapkara dişi kurtlar hakkında…

.ve sevgi hakkında; her şeye rağmen, ne olursa olsun sevmek hakkında; intikam hissini, öfkeyi yenen sevgi hakkında… ve dostluk; özellikle de kadınlar arası dostluk, dayanışma hakkında…



“simon
ağlıyor musun?
ağlıyorsan, yaşlarını silme,
çünkü ben de benimkileri silmiyorum.
çocukluk insanın boğazında bir bıçak gibidir.
ve sen onu ağzından çıkarmayı başardın.
şimdi yeniden, tükürüğünü yutmayı öğrenmen lazım.
...
jeanne
gülümsüyor musun?
eğer gülümsüyorsan, sakın vazgeçme
çünkü ben de gülümsemekten vazgeçmedim.
...”



-“yangınlar”dan (incendies), wajdi mouawad




iki oyunda da öne çıkan “ikilik” halleri; bir elmanın iki yarısı olmak, “birlikte olmak”; bir yanın ağlarken diğer yanının gülmesi, bir tarafın eğitimliyken diğer tarafının cahil olması…


“yangınlar”da nawal'in kendi oğlu tarafından tecavüze uğramasıyla (yıllar önce birbirlerinden kopartıldıkları için birbirlerini tanımıyorlardır) ikiz çocuklarının doğmasını nawal’in bizzat “bir kötülük bir iyiliği getirdi” diyerek yorumlaması gibi…


“ormanlar”da da aimée kendi ölümünü seçerek karnındaki bebeği aldırmayıp “herşey o kadar üzücü de olsa, nefes almamı sağlayacak bir sevinç” diyerek… aynı kaynaktan çıkan, yanyana olan mutluluk ve kızgınlık halleri...

ve “ikizlik” hali; birbirini tamamlayan iki hal; antikiteden beri tiyatronun simgeleri gülen ve ağlayan maskeler gibi; ve “yangınlar”da bu ikizliğin birleştiği, kesiştiği, hikayenin kilit noktasını oluşturan objenin de yine tiyatroya dair olması gibi: bir palyaço burnu. hüzünle sevinci birarada yaşayan, için için ağlarken dışındakileri güldüren palyaço. nawal’in üç çocuğu; palyaço burunlu nihad ve nihad/abou tarek’in hem çocuğu hem de kardeşi olan ikizler jeanne ile simon…




wajdi mouawad’ın oyunlarını yaratma/yazma süreci de ilginç.
metinler provalar sırasında oyuncularla birlikte ortaya çıkıyor. mouawad oyuncuyu rolle, rolü de oyuncuyla keşfettiğini söylüyor. oyuncularıyla onların geçmişlerine, korkularına, çocukluk-gençlik fantezilerine dair çalışmalar yaparak çalıştığını, örneğin “yangınlar”da simon’un boksörlüğünü simon’u ilk canlandıran oyuncu réda guérinik'ten aldığını, marie-claude langlois olmasaydı sawda’nın o kadar öfkeli olmayacağını belirtiyor.
ilginç ve insanı heyecanlandıran başka bir detay; “yangınlar” on aylık bir prova süreciyle oluşmuş, “ormanlar”ın metni ise oyun kırk kere oynandıktan sonra kesinleşmiş.



wajdi mouawad bu yaz üç akdeniz festivalinde; avignon, atina ve barcelona-grec’te yeni projesi, 6 saatlik “des femmes; les trachiniennes, antigone, electre” (kadınlar; deianeira, antigone, elektra)’yı sahneleyecek.


mouawad’ın, sofokles’in oyunları üzerine kurguladığı üç bölümlü projenin ilk ayağı olan “kadınlar”ı, 2013’te “des héros” (kahramanlar), 2015’te “des mourants” (ölümlüler) izleyecek.



istanbul kültür ve sanat vakfı iki yıl önce avignon, atina ve barcelona festivalleriyle kadmos’u kurmuştu ve sıcağı sıcağına jeanne moreau’lu amos gitai projesini rumelihisarı’nda konuk etmişti. wajdi mouawad’ın projesinin künyesinde kadmos’un adı geçiyor.
bu yaz artık geçti, ama umarım önümüzdeki yılki tiyatro festivalinde, “yerleşik bir adresim yoktur, göçebeyimdir; seyahat etmeyi severim, okumayı, yazmayı… bunlarla beslenirim…” diyen mouawad’ı şehrimizde konuk ederiz.


27 Haziran 2011 Pazartesi

eşcinsel filmlerim


kiss of the spider woman, hector babenco (1985)


wild side, sébastien lifshitz (2004)


drôle de félix, olivier ducastel & jacques martineau (2000)


mala noche, gus van sant (1986)


le declin de l'empire americain, denys arcand (1986)


einayim petukhoth, haim tabakman (2009)


a single man, tom ford (2009)


suddenly last summer, joseph l. mankiewicz (1959)


the children's hour, william wyler (1961)


milk, gus van sant (2008)


before night falls, julian schnabel (2000)


caravaggio, derek jarman (1986)


love is the devil, john maybury (1998)


le temps qui reste, françois ozon (2005)


totally f***ed up, gregg araki (1993)


lola & billidikid, kutluğ ataman (1999)


hamam, ferzan özpetek (1997)


philadelphia, jonathan demme (1993)


prick up your ears, stephe frears (1987)


la ley del deseo, pedro almodovar (1987)


in & out, frank oz (1997)


the adventures of priscilla the quenn of desert, stephan elliott (1994)


to wong foo thanks for everything julie newmar, beeban kidron (1995)


la cage aux folles, edouard molinaro (1978)


transamerica, duncan tucker (2005)


strella, panos koutras (2009)


dönersen ıslık çal, orhan oğuz (1993)


between the lines, thomas wartmann (2005)


the celluloid closet, rob epstein & jeffrey friedman (1995)


bent, sean mathias (1997)


gohatto, nagisa oshima (1999)


mavro livadi, vardis marnakis (2009)

26 Haziran 2011 Pazar

aspendos izlenimleri



yıllardır isterdim aspendos opera festivali'nde bir şeyler izlemek. valery gergiev kirov operasıyla geldiğinde, heinz spoerli zürih balesiyle "in den winden im nichts"i sahnelediğinde içim hop etmişti.
viyana filarmoni orkestrası'nı programda görünce, üstüne üstlük şef podyumunda zubin mehta, piyano taburesinde daniel barenboim'un olacağını öğrenince artık beni kimse durdurmazdı. antalya çevresinde yapmam gereken bir-iki akademik işimi de o tarihe göre ayarlayınca, yıllardır kurduğum düşü gerçekleştirebildim.




antalya'ya bir gün öncesinden varınca; hem (arabayı otoparkta nereye koymak lazım, yakında yemek yenecek yer var mı, oturma düzeni nasıldır, kapı kaçta açılır, açıldığında ne kadar kalabalık olur, bileti satılmayan arka halkaya oturulabilir mi gibi) organizasyona dair şeylere aşina olmak, hem de son olarak 22 yıl önce gezdiğim o benzersiz mekanda bir akşam daha geçirme fırsatını tepmedim ve 20 haziran akşamı, kötü olacağını bile bile beyhan murphy'nin istanbul 2010 avrupa kültür başkenti "himayesinde" sahnelediği "barbaros"a gittim.

yanılmayı isterdim ama olmadı: "barbaros" çok kötüydü! anlamsızdı, omurgasızdı, amaçsızdı.
üstüne üstlük, fiziki ölçüleriyle artık dans etmemesi gereken yakın zamanın istanbul balesi yıldızlarından bir balet bütün "haşmetiyle" baştan sona sahnede boy gösteriyordu! artık bu sanatçının bir balet için zamansız ve erken jübilesini yapıp, kendini bütünüyle son yıllarda yoğunlaştığı organizasyon işlerine vermesi lazım. yoksa kol indirip kaldırmakla, bale tarzında adım atmakla "bale-modern dans" olmuyor.




gelelim viyana filarmoni akşamına:
öncelikle; aspendos antik tiyatrosu başlıbaşına bir olay! o atmosferde bir etkinlik izlemek sıradışı ve büyüleyici bir deneyim!
ancak bir akşam önceki "barbaros" temsilinin gösterdiği üzere, eğer etkinliğin kalitesi iyi değilse, mekan istediği kadar mükemmel olsun, aldığınız zevk yarım kalıyor.
mekandan değil, topluluktan yola çıkarsam: viyana filarmoni'nin geçen yıl istanbul müzik festivali kapsamında sevimsiz, ölçeksiz ve herhangi bir akustik düzenlemesi olmayan haliç "kongre" merkezi'nde riccardo muti şefliğinde verdiği konser de yeterince etkileyici ve orkestra ile şefin ününü ve kalitesini bütünüyle gözler önüne serecek (pardon; kulaklarımızın içini dolduracak) seviyede değildi.

21 haziran 2011 akşamı aspendos antik tiyatrosu'ndaki viyana filarmoni konserinde ise; mekan, topluluk ve icra birleşti, kolay kolay tanık olunamayacak bir bütünlükle bizleri, üzerimizi kaplayan koyu mavi gökyüzünün parlak yıldızlarına ulaştırdı.

gerçi, beethoven'ın 3 numaralı piyano konçertosunu hariç tutarsam, program hiç de öyle, ılık bir yaz akşamında, antik tiyatronun etrafındaki tatil beldelerini doldurmuş yerli halk ve yerli-yabancı turistin zevkine göre, yani "hafif" ve "melodik" değildi.
millet, yılbaşı konserlerinden aşina olduğu ünlü orkestradan strauss valsleri dinlemeye meyilliydi. bu yüzden olmalı, orkestra konser sonunda tek bis parçası olarak vals çalarken seyirciler ne yapacaklarını şaşırdılar; valsi, yılbaşı konserlerini sonlandıran, seyircilerin de alkışla tempo tuttuğu radetzky marşıyla karıştırıp, alkışlamaya bile çalışanlar oldu; olmadığını "duya duya" pes etmeyip, bayağı da uğraştılar bu eşlik için!

ikinci yarının ve akşamın genelinin kallavi eseri; herkesin bildiği "johann" yerine, viyana valsinin hanedanı strauss'larla hiç ilgisi olmayan ve dünya genelinde keyfine ancak çok az bir zümrenin vardığı richard strauss'un programlı senfonik müzik yapıtlarından "don quixote" idi.
ne kadar mükemmel bir yorum da olsa, rahatsız taş sıraların üstünde, ayaklarınız önünüzde oturanların sırtına, arkada oturanlarınkinin de sizin sırtınıza kılpayı değdiği sıkışık bir ortamda, rüzgarın da kendini naza çektiği sıcak ve bunaltıcı bir akşamda "don quixote"ye sonuna kadar dayanmak bir kısım seyirci için bayağı zor oldu. zaten arada etraf biraz boşalmıştı, ikinci yarı sırasında da çıkışlar sürdü.

akşamın en etkileyici ve ortama da en mükemmelen uyan yapıtı daniel barenboim'un solistliğinde beethoven'ın 3. piyano konçertosuydu. bu piyanolu yapıtta aspendos'un mükemmel akustiğine tamamıyla şahit olduk.
barenboim beethoven'ı romantik tarafını öne çıkartarak yorumladıktan sonra gecenin romantizmini bis parçası olarak verdiği chopin'in noktürnüyle pekiştirdi; öyle büyüleyici bir 6-7 dakikaydı ki, ışıkları iyice loşlaştırılmış antik tiyatroda herkes suspus olmuş, etrafı sadece barenboim'un parmaklarından yükselen op.27 2 numaralı noktürn'ün tınıları sarmıştı.
aspendos seyahati sadece o dakikalar için bile değdi!




bir kaç söz de organizasyonla ilgili:
en başta rengin gökmen'i bu festivali kurduğu ve yıllardır belli bir kalitede devam ettirdiği için kutlamak lazım.
antik tiyatronun önünde seyyar satıcıların olmaması ve çevre beldelere bağırış çığırış dolmuş kalkmamasıyla (harbiye açıkhava'nın önünü hatırlamak yeterli), biletli sıralara yerleştirilen minderleriyle, genç güleryüzlü ve yardımsever yer göstericileriyle nezih ve düzgün bir ortam hazırlanmış. organizasyonu tebrik etmek lazım.

rengim gökmen geçen hafta içinde yaptığı açıklamada; sırf bu festival için ülkemize turist gelmesini amaçladıklarından ve bu nedenle, opera-baleye daha yatkın turist profilinden dolayı festivali sonbahara çekmek istediklerinden bahsetmiş.
opera-baleye daha yatkın, entellektüel seviyesi yüksek turiste opera-bale-konser seyrettirmek istiyorsanız; aspendos antik tiyatrosunun etkileyici skene'sinin altına led ışıkları yerleştirip de senfonik yapıtların bölüm aralarında ışığın rengini kırmızıdan eflatuna, maviden pembeye, sarıdan beyaza durmadan çevirmemeniz gerekir!
aynı anlamda; sahnenin önündeki eğimli yüzeye yansıttığınız festival reklamı da her bölüm arasında hareketlenip başka bir yazıya geçmemeli. bir klasik müzik etkinliğinde bunlar gerek sahnedeki müzisyenin gerekse de tiyatrodaki seyircinin dikkatini dağıtan unsurlardır!
ama tabii, yerli-yabancı fark etmeden seyircilerin çoğunluğu her bölüm arasında alkışlamışken benim takıldığım bu "arabesklikler", küçük detaylar olarak kalmakta!

22 Haziran 2011 Çarşamba

Muzik gununde unutulmaz bir etkinlik!

Dun aksam aspendos'ta viyana filarrmoni'yi dinlemekten daha etkileyici olan, "aspendos'ta bir konser yasamak"ti. Evet, orkestranin viyana filarmoni olmasi, mehta'nin yonetmesi ve ozellikle de barenboim'un Beethoven koncertosundaki solistligi, yasadigimiz deneyimi katladi ama esas unutulmaz olan: ilik bir yaz gecesinde aspendos antik tiyatrosunda yildizlardan dokunmus bir ortu altinda bir konser izlemek/dinlemekten/yasantilamakti.

Turkce klavyeyle ve -fotograflar dahil- daha fazlasi istanbul'a donunce.

21 Haziran 2011 Salı

müzik filmlerim


the music teacher, gérard corbiau (1989)


le violon rouge, françois girard (1998)


vier minuten, chris kraus (2006)


madame sousatzka, john schlesinger (1988)


the pianist, roman polanski (2002)


thirty two short films about glenn gould, françois girard (1993)


bird, clint eastwood (1988)


round midnight, bertrand tavernier (1986)


mo better blues, spike lee (1990)


the blues brothers, john landis (1980)


the commitments, alan parker (1991)


beyond the sea, kevin spacey (2004)


de-lovely, irwin winkler (2004)


madame sata, karim ainouz (2002)


orfeu negro, marcel camus (1959)


rembetiko, costas ferris (1983)


istanbul hatırası, fatih akın (2005)


cafe de los maestros, miguel kohan (2008)


bueno vista social club, wim wenders (1999)


swing, tony gatlif (2002)


vengo, tony gatlif (2000)


hedwig and the angry inch, john cameron mitchell (2001)


farinelli, gérard corbiau (1994)


the doors, oliver stone (1991)


woodstock, michael wadleigh (1970)


pink floyd the wall, alan parker (1982)


nashville, robert altman (1975)


i'm not there, todd haynes (2007)


24 hour party people, michael winterbottom (2002)


amadeus, milos forman (1984)


the music lovers, ken russell (1970)


tous le matins du monde, alain corneau (1991)


the jazz singer, richard fleisher (1980)


a star is born, george cukor (1954)


a star is born, frank pierson (1976)


the rose, mark rydell (1979)


the fabulous baker boys, steve kolves (1989)


new york new york, martin scorsese (1977)


dancer in the dark, lars von trier (2000)


evita, alan parker (1996)


jesus christ superstar, norman jewison (1973)


fiddler on the roof, norman jewison (1971)


train de vie, radu mihaileanu (1998)


taking sides, istvan szabo (2001)


goodbye again, anatole litvak (1961)


the man who knew to much, alfred hitchcook (1956)


death in venice, luchiano visconti (1971)


the hunger, tony scott (1983)


awara, raj kapoor (1951)


fantasia, james algar & samuel armstrong (1940)