31 Mayıs 2011 Salı

wuppertal'de haftasonu: two, "two cigarettes in the dark"... two, two silhouettes in a room...











Was es istNe Olduğu

Es ist UnsinnSaçma
Sagt die Vernunftdiyor akıl
Es ist, was es istNe ise odur
Sagt die Liebediyor sevgi

Es ist UnglückMutsuzluktur
Sagt die Berechnungdiyor hesap
Es ist nichts als SchmerzAcıdan başka şey değildir
Sagt die Angstdiyor korku
Es ist aussichtslosÇıkmazdır
Sagt die Einsichtdiyor anlayış
Es ist, was es istNe ise odur
Sagt die Liebediyor sevgi

Es ist lächerlichGülünç
Sagt der Stolzdiyor gurur
Es ist leichtsinnigHafifmeşreptir
Sagt die Vorsichtdiyor ihtiyat
Es ist unmöglichOlanaksız
Sagt die Erfahrungdiyor deneyim
Es ist, was es istNe ise odur
Sagt die Liebediyor sevgi

23 Mayıs 2011 Pazartesi

"benim kafa sayılara çalışıyor" -dijana


"Fuhuş bir kadının para karşılığı vücudunu satması ve kârı kendine saklamasıdır. İnsan ticaretinin mağdurları ise köledirler; çoğu zaman ölümle tehdit edilerek, kendi rızaları dışında para karşılığında erkeklere cinsel hizmet sağlamak zorunda bırakılırlar."
...
"Türkiye, özellikle cinsel sömürü amacıyla kaçırılan kadın ve çocukların, bir geçiş noktası konumundadır... İnsan kaçakçılığı mağdurları, günde 15-30 kez ilişkiye girmek zorunda bırakılıyor... Mağdurlar kendisini çalıştıranlara günde yaklaşık 2250 dolar, bir yılda da 756 bin dolar kazandırıyor... Mağdurları, insan ticaretinin ağına %74 oranında kendi ülkelerinin vatandaşları sokuyor... Mağdurların üçte biri üreme organları hasar gördüğü için bir daha asla anne olamama tehlikesi altında bulunuyor."
...
"Mağdurların pasaportları ellerinden zorla alınmıştır... Tekrar tekrar fiziksel ve cinsel istismara maruz kalırlar, tacirler tarafından tecavüze uğrarlar... Zorla senet imzalatılarak, aşırı derecede borçlandırılırlar... Kaçması halinde kendisi veya ailesine zarar verileceği tehdidinde bulunularak korkutulurlar... İtaat etmesi için mağdurlara sık sık dayak atılır... Uyuşturucu verilir... Mağdurlara, aynı durumda yaşamaya devam etmekten başka bir seçenek bırakılmaz..."


yukarıdaki satırları, "önce bir boşluk oldu kalp gidince, ama şimdi iyi" adlı oyunun program broşüründen aldım.


oyuna, yazarı veya konusu hakkında araştırma yaparak gitmemiştim; oyun öncesi program broşürüne de alıcı gözle bakmadım; yazarının yabancı (olasılıkla ingiliz), yönetmeninin mehmet ergen, başrol oyuncularından birinin esra bezen bilgin olduğunu biliyordum sadece. ergen ve bilgen referansları oyunu merak etmeme yetmişti.
oyundan çıktığımda ise ilk işim broşüre saldırmak oldu; kimdi bu yazar? oyun ve yazar hakkında broşürde neler yazıyordu?
meğer, zannettiğim gibi, yazar lucy kirkwood istanbul'da hayat kadınlarını ve insan ticaretini araştırdıktan sonra yazmamışmış bu oyunu. meğer oyun, lucy kirkwood'un metninin seçil honeywill tarafından türkiye'ye uyarlanmış haliymiş. ama ne uyarlama! çok çok iyi! sanki bu kentte, bu dilde yazılmış gibi; ne çeviri kokuyor, ne de herhangi bir şey sırıtıyor!
zaten; oyunun ele aldığı konu o kadar evrensel ve, istanbul'un (türkiye'nin) -bütün diğer kaçakçılık türlerinde olduğu gibi- bu konudaki "elverişli" zemini o kadar bilindik ki; dijana'nın başından geçenleri türkçe kişi, yer, mağaza ve şarkı isimleriyle izlerken hiç yadırgamıyorsunuz; hatta "dijana" ismi bile uyarlamanın bir parçasıdır belki...

izlediğimizi yadırgamamızda, oyunun başarıyla türkiye'ye uyarlanması kadar; türkçe şiveden rusçaya, mimiklerden saç savuruşa, ruj sürüşten beden duruşlarına kadar tek kelimeyle muhteşem bir oyunculuk sergileyen; dijana karakterini oynamak falan değil, adeta yaşayan esra bezen bilgin'in büyük payı var.
ve; oyunu hem farklı zaman ve yer ipuçlarını veren, hem de protagonistin farklı zaman periodlarında içinde bulunduğu ruh halini betimleyen yanyana konumlandırılmış farklı yükseklikte üç platformdaki üç yatak odasına indirgeyecek kadar basit bir sahne düzeninde sadece oyuncuya ve metne odaklanan mehmet ergen'in rejisi.

insan ve seks ticareti konusunda gerçek/yaşanmış olaylardan yola çıkılarak çekilmiş, geçen ay film festivali'nde gösterilen "the whistleblower" (muhbir)den boğazımda bir yumrukla çıkmıştım. aynı etki "önce bir boşluk oldu kalp gidince, ama şimdi iyi"den çıkışta da yakaladı beni; dünyanın "kurulu" düzenine karşı isyan ve çaresizlik iki koluma girdiler ve talimhane'den taksim'e çıkıncaya kadar bırakmadılar beni.

günlük güneşlik vakitlerde gülmek eğlenmek için değil, insankızı ve insanoğlunun doğasına dair düşünmek ve bir nebze olsun farkına varmak için: "önce bir boşluk oldu kalp gidince, ama şimdi iyi".
sezon kapanırken balyoz gibi bir oyun!

dijana'nın kafasının neden sayılara çalıştığını merak ediyorsanız, haziran ortasına kadar cuma ve cumartesileri 20.30'da, talimhane'de sizi yatak odasında/odalarında bekliyor olacak!

21 Mayıs 2011 Cumartesi

katletme üzerine bir oyun denemesi / ufuk tan altunkaya


"katletme üzerine bir oyun denemesi" yemek yeme, öpüşme, okşama gibi en basit ve temel insan eylemlerinin bile zamanla ve tekrarla şiddete dönüşmesi, ölümle bitmesi, doğası gereği şiddet ve ölüm ihtiva etmesiyle başlayıp; hamile kadın, bebek demeden her insankızı/oğlunun maruz kaldığı öldürme, işkence ve katletme hallerinden geçerek; amerikan gerilim filmlerinin müzikleri ve sonlara doğru, ironik bir sahnede çaykovski'nin valsi eşliğinde günümüzden geriye doğru son 50 yılın ölüm istatistiklerini de içererek kaçınılmaz sona ulaşıyor...

adındaki "oyun denemesi" tabiri çok yerinde, çünkü buna "oyun" demek zor; dememek de lazım, çünkü oyundan "öte/farklı" bir nitelik taşıyor.
"katletme/katledilme" halleri spesifik hikayeler üzerinden değil, genel durumlar üzerinden soyutlanarak aktarılmaya çalışılıyor. ancak, "tanımlı" bir hikaye anlatmama ve ele alınan durumları öze indirgemenin beraberinde getirdiği "azaltma" kaygısı o kadar uç noktadaki, bu sefer de sarf edilen tek tük cümleler, sorular ve kısa monologlar oldukça naif ve etkisiz kalmaya başlıyorlar; en azından ben öyle hissettim.
"katletme üzerine bir oyun denemesi"nde beni "sözler" etkilemedi; durumlar, duruşlar ve görsellik zihnimde daha vurucu bir etki bıraktılar. ve tabii ki mekan/sahne düzeni!

oyunu izlemeden önce bu yazıyı okuyanlar olur diye, ilk dakikalardaki şaşkınlık ve heyecan duygusunu onlardan çalmamak adına, oyunun biçimsel olarak çok temel bir özelliğinden bahsetmeyeceğim. ancak ondan bahsetmemek de, bu yapıtın en güçlü tarafını es geçmek oluyor. şu kadarını söyleyebilirim:
her bir katletme/öldürme durumuyla mekanın, oyun alanının ve seyirci-seyirci, oyuncu-seyirci ilişkilerinin yeniden "tanımlanması", katletme/öldürme ve şiddet temasının belli/belirli bir mekana, alana, bağlama veya coğrafyaya atfedilmesini engelleyerek; yapıtta ele alınan "hayati" temayı evrenselleştiriyor: öldürme/katletme/şiddet her yerde var; sadece orada veya burada, veya sadece sahnede değil, istinasız her yerde var! şiddet, seyirci olarak sizin olduğunuz/durduğunuz/oturduğunuz yerde de mevcut; ve aslında siz, isteniz de istemeseniz de bunun bir parçasısınız!

konsepti, metni ve yönetimi ufuk tan altunkaya'ya ait, tiyatro artı'nın yeni yapıtı "katletme üzerine bir oyun denemesi" cumartesileri mekan artı'da sahneleniyor.

rafael bahane flamenko şahane!


gösteri fırtına gibi bir müzikle başladı, ardından topluluğa ismini veren erkek dansçı seyircilerin arasından geçerek en ön seyirci sırasının önüne yerleştirilmiş platformda ıslak saçını ön sıradakilere savura savura kısa bir dans sundu; çatık kaşlarıyla had safhada karizmatik ve fazlaca kendini beğenen bir flamenkocuyla karşı karşıya olduğumuzu anladım. bu rafael amargo'nun istanbul'a ilk gelişi, gösteri: "intimo", yer: işsanat.

"intimo" yaklaşık 140 dakika sonra başladığı yerde, sahnenin önündeki alt kotta, seyircilerin arasında mikrofonsuz çalıp söylenen, arada iki ayak atılan 10-15 dakikalık samimi ve doğal bir sekansla sonlandı. karizmanın iticiliği yerini samimiyetin çekiciliğine bıraktı.

amargo, martha graham okulunda ve başka yerlerde modern dans atölyelerine katılmış; "intimo"nun ilk bölümünde bu birikimi hissetmek mümkündü. ikici yarısını izleyince de, keşke hiç bunlara bulaşmasaymış, flamenkoyu olduğu gibi, geleneksel haliyle sunsaymış dedirtti.
neyse ki gösterinin ikinci bölümü böyleydi: müzisyen ve dansçıların, sahnenin ortasına getirilen bir masanın etrafında toplanarak, kah masayı vurmalı çalgı olarak kullandıkları (benzer bir sahneleme carlos saura'nın "flamenco flamenco"sunda vardı ve oradaki etki de filmin doruk noktalarından birini oluşturuyordu), kah dans ettikleri, kah doğaçlama şarkı söyledikleri, rafael amargo'nun da mikrofonsuz olarak bir şarkı söylediği bayağı uzun tutulmuş "mesa flamenca" bölümüyle birlikte "intimo"nun mahremine dahil olabildim.
ardından, iki kadın dansçının duo ve sololarından oluşan ve bir süre sonra amargo'nun da onların arasına katıldığı "kırmızılı sekans" ("bambera") ise nefeskesiciydi.

ancak doğrusu; gösteri boyuncaki performansından rafael amargo'nun flamenko konusunda abartıldığı kadar yetkin ve yaratıcı olduğunu fark edemedim.
ama; özellikle müzisyenlerin (özellikle de adını program broşüründe bulamadığım kadın şarkıcının) ve "bambera"da dans eden elisabet gonzalez ile susana caballero'nun muhteşem olduklarını, "intimo"yu asıl unutulmaz kılanların, amargo'dan ziyade onlar olduğunu vurgulamak isterim.



20 Mayıs 2011 Cuma

sımsıcak duyguların "kar beyaz"ı


"sonbahar", "bal", "pandora'nın kutusu", "bulutları beklerken", "zefir", "hakkari'de bir mevsim", "kosmos", "yer demir gök bakır": hepsi bir ucundan "kar beyaz"ın ruh ikizleri... bu sefer; doğu karadeniz kışının sert doğasında bir erkek çocuğun dünyasına tanıklık ediyoruz.

"kar beyaz" 9-10 yaşlarındaki hasan'ı merkezine oturttuğu hikayesinde bir dağköyü ve çevresinde yaşayan farklı kişilerin hayatları üzerinden hasret, bekleyiş ve yoksunluk temalarını işliyor. "kar beyaz" içinize işliyor!

senarist-yönetmen selim güneş, sabahattin ali'nin "ayran" hikayesinden uyarladığı "kar beyaz"da hikayeyi düz çizgide anlatmak yerine; parçaları, anları, durumları arka arkaya teğelleyerek duyguları aktarıyor seyirciye.

selim güneş'e bu yolda yardımcı olan en temel öge mircan kaya imzalı müzik. ritmi kuran ve duyguyu kuvvetlendiren hüzünlü besteler ve bir kaç kez tekrarlanan lazca bir ninni uğur ışık'ın içli viyolonselinin başrolde olduğu düzenlemelerle filmin kanvasını örüyor.

selim güneş'in fotoğraf sanatçısı olması, bu ilk filminin görsel estetiğini üst seviyeye taşıyor. ne mutlu ki, 2.35 : 1 oranındaki sinemaskop görüntüler sadece estetiğe hizmet etmiyorlar, hikayenin içeriği ve temalarıyla örtüşüyorlar.

82 dakika boyunca çok az diyalogun eşlik ettiği artvin-şavşat coğrafyasının karlı manzaralarında dertlerine ortak olduğumuz hasan ve etrafındakilerinin hikayesi ucu açık bırakılarak sonlandırılıyor; tam da bu şiir gibi filme yakışırcasına!


Kar Beyaz Film Trailer karbeyazfilm

19 Mayıs 2011 Perşembe

muhteşem konser!


pazartesi akşamı işsanat'ta sezonun son klasik müzik konseri vardı. neyse ki, bu seferki sanatçı değişikliği konserin başlamasına 30 saniye kala değil, çok önceden duyuruldu. renaud capuçon gelemiyor olsa da, maxim vengerov'u elinde baget varşova senfoni'yi yönetirken dinlemek büyük keyif -ve aynı zamanda merak- içerdiği için konsere gitmemek olmazdı.

programda değişiklik yapılmaksızın capuçon yerine çıkarak çaykovski'nin keman konçertosunu çalan gencecik kemancı kristóf baráti, şahsen uzun zamandır canlı olarak dinlemediğim bu bilindik yapıtta yeni şeyler keşfetmemi sağladı.
ama baráti esas, verdiği bis ile kalbimi fethetti; schubert'in "der erlkönig" şarkısının solo keman uyarlamasıyla hepimizi büyüledi.
biçim olarak anlatıcı, baba, oğul ve cin olmak üzere dört karakterin söz aldığı bu olağanüstü yapıtta (süresi sadece 4.5 dakika) baráti hiç bir anlatımcı nüansı kaçırmadan; gerilim, gizem ve kayıp hislerini ustaca seyirciye geçirerek muhteşem bir yorum sundu.
"der erlkönig"in solo keman yorumuyla ilk defa karşılaştım ve en az -geleneksel- bariton-piyano versiyonu kadar etkileyici buldum.

konserin ikinci yarısında çaykovski'nin "patetik"i seslendirildi; vengerov şefliğini konuşturdu; sadece benzersiz bir kemancı olmadığını kanıtladı.
senfoninin, özellikle "allegro molto vivace" üçüncü bölümünde yükselen gür ve gösterişli icra, "grandiose" bir "patetik" yorumu dinletti bize.
üçten "adagio lamentoso" dörde kesintisiz geçerek, yoğunlaşmış duygunun kaybettirilmeden devam ettirilmesi ve dalga dalga sona kadar taşınması oldukça etkileyiciydi.

ve konserin sonunda bizi bir sürpriz bekliyordu. sahneye önce bir nota sehpası çıkarıldı; kemancı mı yoksa konserin başında kısa bir arya söylemiş olan izabel matuła mı çıkacak diye beklerken, görevli bir nota sehpası daha taşıdı sahneye. merak iyice arttı, ve omuzundan rahatsız olduğu için kemanı bıraktığı söylenen vengerov elinde çalgısıyla sahne kapısından gözüktü; müthiş bir alkış koptu! vengerov ile baráti bach'ın iki keman için konçertosu'ndan adagio bölümünü yorumladılar; bizi huşu içinde evlerimize yolladılar.

ergenlik filmlerim


vozvrashchenie, andrei zvyagintsev (2003)





orphans, peter mullan (1998)





le souffle au coeur, louis malle (1971)





the miracle, neil jordan (1991)





benny video, michael haneke (1992)





pingpong, matthias luthardt (2006)





hayat var, reha erdem (2008)





j’ai tué ma mére, xavier dolan (2009)





nenette et boni, claire denis (1996)





rumble fish, francis ford coppola (1983)





fish tank, andrea arnold (2009)


beautiful thing, hettie macdonald (1996)




les quatre cents coups, françois truffaut (1959)



15 Mayıs 2011 Pazar

kukla festivali bitti.



karanlık, çok karanlıktı! silüetler karanlıkta belli belirsiz seçiliyordu! karanlığın içinden beliren devasa maskeler, küçük boyutlu kuklalar, kumaşlar ve kumlar bize yaratılışı, zamanı, yaşlılığı, ölümü ve doğumu anlattı.
t’ magisch theatertje'den "cantos animata" hipnotik bir sahnelemeydi; bizi, karanlığa daldırdıkları yaklaşık 40-45 dakika boyunca evrenin ve insanın gizemine tanık ettiler.
güneşli, kaotik bir cumartesi günü harbiye'nin gündelik karmaşasından kenterler'in serin ve tenha salonuna bitmek bilmeyen inişimiz, "cantos animata"nın sahnede yarattığı mistik dünyanın karanlık derinliklerine dalışımızla katmerlendi.

14. kukla festivali, kısa ama oldukça etkileyici bir gösteriyle sonlandı.

13 Mayıs 2011 Cuma

kukla festivali'nden...


geçen sene 2010 vesilesiyle hem dünya kukla gününün kutlandığı mart’ın son haftasında, hem de alışıldık mayıs tarihlerinde geniş bir programla (birbirinden etkileyici ve sıradışı shakespeare uyarlamaları hala akıllarda) istanbul’u şenlendirmiş uluslararası kukla festivalimiz bu yıl pek bir sönük geçiyor. ilginç olabilecek iki gösterinin (abd’den “kuş makinası” ve endonezya’dan “bishma’nın çöküşü”nün) şehrin merkezine gelmemesi ve çeperlerde de sadece 1-2 kez sahnelenmesi üzücüydü.

iki gündür izlediğim dört gösteriden sadece sokak tiyatrosu-kukla-akrobasi karışımı “parti” yaratıcı, eğlendirici ve etkileyiciydi. üç kişilik frankofon la salamandre topluluğu yarım saat gibi kısa bir sürede gerek çok katmanlı canlı müziğiyle gerekse hüzün-neşe gitgelinde salınan konusuyla gerekse de başarılı icracılarıyla bizi imkansızlığın partisine davet ve dahil etti.

hayalkırıklıkları ise;
la fanfarra’dan gölge tiyatrosu kısımları ilginç olan ancak gösterinin çoğunluğunu oluşturan geleneksel el kuklalı bölümlerin sıkıcılık ve biteviyelikten kurtulamadığı “eller dolu”…
ağır ve “felsefi” konulara girmeye çalışıp, kısır yaratıcılıklarıyla çakılıp kalan lab.luck’tan “mutluluk hangi yöndedir?”…
aynı zamanda festivalin açılış gösterisi de olan antamapantahoy’dan “müziğin ipleri” ise zaman zaman ilginçleşen ancak genel olarak tekrarlardan kurtulamayan ortalama bir gösteriydi.

bu akşamın programında kukla istanbul’da slovenya’dan nebo kukla tiyatrosundan “ayna” ve beyoğlu küçük sahne’de hollanda’dan ananda puijk topluluğundan “momentum” vardı. ikisini de şiddetle merak ettiğim halde seyredemedim.

yarın, festivalin son günü cumartesi saat 15.00’te (programda 20.30 yazan saati gündüze alındı) kenterler’de hollanda’dan t’ magisch theatertje’ın “cantos animata”sını ise kaçırmamaya kararlıyım.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

ANADOLU'NUN İSYANI




Anadolu'nun İsyanı from Anadoluyu Vermeyecegiz on Vimeo.


Çekimleri aylarca Anadolu'nun dört bir yanında süren Anadolu'nunİsyanı kısa filmi tamamlandı. Filmin linkini paylaşarak Anadolu'nunsesini duyuralım.Film herhangi bir kar amacı güdülmeden, konuya duyarlı insanlarıngönülden destekleriyle tamamlanmıştır. Amacı Anadolu'da HES'lere karşıyürütülen mücadeleye destek olmak yeni bir soluk katmaktır . HESmücadelesi içerisinde bulunan herkes, bu çekimlerin yapıldığıbölgelerdeki bütün canlılar, bu filmin dolaylı ya da dolaysızdestekçisidir. Bu nedenle film, herhangi birinin isminin öneçıkartılamayacağı bir anonim çalışmadır.

7 Mayıs 2011 Cumartesi

işsanat'ta son bir hafta: üç konser


geçen cumartesi işsanat'taki hesperion xxı konserinden hayal kırıklığı ile ayrılmıştım. bunun tek nedeni, konserin başlamasına 30 saniye kala anons edilen montserrat figueras'ın rahatsızlığından dolayı yerine, jordi savall ile figueras'ın oğulları ferran savall'ın çıkacak olması değildi.
evet, kendimi montserrat'nın sesinden ninnilere hazırlamıştım; erken ulaştığım salonda koltuğuma oturmuş, oldukça kapsamlı hazırlanmış konser broşüründeki makaleyi okumuş, şarkı listesini içime sindirmiştim. tabii ki ferran savall'den aynı programı seslendirmesini beklemedim; sanırım sadece sondaki "farklı dillerde üsküdar'a gideriken potporisi" aynı kaldı, gerisi bütünüyle ferran'ın caza ve popa göz kırpan repertuarıyla yer değiştirdi.
buna da itirazım olmazdı; ancak bence konserin esas sorunu, jordi savall'in gerek albümlerinde gerekse de konserlerinde her zaman tanımlı bir tema üzerine kurduğu strüktürünün, daha önemlisi şarkıları bir bütünün parçaları yapan omurganın bu konserde olmayışıydı.



bu akşam işsanat'ta yine hafif bir hayal kırıklığı yaşadım; bu sefer de, yine hayran olduğum bir sanatçı tarafından: ute lemper. maalesef işsanat'taki bir önceki konserine düzdüğüm methiyeleri bu sefer düzemeyeceğim.
ute lemper hemen konserin başında, kuliste iki yıl önceki konserin fotoğrafını görmemiş olsaymış o konserde giydiği elbisenin aynısını giyeceğini, iyi ki yanında yedek bir tanenin bulunduğunu söyledi. iki yıl önceki konserden bu akşama tekrar eden sadece elbise olsaydı keşke; edith piaf, eva peron, margaret thatcher, helmut kohl, angela merkel, condolezza rice, hilary clinton, michelle obama ve bayan erdoğan'dan geçen kırmızı otriş hikayesini sarah palin'siz, bayan erdoğan kısmı genişletilmiş olarak tekrar dinledik. evet, bu sefer de gülmekten kırıldık ama olmasa daha iyi olmaz mıydı!
doğrusu, konserin başlığını görünce pek bir heyecanlanmıştım: "last tango in berlin". hele bir de konserin şarklı listesini görünce heyecanım iyice artmıştı: brel'ler, weill'lar, marlene dietrich, edith piaf şarkıları falan hepsi bildikti de, esas beni yüreğimden yakalayan altı adet piazzolla bestesi vardı programda! konserin başlığındaki "tango" ibaresiyle katmerlenen bir beklenti büyümüştü içimde.
maalesef, o altı piazzolla bestesinden sadece üçünü seslendirdi ute bu akşam işsanat'ta! anlayacağınız; tango'su törpülenmiş, zaten tartışmasız bir şekilde güzel ve etkileyici yorumladığı şarkıları tekrar söylediği ve bizim de tekrar dinlediğimiz bir konserdi bu akşamki.
konserin en güzel tarafı ute'ye sadece iki enstrümanın eşlik etmesiydi; piyano'da vana gierig, bandeneon'da ise 72 yaşındaki arjantinli tito castro; ute keşke arada bir soluklansaydı da, ikisi sanatlarını döktürselerdi.



işsanat'ta perşembe günki "dianne reeves, strings attached" konserinde dianne reeves, eşlikçisi iki usta russell malone ve brezilyalı romero lubambo'ya bol bol izin verdi solo yapmaları için. bu arada kendisi de sesini dinlendirmiş oldu.
işsanat'ta haftanın en dinamik, en enerjik konseriydi dianne reeves'inki.
beş yıl önce ilk defa işsanat'ta bu ikiliyle sahneye çıktığını, perşembe akşamı bir halkanın kapandığını şarkı formatında seslendirdi dianne reeves. baştan sona bir çırpıda geçen, hiç bitmemesi dilenen, üç müzisyenin sakin sakin paslaştığı muhteşem bir konserdi; haftayı kurtardı!

waltz'ın wenders'e sordukları


"pina" vesilesiyle almanya görsel ve yazılı medyasında bir dolu wim wenders röportajı çıktı; kabul ediyorum, günümüzde bir sanat yapıtını yaratmak dışında onu "pazarlamak" ta gerekiyor; eh, kim olursa olsun, en yaratıcı insan bile bir hafta içinde arka arkaya o kadar röportaj verirse, ister istemez söylediği şeyler de üç aşağı beş yukarı aynı oluyor; sanki ezberlenmiş gibi; söylene söylene ezberleniyor; hafız gibi.

yine belli yerlerinde diğerlerinden tekrarlar içerse de, almanya medyasında rastladığım en ilginç röportaj, almanya'da pina bausch'un varisi olarak kabul edilen sasha waltz ile wim wenders'ı buluşturanıydı.
ilgilenen olur niyetiyle türkçeye çevirmeye çalıştım. almancasına buradan ulaşılabilir.



sasha waltz:
"pina"da büyük sorumluluk yükleniyorsun. dans camiasına dışardan gelip de, dansçıların muhteşem potansiyeliyle uğraşan ilk yönetmen sensin. bu senin için ne ifade ediyor?

wim wenders:
bizzat pina tarafından bu yola itildiğim için, o kadar da zor olmadı. biz bu filmi beraber yapmayı yıllar boyu istedik. yapıtlarını kaydederken pina benim yanımda duruyor olacaktı. 2007'de bu dört sahne yapıtını seçmiştik zaten. erken döneminden "sacre du printemps" ve onun da dans ettiği "café müller", ve daha sonradan "kontakthof", ki bu arada pina bu yapıtın emekliler ve ergenlerle olan versiyonlarını yaptı. "kontaktof"u topluluk da yeniden sahneye koymayı çok istiyordu! ve yeni yapıtları arasında görsel olarak en etkileyici olanlarından "vollmond". dolayısıyla; dansçılar için dışardan gelmiş bir yabancı değildim, tam tersine pina'nın dostu ve yol arkadaşıydım. bana güveniyorlardı.
pina'nın ölümünden sonra herşey değişti. dansçılar merkeze geçti. bu filme başlamış olmamız da topluluk için çok önemli bir dönüm noktası oldu. birlik beraberlik içinde çalışmaları, anma anlamında da, yeni misyonlarının ayırdında olmalarını sağladı. artık bu hazineyi koruyacak ve ileride dünyaya taşıyacak olanlar onlar.

waltz:
filmin konsepti oluşturulmuş muydu, yoksa sen dansçılarla röportaj yapma fikrini kendin mi geliştirdin?

wenders:
eski konsept pina'nın ölümüyle geçersiz hale geldi, ve bu yüzden bütün film de. filmi onsuz düşünemiyordum, film onunla sıkı bir şekilde bağlantılıydı.
artık sadece yapıtlar vardı, başka hiç bir şey yoktu. haftalar sonra her şey dansçıların isteğiyle tekrar başladı. "pina'nın ve senin programa aldığınız yapıtları prova etmeye başladık. bir daha bu şansı ne zaman yakalayacağımızı kim bilebilir ki..." dediler ve haklıydılar. pina'nın dilediği gibi bu yapıtları kaydetmek için sadece bu zaman aralığı vardı. ve böylece başladık. dans tiyatrosunda görsel aktarım dışında başka yol yok zaten, değil mi. sende nasıl, farklı mı?

waltz:
tabii ki günümüzde film çok iyi bir yardımcı eleman, ama benim dansçılarım rollerini bedenler üzerinden de direkt olarak bir sonraki nesle aktarıyorlar.

wenders:
wuppertal tanztheater'da tam da bu bir sorundu: pina yapıtlarını devamlı repertuarda tutmamış olsaydı -yaklaşık 40 tane kadardırlar-, bunlar yok olurdu.
mevcut olan kayıtları izledik. pina her seferinde, daha iyi olabilecek taraflarını bulurdu. ama ben nasıl olacağını bilmiyordum. birazcık daha iyi, peki ama temel olarak baktığımda fazla da bir değişiklik yoktu benim açımdan.
sinema, bir dans veya tiyatro yapıtının kaydında çok sınırlı imkanlara sahiptir. genel olarak bakarsanız; salona bir vinçle veya el kamerasıyla girebilirsiniz. ama dansın bedenselliğinin yanına bile yaklaşamazsınız.

waltz:
3-boyut tekniği tam da beklediğiniz boyut muydu?

wenders:
benim için öyle. stüdyoda çekmek hiç bir zaman sözkonusu bile olmadı. devasa dekorlarla ve ışık düzeniyle olamazdı, olsa da işe yaramazdı. pina, olabildiğince otantik kalmasını isterdi; kendi sahnesinde, wuppertal'deki opera evinde veya tiyatro salonunda. maalesef tiyatro salonu çekimler için çok kısıtlı imkanlarla ve sınırlı süreyle kullanımımıza tahsis edildi, çünkü tadilat için kapatılması gerekiyordu.
karşılıklı yaptığımız o kadar fikri alışverişinden ve karşılıklı isteğimize rağmen ve kıvılcımı yakacak hamle gerçekleşmeden geçen onca yıldan sonra 2007 mayısında kırılma noktası yaşandı. ilk defa cannes'da "u2 3-d" filmi sayesinde üç boyut tekniğiyle tanıştım. daha film biter bitmez, sinemadan pina'yı aradım: "bununla yapabiliriz!" başlangıç itkisi bu oldu. böylece 2009 sonbaharı için planlar yapmaya başladık.

waltz:
pina 3-d'yi gördü mü?

wenders:
hayır. ilk denemeleri, tam bir fikir vermedikleri için ona izletmedim. insanlar kartondan makasla kesilmiş gibi iki boyutluydular ve hareketler kesik kesikti. 2008'den itibaren sterographla birlikte ilk testleri yapmaya başladım. pina, 3-d'nin nasıl sonuç verdiğini kendi dansçılarının çekimlerinden görmek istiyordu. wuppertal'de 2009 temmuz'unda büyük çaplı bir test yapmayı planlamıştık. pina büyük bir beyazperdeden seyredecekti. herşey hazırdı. ve haber geldi: tahmin bile edilemeyecek bir şey olmuştu! pina artık bizimle değildi!
3-d'yi sadece benim anlatımımdan, bu tekniğin ilerde gelişeceği ümidimden biliyordu. ama o zamanlarda daha teknik gelişmemişti. üç boyut etkisi mekanda yaratılabiliyordu ama hareketlerde sorun vardı. bir dansçı kolunu hareket ettirdiğinde bir hint tanrısı gibi gözüküyordu: dört kollu! sinemada 3-d başta sadece animasyonlar ve korku filmlerinde kullanılıyordu. pina'yı seyretmeye götürmeyi isteyebileceğim "avatar" 2009 aralık'ında vizyona girdi. biz otarihte çoktan çekimlere başlamıştık.
biz bu yeni medyumu doğal ve zarif sonuçlar elde edilebileceği kadar geliştiği ilk anda kullanmaya başladık; ki pina'ya verdiğim sözü ancak böyle tutabilirdim.

waltz:
bence bu film pina'nın da hoşuna giderdi, çünkü o her zaman en yeni olanı denemişti. ama filmin çok fazla frontal (cephesel) çekilmiş olduğunu düşünüyorum. pina'nın perspektifini (bakışını) korumak mı istedin?
bu arada, seyirciler başka bakış açıları da hissediyorlar; arkadan, yandan.

wenders:
sen bir dereceye kadar dansçılarının, izleyicilerin etrafını çevirmelerine izin veriyorsun, bu sayede her yönden görülebiliyorlar. pina'da cephesel bakış çok baskındır, onun dileği her zaman şu olmuştur: bana arkadan gösterme! tabii ben bunu pina'nın kendisinden daha fazla içselleştirdim; özellikle de sahne kayıtlarını yaptığımız yapıtlarda. sadece "bahar ayini"nde bir kere ters çekime cesaret edebildim -ve hemen hayalimde pina'dan beni bağışlamasını diledim. yaşasaydı sanırım bana izin verirdi.
2010 yazında ikinci ve üçüncü blokları çekerken, artık sahnemiz yoktu. bunun üzerine bütün soloları büyük bir özgürlükle dış mekanlarda, kentte çektik.

waltz:
yani bu pina ile birlikte karar verdiğiniz bir şey değil miydi?

wenders:
onunla dünya üzerinde seyahate çıkacaktık; güney amerika'ya, asya'ya turnelerde ona eşlik edecektim. onunla wuppertal'de de çekimler yapmak istiyordum; halkı, insanları nasıl gözlemlediğini kaydetmek istiyordum. zaten bu pina'nın da esinlerinden biriydi; bu kentteki insanlar; pina'nın ifade ettiği gibi wuppertal "tatil kasabası" değildi. ben onu çalışırken, provalar sırasında ve özellikle gösterilerin ertesi günlerinde düzeltmeler yaparken kaydetmek istiyordum.

waltz:
ama bu bayağı nazik ve intim bir an olabilirdi.
yani dansçıların soloları çok sonraları mı dahil edildi filme?

wenders:
sololar başta programda yoktu. pina benim başkahramanım olacaktı. ama hiç bir zaman biyografik bir bakış açısıyla değil tabii ki; pina kendisi hakkında bir film istemiyordu; sadece işi hakkında olsun istiyordu. şimdi biz bunu, başka bir şekilde de olsa gerçekleştirmeye çalıştık.

waltz:
komik bir şekilde, yeni teknikle mekanları deneyimlemek için dış mekan çekimlerinin daha uygun olduklarını, sahne sekanslarının 3-d'de çok fazla steril kaldığını düşünüyorum. bedenleri hissedebildiğim dış mekan çekimlerine kıyasla, sahne sekanslarında benim için filmin temel değeri kayboluyor. bedene dair tekstür ve duygu dijital teknolojide kayboluyor.
ben kendi işlerimde mekanı hissetmek için kavga veriyorum, çatışma yaratıyorum.

wenders:
bu teknik sinemada yok ama. zira sadece iki dijital kamera bir piksele kadar tamtamına senkronize olabiliyorlar. neticede, hızlı hareketin akıcılığını sağlamak için elimizdeki gizli silahtı bu. tekrar film gibi gözükmesi için teknik olarak çok fazla şey yaptık; örneğin hareketin netlik ayarını hesap ettik ya da daha yavaş bir shutter ile çekim yaptık. filmin yumuşaklık ve sıcaklık etkisini, becebildiğimiz kadarıyla, yapay olarak yarattık.
dış çekimler sırasındaysa artık bayağı tecrübe kazanmıştık -ve tekniği daha da iyileştirdik. bir prototipimiz olsa da artık daha fleksibl donatılarla çalışabiliyorduk.
dansçılarla dış mekana, kente inerken; pina'nın kendisinden, çektiği "die klage der kaiserin" filminden esinlendik. maalesef bu filmi çok az insan biliyor. ama haklısın; bu onunla önceden konuşup anlaştığımız bir konu değildi. arkada bıraktığı büyük boşluğu doldurmak zorundaydık. sadece yapıtlarını kaydetmek filme dönüşemezdi. bu ancak dansçılarla başarılabilirdi ve; pina'nın kendi çalışma metodu olan soru sorma ve dansçıların bu sorulara hareketlerle cevap vermesi şeklinde olabilirdi. tam da bu tarzda, dansçılara sorular yönelttik.

waltz:
peki devamı nasıl geldi? sahneler dansçılar tarafından mı önerildi?

wenders:
evet, bunlar farklı yapıtlarında dansçıların pina'yla hatıraları, onunla önemli karşılaşmaları, onun dansçılarla beraber çalışarak ürettiği anlar. ve tabii dansçıların onu çok yakınlarında hissetikleri anlar da var.
hiç bir şey doğaçlama yapılmadı; her şeyde pina'nın bakışı bulunmaktadır. dansa dair olanı tabii ki ben hiç bir şekilde değerlendirmedim, sadece dans parçalarının sinemasal olarak en iyi kendisini gösterebileceği mekanları belirledim.

waltz:
bu oldukça güçlü bir şekilde hissediliyor. belli ki bunlar çok temel, derin anlar; pina'nın dansçılarıyla olan ilişkisinin portresi. bu beni çok etkiledi. güçlü bir şekilde adanmışlık hissediliyor; ve topluluğu ile artık olmayan pina'nın arasındaki sevgi.

wenders:
hazırlık aşamasında topluluğun günümüzdeki bütün dansçılarıyla ve aynı zamanda başlangıç dönemindeki nesilden bir sürü dansçıyla da ayrı ayrı saatler boyu sohbet ettim ve notlar tuttum -ama filme çekmedim. en yaşlıları 60'ın üzerindeler, en gençleriyse 20'lerinin ortalarında. bu gerçekten çok ilginç bir "insanlık durumu"; kendini wuppertal'de bulmuş dünyanın dört bir yanında dansçı. sende de aynı şey geçerli sasha; bir sürü farklı ülkeden dansçılarla oluşmuş gezegenden bir kesit.
ve bir çok başka şeyin yanında pina'nın dans konusundaki en büyük hizmeti, dansı klasik balenin idealleştirilmiş figürlerinden kurtarıp sıradan insana kazandırmış olması.

waltz:
3-d tekniğinin çekiciliği sayesinde normal olarak dans seyretmeyecek olan insanlar sinema gidecekler.

wenders:
ama tam da bu beklentinin üzerine oynamak istemedim. atraksiyon dans olmalıydı, teknik değil! 3-d beni cennete ulaştıran incecik bir köprü gibi sadece araç olmalıydı. olabildiğince yumuşak ve kendisini görünmez kılacak şekilde olmalıydı. ve tabii gözleri rahatsız etmemeliydi. filmin başında salona doğru hafifçe eğilen perde seyircileri sadece azıcık okşamalıydı; 3-d'den "fişekler" yaratmak istemiyordum. hiç bir şekilde zorlayıcı ve yorucu olmamalıydı; pina'nın hoşuna gitmezdi.

waltz:
ben de sinemayı bir medyum olarak seviyorum; işlerimi belgelemek ve ileriye taşımak için. ama böylesi benim için de yorucu olurdu. doğrusu ben en çok süper 8'i seviyorum; tam bitmiş bir şey olmaması, sadece yardımcı araç olması. ama tabii bu tam bir kırılma. biz de "zweiland" ve "allee der kosmonauten"i filme çekmek istiyoruz; dansçılardan dolayı; çünkü ilerde bir gün artık sarı mini eteklerin içinde duvarlara tırmanmak istemeyeceklerdir. tam da bu işlerim için 3-d'yi ben de hayal edebiliyorum.

wenders:
senin sahnelemelerin de zaten kendi içlerinde oldukça "mekansal"lar.

waltz:
kamerayla içine girmeyi, içinde dolaşmayı tercih ederim, bu sayede seyirci sahnenin bir parçası haline gelebilir.
ben her zaman teknik ile mesafeli olmuşumdur. ve ayrıca, montajı daha fazla heyecan verici bulurum; o noktada tekrar yaratıcı olma imkanı doğar çünkü.

wenders:
montaj konusunda "pina"da gerçekten uygulayarak öğrendik. gençlik araştırır! 3-d'de montaj yapmayı sıfırdan öğrenmek zorunda kaldık. piyasada bu konuda bizi yönlendirecek birileri yoktu. iki boyutta tereyağı keser gibi kurgu yapmaya imkan veren teknik, burada işlemiyordu. montaj masasında hiç bu kadar uzun süre kalmamıştım; 14 ay!

waltz:
ben de bundan korkabilirdim.

wenders:
tabii biz daha çekim aşamasında montaj yapmaya başladık. nasıl gelişeceğini görmek zorundaydım, çünkü sonradan tekrar çekme şansım yoktu. dolayısıyla dış mekan çekimlerine başlamadan önce sahnede kaydını yaptığımız yapıtların hepsinin montajını bitirdim. pina, yapıtlarının "geleceğe iyi ve doğru aktrarılması"nı isterdi. biz de bu dört sahne yapıtını baştan sona hem 2 hem 3 boyutlu olarak bitirdik.

waltz:
3-boyutlu filmler çekmeye devam etmek istiyor musun?

wenders:
kesinlikle! bu tekniğe daha yeni tam olarak hakim oldum. ayrıca "mekan araştırması"na da imkan verecek şekilde bu teknikle hikayeler anlatmayı mutlaka denemek istiyorum. dans zaten 3-d'ye ideal bir şekilde uyuyor. dansçılarla da çalışmaya devam etmeyi çok isterim. şu son 1.5 yılda onlarla aramda çok güzel bağlar oluştu. sadece -nasıl olacaksa- imkan yaratmam lazım; onlar için koreografi yapamayacağıma göre.

6 Mayıs 2011 Cuma

karasu & bausch


geçen gün, çoktandır haber almadığım bir arkadaşım bir elektronik mektup yolladı bana; "seni hatırlatan şeyler bombardmanına uğrayınca bir mail atayım dedim" diyerek.

bilge karasu ile pina bausch'u bende birleştiren tek şey ikisini (ve yapıtlarını) çok çok çok seviyor olmam değil sadece.
2004'te ilk defa wuppertal'e, beş günlüğüne pina bausch festivali'ne gidip, dört ayrı yapıtını izleyip döndükten sonra, pina bausch'a (tanztheater wuppertal ofisine) bir paket yollamıştım; dhl paketin ofise teslim edildiği bilgisini geçmişti gerçi, ama bizzat pina bausch'un eline ulaşmış mıdır yoksa topluluğun ofisinin raflarında tozlanıyor mudur bilmiyorum.

o beş günün karşılığı olarak kendimce pina bausch'a bir hediye paketiydi yolladığım; bir mektup içeriyordu, festivalde izlediğim dört ayrı yapıt hakkındaki görüşlerimi aktardığım, kardeş türküler'in dvd'si vardı ve bir de bilge karasu'nun "göçmüş kediler bahçesi" adlı benzersiz, muhteşem yapıtının ingilizcesi.

pina bausch'un yapıtlarını tasarlarken edebiyattan da ilham aldığını bildiğim için (özellikle bir kaç yapıtının künyesinde péter esterházy'nin adı geçiyor), onu kendimce çok sevdiğim ve onun da seveceğini düşündüğüm bir yazarla tanıştırmak istemiştim.
[fazlaca naif ve romantik bir hamleymiş yaptığım, bugünden geriye bakınca!]

"bilge karasu'yu okumak" adlı toplantının bugünkü bölümünde konuşan deniz göktürk meğer "göçmüş kediler bahçesi"ni almanca'ya çevirmişmiş; 1991'de başlamış çevirmeye, 1993'te bitirmiş ve ancak 2002'de yayıncı bulabilmiş kitap.

...

deniz göktürk "göçmüş kediler bahçesi"nin sinemasal esinlerine, özlem özkan bilge karasu'nun barok resimle olan bağlantısına, yıldırım avcı roland barthes'ın fotoğraf sanatında ortaya attığı "punctum" fikrinin karasu metinleriyle olan özdeşliğine değindi.

deniz hanım iki film parçası gösterdi: ilki, karasu'nun bizzat "göçmüş kediler bahçesi"nde adres gösterdiği walerian borowczyk'ın 1971 tarihli "blanche" filmiydi. ikincisi ise, bu sefer deniz hanım'ın konu ve atmosfer olarak karasu'yu çağrıştırdığını düşündüğü, werner herzog'un 2005 tarihli "death for five voices - gesualdo" filmiydi. hatta deniz hanım bundan bir kaç yıl önce herzog'un eline vermiş "göçmüş kediler bahçesi"nin çevirisini; herzog okumuş mudur...

bahsini ettiğim 4.oturum bilge karasu yapıtlarının diğer sanat dallarıyla ilişkisinin kurulduğu, günün en heyecanverici bölümüydü.

ayrıca; fatih özgüven'in müthiş bir yumuşaklık, alçakgönüllük ve sevecenlikle sunduğu, ama içinde çok ince ve keskin gözlem ve yorumlar barındıran "göçmüş kediler bahçesi'ni okurken"i; nihan avcı'nın bütün bilge karasu metinlerinde dolaşarak ustaca derlediği "ölümün kara'sularında"sı; jale parla'nın ve engin kılıç'ın "gece" okumaları ve neslihan demirkol'un "troya'da ölüm vardı"daki anlatıcıları ortaya koyduğu "müşfik'i kim anlattı?"sı günün diğer zihinaçıcı ve heyecanverici sunumlarıydı.

...

toplantının dünki bölümüne katılamamış olmaktan büyük üzüntü duyarak, ama bugünkünü baştan sona takip etmiş olmanın diriliğiyle ayrıldım salondan.

çoğu konuşmacının, sunumları öncesinde bilge karasu'yu tekrar okuduklarını söylemeleri heveslendirdi beni ve; olur da hayatta ve sağlıklı olursam 65'imden sonra tekrar okumayı planladığım kitap listemde külliyatıyla bulunan bilge karasu'nun, hepsini birbirinden derin, etkileyici ve okuması keyifli bulduğum kitaplarına 25 yıl beklemeden tekrar başlama heyecanı filiz verdi içimde...

çocuk psikolojisine eğilen iki etkileyici film



çocukların kayıplarla, annelerinin yokluğu ile başa çıkmaları; insanın (çocuğun) içinde (“doğa”sında) bulunan “kötülük” üzerine iki film izledim geçenlerde; biri yerli diğeri yabancı: “zefir” ve “daha iyi bir dünyada” (haevnen). ikisinin de yönetmeni kadın; biri türkiyeli diğeri danimarkalı.
“zefir” ordu’nun yaylalarından birinde, “daha iyi bir dünyada” afrika’da bir mülteci kampında ve danimarka’nın ücra bir kasabasında geçiyor; coğrafyalar birbirinden çok uzak, farklı; ama “çocukluk/insanlık halleri” aynı; bunların peliküle geçiriliş şekli de.

bence iki filmin de en önemli mesajı; insanlık hallerinin, ama özellikle de “kötülüğün” insanın doğasının, “doğalının” bir parçası olduğu; iki film de başkahramanlarını (yani çocukları) yargılamıyor; iki film de muhteşem doğa görüntüleri eşliğinde, çocukların yaşadıklarının doğal olduğunu, doğanın bir parçası olduğunu anlatıyor.

“zefir” biraz semih kaplanoğlu’nun “bal”ını andırıyor; hikayenin geçtiği coğrafya, görüntülerin renkleri ve estetiği, az konuşan veya hiç konuşmayan başkahraman çocuklar…

yönetmen-senarist belma baş “zefir”de filmin atmosferini gerçek ile rüya/kabus arasında belirsizce ve serbestçe dolanarak kurmuş; susanne bier “daha iyi bir dünyada” da acımasız gerçeklerin üstüne basa basa, üstüne gide gide!

2 Mayıs 2011 Pazartesi

bilge karasu'yu okumak




5 Mayıs 2010 Perşembe

9:15 Müge Gürsoy Sökmen
9:30 Oruç Aruoba: “Ioakim’in Tilki’si

10:30 I. Oturum
Süha Oğuzertem: “Bilge Karasu’nun Okuma Pratiği
Yücel Kayıran: “Bilge Karasu’da Kurmacanın Kuruluşu
Tansu Açık: “Bilge Karasu Okumaları: Mektuplar

12:00 II. Oturum
Ali Akay: “Dumezil Etkisi
Servet Erdem: “Karasu Metinlerini ‘İki’den Okumak
Öndercan Muti: “Ses ve Boşluk: Baskı Ortamında Daimon"

14:15 III. Oturum
Murathan Mungan: “Bilge Karasu’dan Öğrendiklerim”
Doğan Yaşat: “Bilge Karasu’da Susku’nun Estetiği”
Ender Keskin: “Hayvanlar ile İnsanlar, Ses ile Söz Arasında”

16:15 IV. Oturum
Kıvılcım Yıldız Şenürkmez: “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda Süreklilik, Dönüşüm ve Müzikal Akış”
Cüneyt Türel: “Çeşitlemeli Korku Üzerine”
Seslendirme: Çeşitlemeli Korku
Yöneten: Erdem Çöloğlu
Soprano: Şebnem ÜnalAlto: Elif Tuğba TekışıkTenor: Erdem Nusret KarakaşBariton: Bahadır Noyan CoşkunBas: Fatih Çakmak

6 Mayıs 2010 Cuma
10:00 I. Oturum
Hilmi Tezgör: “Kılavuz’un Bahçeleri”
Nihan Abir: “Ölümün ‘Kara’sularında”
Onur Avcı: “Tanımın Ölümü: Bir İncitmebeni Okuması”

11:30 II. Oturum
Jale Parla: “Gece’nin Distopya ve Bohemyası”
Engin Kılıç: “Gece Nasıl Bir Darbe Romanı?”
Zeki Coşkun: “Gece ve Ötesi”

14:00 III. Oturum
Fatih Özgüven: “Göçmüş Kediler Bahçesi’ni Okurken”
Türker Armaner: “Korku, Yalan, Hakikat: Uzun Sürmüş Bir Gün”
Burak Kesgin: “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda ‘Kaçış’ İzleği”

15.45 IV. Oturum
Özlem Özkan: “Bilge Karasu’nun Bir Metni Üzerine Resim”
Yıldırım Arıcı: “Avından Göz Alan Göz Yazıları”
Deniz Göktürk: “Dönüşümler Diyarında Avrupa’yı Düşlemek”

17:15 V. Oturum
Neslihan Demirkol: “Müşfik’i kim anlattı?: Troya’da Ölüm Vardı’da Anlatıcılar”
Zeynep Zengin: “Ustadan Çırağa: Yaşam ve Ölüm Üzerine”
Levent Kavas: “Dere Tepe Düz: Karasu’nun Süreyerleri”

18:20 Kapanış Konuşması: Doğan Yaşat: “Bilge Karasu’yu Nasıl Okuduk?”

"boş mekan"dan:


"... Tek bildiğimiz şey sona sakladığımız tepki: Alkış yoluyla kutlamanın ses ve duygu olarak nasıl bir şey olduğunu biliyoruz ve böyle kutlamayı seviyoruz, takılıp kaldığımız nokta da burası. Bir tiyatro deneyiminin iki doruğu olabileceğini unutuyoruz. Birinde yaşa sesleri, ayak patırtıları, bağrışmalar ve alkışlarla büyük bir gürültü koparırız; ötekinde bunun tam tersine derin bir suskunluk olur -başkalarıyla paylaşılan deneyimin farkına varmanın ve değerini anlamanın başka bir biçimi. Suskunluğu unuttuk gibi bir şey. Hatta ondan utanıyoruz bile; hiç düşünmeden ellerimizi çırpıyoruz çünkü yapacak başka bir şey bilmiyoruz, suskunluğun da yeri olduğunun, iyi olduğunun farkında değiliz."



- peter brook


çev: ülker ince, hayalbaz kitap

1 Mayıs 2011 Pazar

işçi filmlerim


stachka, sergei m. eisenstein (1925)




modern times, charlie chaplin (1936)




novecento, bernardo bertolucci (1976)




the grapes of wrath, john ford (1940)




how green was my valley, john ford (1941)




ladri di biciclette, vittorio de sica (1948)




i compagni, mario monicelli (1963)




germinal, claude berri (1992)




silkwood, mike nichols (1983)




riff raff, ken loach (1991)




ressources humaines, laurent cantet (1999)




hoffa, danny de vito (1992)




czlowiek z zelaza, andrzej wajda (1981)




adalen 31, bo widerberg (1969)