10 Nisan 2011 Pazar

film festivali 30, izlenim 07: mutlakagörülesi 04


"picco" ilk listemde vardı; filmlerimi azalttığımda düştü, ama gün ve seansı boş kaldı.
günlerin köpüğü'nde kritiğini okuyunca, ertesi sabah soluğu gişede aldım, davetiyeli yerler açılmıştı bilet vardı, hemen kaptım.

daha yeni, if'te gerçek bir hapishanede geçen, çoğu hapishane deneyimi geçirmiş eski mahkumların rol aldığı, başrollerden birinde hem filmin uyarlandığı kitabın yazarı hem de filmin danışmanı olan ve dört yıllık hapishane geçmişi olan kişinin oynadığı "r"yi seyretmiş ve gerçekçi duygusundan, sert, acımasız atmosferinden oldukça etkilenmiştim.
yeni bir hapishane filmine dayanmak zor olacaktı, "picco"yu bu yüzden elemiştim. meğer "r"den de serti, balyoz gibi ineni, mideye ve beyne yumru gibi oturanı da çekilebiliyormuş!

film sonrasındaki soru-cevapta söz alan ilk seyirci (erkekti) "siz bunu film diye nasıl gösteriyorsunuz, buna sinema mı diyorsunuz!" diyerek çıkıştı yönetmene.
yönetmen çok düzgün bir cevap verdi: "eğer bu filmde seyrettikleriniz benim hasta hayalgücümün ürünleri olsaydı haklıydınız, ama bunların hepsi birebir gerçek!"
"picco" bütün gücünü bu gerçekliğinden alıyor; yönetmen bir sene gençlik hapishanelerinde araştırma yapmış, mahkumlarla gardiyanlarla psikologlarla konuşmuş.

bence asıl önemlisiyse: filmde gerçekleşenleri hiç bir şekilde tasvip etmeseniz de, protagonistlerin neden öyle davrandıklarını, davranmayı seçtiklerini anlayabiliyorsunuz; onlara kızamıyorsunuz!
filmin bir sahnesinde dendiği üzere: "burada olanlara, bizlere aldıran yok, kimse için bir değerimiz yok, bir geleceğimiz de yok!" oradaki gencecik insanları bu fikre getiren, içinde yaşamaya itildikleri ortam; hatta sistem! zaten yönetmenin bu filmi çekerkenki en büyük derdi, almanya'da hakkında hiç söz edilmeyen tabu konulardan biri olan gençlik hapishanelerinin gayriinsani durumuna dikkat çekebilmekmiş.

philip koch'un ilk filmi "picco"yu seyretmek lazım. dikkat çekmeye çalıştığı konuyu tartışabilmek için.
ama, filmin seyirciye çok zor bir deneyim yaşattığı kesin! "picco"yu seyrettiğiniz gün, üzerine kolay kolay başka bir şey yapamazsınız, içinizden gelmez!

ben, aradaki seansı atlayıp bir sonrakinde michael winterbottom'un jim thompson uyarlaması "içimdeki katil"e (the killer inside me) gitme gafletinde bulundum: yine şiddet, yine kötülük, ama bu sefer canimiz mahler dinliyor, piyano çalıyor, boş zamanlarında freud okuyup çetrefil fizik problemleri çözüyor! başka bir günde belki beğenebileceğim bir filmdi, ama "picco"nun sadeliğinden ve -sinemasal süslerden arınmışlık anlamında-"çıplaklık"ından sonra "içimdeki katil"in hoş müzikli, pırıl görüntülü, yıldız oyunculu cilali hali midemi bulandırdı.

3 yorum:

  1. Merhaba,

    Picco'dan sonra gitmeseydin de wood, woodları beğenmek artık bizden geçti.Tarr belki son noktayı koydu. Mutluluk v.s.'de ardından geldi.

    Ben de Muhbir den sonra gitmiştim.

    Çöplük'ü beğendim, Anayurt görmeye değmez.

    YanıtlaSil
  2. picco çok zordu.. umarım almanyada bu konu konuşulmaya başlanır.

    yönetmenin "hapishaneler bizim sosyal hayatımızın içinde, dışında değil. orası da sorumluluk alanımızda, sırtımızı dönemeyiz." yaklaşımı çok doğru. bu sözleri tufan operasyonunun yanına koyuyorum, hayata dönüşün acıları tazeleniyor içimde.

    elde ne var..?

    YanıtlaSil
  3. haklısın; "picco" sadece almanya'daki gençlik hapishaneleri ile sınırlı değil; evrensel bir konuya parmak basıyor.
    keşke sadece almanya'da değil, gösterildiği ülkelerde de hapishane koşulları konusunda tartışma başlatsa!

    YanıtlaSil