19 Şubat 2011 Cumartesi

!f 10. yılına kıvamında başladı...


iki gündür !f'te ne seyrettiysem boş yok! hepsi birbirinden iyi, bazısı çok çok iyi 5 film.
daha festivalin başındayız, bu filmlerin bazıları için hala şans var, zamanı olanlara tavsiye ederim. takvime bir göz atmak lazım.




önce "babil'in oğlu" (son of babylon) ve "delikanlı"dan (boy) bahsetmeliyim. sundance'in paketinden çıkma iki film; ilki ırak, ikincisi yeni zelanda yapımı.
dünyanın iki ucundan birer büyüme hikayesi; ikisinde de babalarını arayan 10-12 yaşlarında erkek çocukları. koşulları, ortamları bambaşka ama hikayeleri aynı. son noktada ikisi de büyüyorlar; hayatın gerçekleriyle tanışıyorlar, babalarıyla yüzleşiyorlar.
ikisinin de anneleri ortalarda yok (birininki ölmüş), ikisi de anneanneleriyle yaşıyorlar; ikisi de babasını arıyor; 1991'den beri kayıp olan ahmed'in babasının,hayatta zannedilirken öldürüldüğü ortaya çıkıyor, bu sefer ölüsü aranıyor. yeni zelandalı alamein'ki ise uzun zamandır ortalarda yokken bir anda çıka geliyor.
ahmed vücudu olmayan ve cesedi bulunamayan ölü bir babayla, “ölüm”le başa çıkarak yüzleşiyor yetişkinlerin dünyasıyla. alamein hayatta olan ama hayalinde canlandırdığından çok farklı bir babayla, “hayat”la başa çıkarak katılıyor yetişkinlerin dünyasına.
başka paralellikleri de var iki kahramanın: ikisi de yaşadıkları coğrafyaların yerlileri ama ait oldukları ülkelerin ötekileştirilmişleri; ahmed ırak’ta bir kürt, alamein yeni zelanda’da bir maori.

mohamed al-daradji "babil'in oğlu"nda tam da mezopotamya topraklarına yaraşır koyulukta hüzünlü, dertli ve gözyaşı dolu bir yol hikayesi anlatıyor. ortadoğu'da neler yaşandığına dair içerden bir bakış. [acaba "hurtlocker"ın "kadın" yönetmeni kathryn bigelow sundance'de bu filmi seyretmiş midir!]
taika waititi ise "delikanlı"da, kolaylıkla dramaya çevrilebilecek bir hikayeyi hafif, neşeli, komik bir tonda, çocuk dünyasının hayalgücüyle ve animasyonlarla besleyerek perdeye taşıyor. özellikle çocuk oyuncular -hele de alamein'in 7 yaşındaki kardeşi rocky- mükemmel.


iki sene önce panos koutras "strella" ile gey sinemasına sıradışı bir hikaye hediye etmişti. bu sene yine yunanistan'dan sıradışı bir gey filmi var if'te: vardis marinakis'in yönettiği "kara çayır" (mavro livadi).
hikayenin eşcinsellik kısmı sıradışı ve ilginç ama hikayeyi daha da ilginç yapan geçtiği tarih: 1650'lerde osmanlı imparatorluğu.
filmin ilk yarısı gece mavisinin koyuluğuyla yıkanmış görüntülerle, sarp bir kayalığa tünemiş bir kale-manastır'da geçiyor; kara çarşaflı rahibelerin gece mavisi taş duvarlar üzerinde bıraktıkları siyah lekeler, her an gri bulutlarla kaplı gökyüzünün fonunu oluşturduğu manzaralar mükemmele yakın.
ikinci yarı ise, bu sefer tam zıt bir atmosferde, balta girmemiş bir ormanda, güneş ışıklarıyla parlayan yeşilin binbir tonunun doğallığında geçiyor.

bir gün dağların tepesindeki rahibeler manastırına bir yeniçeri sığınır diyerek başlayan hikaye, film ilerledikçe sıradışı ama kendi içinde tutarlı virajlar alıyor. senaryoyu da yazan vardis marinakis'in bu ilk uzun metrajlı filmi dingin, pastoral ve oldukça etkileyici.
son olarak; filmde, benim "hırsız-polis"ten aşina olduğum, sanırım şimdilerde "hanımın çiftliği"nde berberi oynayan hakan boyav'ın küçük bir rolü olduğunu belirtiyim.


ve iki günlük hasatın en şaşırtıcı mahsulü. sanırım; şu suç hikayelerinde anlatacak yeni ne kaldı ki diye düşünmekten vazgeçmem lazım! geçen sene jacques audiard'ın "peygamber"i (un prophéte) çarpmıştı beni, bu yıl da avustralya yapımı "hayvan krallığı" (animal kingdom).
david michôd yazıp yönettiği filmle bambaşka bir noktadan anlatıyor suçun, suçlunun psikolojisini. J (josh) ile yeni bir "baba", yepyeni bir "peygamber" yaratıyor.
"hayvan krallığı" yavaş ilerleyen, çoğunlukla pastel tonlarındaki iç mekan çekimlerine, kahramanlarının suratlarına odaklanan, sıkı ve sert bir film. bittiğinde koltuğunuzda öylece kalakalıyorsunuz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder