25 Şubat 2011 Cuma

!f 10, izlenim 5


!f’te sinema tarihinde çekilmiş ilk grönland filmi “nuummioq” ile çek usta jan svankmajer’in jübile filmi “hayatta kalmak” (prezit svuj zivot) yanyana.

formundan ve yaratıcılığından hiçbir şey kaybetmeyen, finansal desteği ise gittikçe zor bulan usta svankmajer filmin başında bizzat görünüp, "zor para bulduk, bu yüzden gerçek oyuncu oynatmadık, oyuncu fotoğrafları kullandık, bu sayede yemek giderlerinden de tasarruf ettik" diyor. filmin en "komik" 2.5 dakikası bu açılış sekansı [svankmajer dakika tuttu, oradan biliyorum bu kadar kesin]. bir de; duvara asılı freud ve jung portrelerinin kavgası. bir de herhalde psikanalistler bu filmden çok hoşlanmış olmalılar.

...

2009 yapımı “nuummioq”in 30’lu yaşlarını süren genç yönetmenleri torben bech ile otto rosing “biz grönland sinemasının yaşlı kuşağı sayılırız; arkamızda 20-25’li gençler geliyor ve şimdiden üç film çektiler” diyorlar.
nuummioq” ne bir ülke için ne de iki yönetmeni için bir ilk film gibi; ağırbaşlı, olgun ve karanlık. gerek konu itibariyle, gerekse de görüntüler açısından.
konu: birdenbire tedavisi olmayan bir hastalığa yakalandığını ve kalan zamanının belirsiz olduğunu öğrenen malik’in hikayesi. filmdeki tek “ölüm” hikayesi malik’inki değil; malik’in anne-babası genç yaşta, sebebi belirsiz bir kazada ölmüşler, onların kaybı ailenin üzerinde hala bir yük olarak taşınıyor. ayrıca film ilerlerken araya giren bir karakter de sürpriz bir şekilde ölüyor.
görüntüler ise: çoğunlukla alacakaranlıkta çekilmiş, çoğu sahnede yüzler bile zar zor seçiliyor.

!f’te seyrettiğim birkaç yeni kuşak avrupalı sinemacının oldukça başarılı oldukları bir konu var: bir hikayeyi dramatize etmeden, süsleyip püslemeden, hayatın içindeki doğallığıyla, sanki komşunuzun başından geçiyormuşcasına sizin kılarak ve biçimsel denemelere girişmeden aktarmak.
herhalde peter greenaway pek bir öfkelidir; ken loach’lar, mike leigh’ler, dardenne kardeşler, bruno dumont’lar çoğaldı diye. bense pek memnunum.
torben bech ile otto rosing’in, 55.000 nüfuslu grönland’ın 4000 nüfuslu başkenti nuuk’ta geçen “nuummoiq” (new yorker veya istanbullu der gibi “nuuklu”anlamına gelen) filmini tavsiye ederim.



!f’in yarışmalı bölümü “keşif”teki diğer bir film, grönland’ın bağımsızlaşmaya çalıştığı danimarka’dan ve o da iki yönetmenliydi: michael noer ile tobias lindholm’un “r”si.

r”nin ne anlama geldiğini aynı zamanda filmin hapishane hayatına dair danışmanı olan konuk oyuncusu (sanırım adı: roland møller) açıkladı; başkahraman rune’nin “r”si, onun en yakın arkadaşı rashid’in “r”si ve danca’da adalet’in başharfi. ayrıca; hapishaneye her girene verilen anonim numaralara gönderme yapıyor.

r” hikayenin ilerleyişi ve anlatımın sadeliği açısından geçen senenin kült filmi “peygamber”i (un prophéte) andırıyor. ama ondan çok büyük bir farkı var: “peygamber” bir mit yaratıyordu; sinematografisinin basitliğine, kamera ve biçim hokkabazlıklarından uzak durmasına rağmen film gittikçe gerilimi artan dramatik kurgusuyla bir kahramanın yükselişine tanık ediyordu bizleri. “peygamber”in son sahnesi -adeta- huşuya vardırıyordu seyirciyi; daha amiyane bir tabirle “vay be” dedirtiyordu. “r” ise sadece tanık ediyor; sanki gerçek bir hapishaneye kameralar gizlenmiş ve seyrettiğiniz her şey “gerçek”. filmde çalışan 75 kişinin ya bir hapishane geçmişi varmış ya da gardiyan olarak çalışmış; yukarıda bahsettiğim danışman 4.5 yıl hapis yatmış ve hapishanelerle ilgili bir kitap yazmışmış. filmin çekildiği bina ise üç yıl önce kapatılan gerçek bir cezaeviymiş. ancak "gerçeklik"ten daha öte bir özelliği vardı filmin; yoksa hollywood filmlerinde de eminim işinin ehli danışmanlar çalışıyordur, bazıları gerçek hapishanelerde çekiliyordu da. sanırım "r"nin farkı, seyircinin rune'ye sempati duymasına engel olmasıydı; filmi rune'nin hikayesi olarak seyretmedik, kötü bir hapishanede geçen bir hikaye olarak seyrettik. filmin danışman oyuncusu çok güzel bir laf etti gösterimden önce: “ne kahraman olsun, ne klişeler olsun, ne de hapishane hayatı temize çıkarılsın istedik”. seyretmeden oturtamadığınız bu lafın ne kadar yerinde söylendiğini ve başarıl ıbir şekilde tatbik edildiğini film bittiğinde anlıyorsunuz.



bu sene seyrettiğim filmlerde ilginç bir şekilde erkek baş kahramanların anne-babaları ortalarda yoklar; ya görünmüyorlar ya da ölmüşler; ıraklı ahmed anneannesiyle birlikte yollara düşmüş babasını arıyordu, uzun yıllardır ortada gözükmeyen yeni zelandalı alamein babası bir gün çıkageliyordu ama o da temelde anneannesiyle yaşayan bir karakterdi, grönlandlı malik de anne-babasını küçük yaşta kaybetmiş anneanne-dedesiyle beraberdi, ve danimarkalı rune’un hapishanede başı sıkıştığında telefonla ulaştığı tek insan anneannesiydi.

bu rastlantıyı bu kadar iddialı bir genellemeye dönüştürmek ne kadar doğru olur bilmiyorum ama sanki filmlerdeki başkahramanların "ebeveynsiz durumları" dünyanın neresinde olursa olsun toplumların güvenini kaybeden devletlerin varlığına [devlet ana’nın yokluğuna ve devlet baba’nın iktidarsızlığına] işaret ediyor belki de...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder