28 Şubat 2011 Pazartesi

!f 10 / bilanço


01. adem (oksijen) hans von nuffel, belçika-2010, ***** (20şbt)
02. animal kingdom (hayvan krallığı) david michod, avustralya-2010, ***** (19şbt)
03. le quattro volte (dört defa) michelangelo frammartino, italya-2010, ****.5 (26şbt)
04. son of babylon (babil’in oğlu) mohamed al-daradji, ırak-2009, ****.5 (18şbt)
05. dzi croquettes tatiana issa, brezilya-2009, ****.5 (21şbt)
06. mavro livadi (kara çayır) vardis marnakis, yunanistan-2009, ****.5 (19şbt)
07. the kids are allright (iki kadın bir erkek) lisa cholodenko, abd-2010, ****.5 (27şbt)
08. boy (delikanlı) taika wiatiti, yeni zelanda-2010, **** (19şbt)
09. r michael noer & tobias lindhorm, danimarka-2010, **** (25şbt)
10. nuummioq tobias bech & otto rosing, grönland-2009, **** (24şbt)
11. drei (üç) tom tykwer, almanya-2010, ***.5 (21şbt)
12. winter’s bone (gerçeğin parçaları) debra granik, abd-2010, ***.5 (20şbt)
13. marti, dupa craciun (noelden sonraki salı) radu muntean, romanya-2010, *** (18şbt)
14. les amours imaginaires (hayali aşklar) xavier dolan, kanada-2010, *** (22şbt)
15. prezit svuj zivot (hayatta kalmak) jan svankmajer, çek cumhuriyeti-2010, *** (24şbt)
16. el ultimo verano de la boyita (boyitanın son yazı) julia solomonoff, arjantin-2009, *** (26şbt)
17. w.r. – misterije organizma (w.r: organizmanın sırları) dusan makavejev, yugoslavya-1971, *** (26şbt)
18. four lions (dört aslan) chris morris, ingiltere-2010, ** (26şbt)

27 Şubat 2011 Pazar

83. akademi ödülleri


bu sabah !f'e ara verip, bir kaç saat sonra naklen yayını başlayacak oscar töreninde filmlerden bölümler gösterilirken durmadan gözümü kapamamak için [seyretmediğim ve merak ettiğim filmlerden görüntü görmeyi hiç sevmem] "siyah kuğu" (black swan) ve "zoraki kral"a (king's speech) gittim.

hayalimde çocukluğumun haftasonu sabahları canlandı; her haftasonu ya cumartesi ya pazar, annem veya babam elimden tutup ilk matineye götürürlerdi beni. sinemaya gündüz gitmeye çocukluğumda alıştım; çok sonraları, üniversitedeyken "zaten karanlık mekana giriyorsan neden gündüzünü heba edesin" mantığıyla akşam seanslarına da gider oldum.

bu sabah tenha istiklal'den geçip 10.50'de fitaş'ta, salondaki diğer üç kişiyle birlikte "zoraki kral"ı seyrettim. 13.40'taki "siyah kuğu" ise bayağı kalabalıktı; klasik bale hakkındaki bir film için şaşırtıcıydı; oscar adaylıkları ve natalie portman'ın varlığı etkili olmuş olmalı.

bugün !f'teki tek filmimim de "iki kadın bir erkek" (the kids are all right) olduğu düşünülürse, törene iyice hazırım demektir.

...

yıllar önce haldun dormen trt'ye hazırladığı bir programda törenden 45 dakikalık bir bölüm göstermişti. o görüntüler kanıma girdi. 90'ların başında, son 70 yılın oscar törenlerinin unutulmaz anlarından oluşan bir vhs kaset çıkmıştı yurtdışında; hemen getirtmiştim.
ilk önce trt, sonra bir ara star, son yıllardır da ntv'nin verdiği oscar naklen yayınlarını kaçırmışlığım hiç yok. üniversitedeyken yakın arkadaşlar toplanıp seyretmişliğimiz de var; tek başıma kalkıp izlemişliğim de.
bir keresinde semtin elektriği kesilmiş 1.5 saat gelmemişti, kös kös beklemiştik; son ödül olan en iyi film verilirken gelmişti. bir keresinde de naklen yayın grev nedeniyle verilememişti; gecenin 3.00'ünde star mıydı, yoksa ntv mi hatırlamıyorum, telefonla arayıp gerçekten yayınlanmayacağını teyit ettirdikten sonra gidip kös kös yatmıştım tekrar.
bu iki hadise dışında; yıllardır yılda iki kere (diğeri altın küreler) bazen çay + özel olarak akşamdan hazırladığım sandviçler, bazen cips + kuru yemiş, bazen quiche + şarap şeklinde değişen menülerle günü hollywood yıldızlarıyla ağırtıyor, haftaya mahmur gözlerle başlıyorum...

şimdi gidip bu geceki menüyü hazırlamalıyım; ardından da kısa bir uyku...
ama öncesinde işte bu seneki adaylardan gönlümde yatanlar:

en iyi film: the social network
en iyi yönetmen: david fincher (the social network)
en iyi kadın oyuncu: annette benning (the kids are all right)
en iyi erkek oyuncu: javier bardem (biutiful)
en iyi yardımcı kadın oyuncu: jacki weaver (animal kingdom)
en iyi yardımcı erkek oyuncu: christian bale (the fighter)
en iyi özgün senaryo: lisa cholodenko & stuart blumberg (the kids are all right)
en iyi uyarlama senaryo: debra granik & anne rosellini (winter's bone)
en iyi sinematografi: roger deakins (true grit)
en iyi kurgu: angus wall & kirk baxter (the social network)
en iyi müzik: hans zimmer (inception)
en iyi şarkı: alan menken & glenn slater ("i see the light" - tangled)
en iyi sanat yönetimi: alice in wonderland (robert stromberg, karen o'hara)
en iyi kostüm tasarımı: i am love (antonella cannarozzi)
en iyi görüntü efekti: inception (paul franklin, chris corbould, andrew lockley, peter bebb)
en iyi ses miksajı: inception (lora hirschberg, gary a. rizzo, ed novick)
en iyi ses kurgusu: inception (richard king)
en iyi makyaj: the way back (edouard f. henriques, gregory funk, yolanda toussieng)
en iyi yabancı film: biutiful (alejandro gonzález iñárritu)
en iyi animasyon: the illusionist (sylvain chomet)

!f 10, izlenim 6: ah şu almanlar!


“dört aslan”ın (four lions) geveze yönetmeni chris morris alman bir seyirciden bahsetti, müslümanların espri anlayışı olmadığını savundu diye.
“dört defa”nın (le quattro volte) yapımcısı da alman dağıtımcıyla yaptığı görüşmeden bahsetti; almanlar filmin içinde dört bölüm aramışlar, bulamamışlar ve kafaları karışmış diye.

almanlarla sorunu olan birisi değilimdir; hatta özel yabancı lisede birinci dil olarak öğrendiğim lisanlarından nefret etmeme rağmen onlardan hoşlanmamazlık etmem. genellemeler hata da barındırsa; evet, belki biraz fazla “düz”dürler ama onlara güvenebilirsiniz; fransızlar gibi kaypak, ingilizler gibi snob, italyanlar gibi dolandırıcı değillerdir; hayalgüçleri fazla geniş değildir ama “doğru ve mantıklı” düşünürler, belki biraz fazla ama olsun!

yine de; müslümanların espri anlayışı olmadığını söyleyen alman’a katılmıyorum. ama bu demek değil ki chris morris’in, bütün kahramanları salak [!] bir hikayeden çıkardığı komedi filmini beğendim; maalesef ben “dört aslan”dan nefret eden azınlıktanım; yo, hayır, “müslüman” intihar bombacılarıyla dalga geçtiği için değil; almanya’da bir yahudi (dani levy) tarafından hitler parodisi bile çekildikten sonra, her konuda komedi filmi yapılabilir; yeter ki komedi unsuru sadece kahramanların salaklığı üzerine kurulmasın.

derdim; filmin tek zeki kişisinin bizzat yönetmenin/senaristin kendisi olması; geri kalan herkes “moron” düzeyinde: tipik ingiliz burnu büyüklüğü. film öncesinde yönetmenin salonda filmi sunuşunda (soru falan sorulmamışken) ve sonrasındaki soru-cevaplarda lafı gevezelik derecesinde uzatması da, sadece kendine -ve yaptığına- hayran bir yönetmenin varlığını -en azından bana- ispatlıyor.

“dört aslan” intihar bombacıları hakkında herhangi bir karakter veya durum tahlili içermiyor. evet, yönetmen üç yıl boyunca araştırma yapmış, mahkemelere girmiş falan, ama belli ki sadece konu hakkında komik unsurları "toplamak" için. yoksa film herhangi bir sosyal, toplumsal, psikolojik veya dini altyapı barındırmıyor.
örneğin; intihar bombacılığını karısı ve 8-10 yaşındaki oğluyla kahvaltı masasında konuşacak kadar kararlı ve inanmış bir karakter olan ömer ne/nasıl olur da -filmin son 10 dakikasında- birdenbire fikir değiştirerek arkadaşını intihar etmekten vazgeçirmek için iknaya çalışır; hiçbir ipucu yok!!! sırf komik olsun, ya da sırf gerilim yükselsin diye eklenmiş bir durum.


filminizi sadece “komik” olsun diye çektiyseniz, ama bir yandan da potansiyel batılı [“ingiliz”] seyirciyi donduracak bomba sahneleriyle ikiyüzlü bir şekilde “bakın bu aptallar neler yapıyorlar, sivilleri de yanlarında götürüyorlar” diyorsanız, ben almıyim; yeterince beğeneni var zaten!
evet, birkaç sahnede katılırcasına güldüğümü saklamayacağım ama doğrusu; sadece salaklık üzerinden komik durumlar çıkararak komedi yapmak bana yeterince zeki gelmiyor!



!f’te sondan bir önceki filmim; “keşif”in yarışmacılarından italyan-alman-isviçre ortak yapımı “dört defa” kolay kolay denk gelinemeyecek bir filmdi.

tam emin değilim ama sanırım çekimleri bir yıl sürmüş olmalı; masa başında kurgusu ise 10 ay almış.
robert de niro yerine bir çoban köpeğinin, keçilerin ve bir köknar ağacının başrolde olduğu, insanların ve salyangozların yardımcı rollerde gözüktüğü istisnai bir film “dört defa”.
sadece görüntüler ve mevsimler eşliğinde, pisagor’dan esinle, insanın mineralden bitkiye hayvandan akıllı varlığa dört çehresine tanık ediyor seyircisini. bir nevi meditasyon gibi; konsantre olabildiyseniz hiç bitmesini istemeyebilirsiniz, içine giremediysenizse sıkılır çıkarsınız.
michelangelo frammartino altından çok zor kalkılabilecek bir işi başarıyor; sizi doğanın döngüsüne, varlıkların dönüşümüne ortak ediyor. bir yerlerde rastlarsınız kaçırmayın…

[bu yazıyı dün akşam yazmıştım, biraz önce öğrendim: "dört defa" !f'in yarışmalı keşif bölümünün en iyi filmi seçilmiş. jüri çok isabetli bir karar vermiş. yönetmenine tebrikler.]

25 Şubat 2011 Cuma

!f 10, izlenim 5


!f’te sinema tarihinde çekilmiş ilk grönland filmi “nuummioq” ile çek usta jan svankmajer’in jübile filmi “hayatta kalmak” (prezit svuj zivot) yanyana.

formundan ve yaratıcılığından hiçbir şey kaybetmeyen, finansal desteği ise gittikçe zor bulan usta svankmajer filmin başında bizzat görünüp, "zor para bulduk, bu yüzden gerçek oyuncu oynatmadık, oyuncu fotoğrafları kullandık, bu sayede yemek giderlerinden de tasarruf ettik" diyor. filmin en "komik" 2.5 dakikası bu açılış sekansı [svankmajer dakika tuttu, oradan biliyorum bu kadar kesin]. bir de; duvara asılı freud ve jung portrelerinin kavgası. bir de herhalde psikanalistler bu filmden çok hoşlanmış olmalılar.

...

2009 yapımı “nuummioq”in 30’lu yaşlarını süren genç yönetmenleri torben bech ile otto rosing “biz grönland sinemasının yaşlı kuşağı sayılırız; arkamızda 20-25’li gençler geliyor ve şimdiden üç film çektiler” diyorlar.
nuummioq” ne bir ülke için ne de iki yönetmeni için bir ilk film gibi; ağırbaşlı, olgun ve karanlık. gerek konu itibariyle, gerekse de görüntüler açısından.
konu: birdenbire tedavisi olmayan bir hastalığa yakalandığını ve kalan zamanının belirsiz olduğunu öğrenen malik’in hikayesi. filmdeki tek “ölüm” hikayesi malik’inki değil; malik’in anne-babası genç yaşta, sebebi belirsiz bir kazada ölmüşler, onların kaybı ailenin üzerinde hala bir yük olarak taşınıyor. ayrıca film ilerlerken araya giren bir karakter de sürpriz bir şekilde ölüyor.
görüntüler ise: çoğunlukla alacakaranlıkta çekilmiş, çoğu sahnede yüzler bile zar zor seçiliyor.

!f’te seyrettiğim birkaç yeni kuşak avrupalı sinemacının oldukça başarılı oldukları bir konu var: bir hikayeyi dramatize etmeden, süsleyip püslemeden, hayatın içindeki doğallığıyla, sanki komşunuzun başından geçiyormuşcasına sizin kılarak ve biçimsel denemelere girişmeden aktarmak.
herhalde peter greenaway pek bir öfkelidir; ken loach’lar, mike leigh’ler, dardenne kardeşler, bruno dumont’lar çoğaldı diye. bense pek memnunum.
torben bech ile otto rosing’in, 55.000 nüfuslu grönland’ın 4000 nüfuslu başkenti nuuk’ta geçen “nuummoiq” (new yorker veya istanbullu der gibi “nuuklu”anlamına gelen) filmini tavsiye ederim.



!f’in yarışmalı bölümü “keşif”teki diğer bir film, grönland’ın bağımsızlaşmaya çalıştığı danimarka’dan ve o da iki yönetmenliydi: michael noer ile tobias lindholm’un “r”si.

r”nin ne anlama geldiğini aynı zamanda filmin hapishane hayatına dair danışmanı olan konuk oyuncusu (sanırım adı: roland møller) açıkladı; başkahraman rune’nin “r”si, onun en yakın arkadaşı rashid’in “r”si ve danca’da adalet’in başharfi. ayrıca; hapishaneye her girene verilen anonim numaralara gönderme yapıyor.

r” hikayenin ilerleyişi ve anlatımın sadeliği açısından geçen senenin kült filmi “peygamber”i (un prophéte) andırıyor. ama ondan çok büyük bir farkı var: “peygamber” bir mit yaratıyordu; sinematografisinin basitliğine, kamera ve biçim hokkabazlıklarından uzak durmasına rağmen film gittikçe gerilimi artan dramatik kurgusuyla bir kahramanın yükselişine tanık ediyordu bizleri. “peygamber”in son sahnesi -adeta- huşuya vardırıyordu seyirciyi; daha amiyane bir tabirle “vay be” dedirtiyordu. “r” ise sadece tanık ediyor; sanki gerçek bir hapishaneye kameralar gizlenmiş ve seyrettiğiniz her şey “gerçek”. filmde çalışan 75 kişinin ya bir hapishane geçmişi varmış ya da gardiyan olarak çalışmış; yukarıda bahsettiğim danışman 4.5 yıl hapis yatmış ve hapishanelerle ilgili bir kitap yazmışmış. filmin çekildiği bina ise üç yıl önce kapatılan gerçek bir cezaeviymiş. ancak "gerçeklik"ten daha öte bir özelliği vardı filmin; yoksa hollywood filmlerinde de eminim işinin ehli danışmanlar çalışıyordur, bazıları gerçek hapishanelerde çekiliyordu da. sanırım "r"nin farkı, seyircinin rune'ye sempati duymasına engel olmasıydı; filmi rune'nin hikayesi olarak seyretmedik, kötü bir hapishanede geçen bir hikaye olarak seyrettik. filmin danışman oyuncusu çok güzel bir laf etti gösterimden önce: “ne kahraman olsun, ne klişeler olsun, ne de hapishane hayatı temize çıkarılsın istedik”. seyretmeden oturtamadığınız bu lafın ne kadar yerinde söylendiğini ve başarıl ıbir şekilde tatbik edildiğini film bittiğinde anlıyorsunuz.



bu sene seyrettiğim filmlerde ilginç bir şekilde erkek baş kahramanların anne-babaları ortalarda yoklar; ya görünmüyorlar ya da ölmüşler; ıraklı ahmed anneannesiyle birlikte yollara düşmüş babasını arıyordu, uzun yıllardır ortada gözükmeyen yeni zelandalı alamein babası bir gün çıkageliyordu ama o da temelde anneannesiyle yaşayan bir karakterdi, grönlandlı malik de anne-babasını küçük yaşta kaybetmiş anneanne-dedesiyle beraberdi, ve danimarkalı rune’un hapishanede başı sıkıştığında telefonla ulaştığı tek insan anneannesiydi.

bu rastlantıyı bu kadar iddialı bir genellemeye dönüştürmek ne kadar doğru olur bilmiyorum ama sanki filmlerdeki başkahramanların "ebeveynsiz durumları" dünyanın neresinde olursa olsun toplumların güvenini kaybeden devletlerin varlığına [devlet ana’nın yokluğuna ve devlet baba’nın iktidarsızlığına] işaret ediyor belki de...

tartışmasız en "büyüğü" cannes!

(cannes 2010 afişi)

lars von trier, terence malick, pedro almodovar, david cronenberg, gus van sant, nanni moretti, walter salles, aki kaurismaki, dardenne kardeşler, steve mcqueen, andrea arnold.
sadece bunlar bile yeter ki, herhalde bir bu kadar daha yönetmen eklenecek listeye.

iki yıl öncesinin müthiş etkileyici "açlık"ının (hunger) yönetmeni steve mcquenn "shame" ile; "red road" ve "fish tank" ile meraklısını çarpmış andrea arnold, şaşırtıcı olacağına şimdiden emin olduğum, eğer olmazsa da hayal kırıklığına uğrayacağım bir "uğultulu tepeler" adaptasyonuyla; terence malick aslında geçen senenin cannes'ına tarihlenmiş sean penn'li "the tree of life" ile; lars von trier maalesef yine charlotte gainbourg'u başrolde oynattığı, kiefer sutherland ve "çocuk vampir" olarak oldukça ürktüğüm kadar sevdiğim kirsten dunst'lı, adı müthiş vaatkar "melancholia" ile; muhteşem viggo mortensen biri walter salles'ın jack kerouac uyarlaması "on the road", diğeri son yıllarda her çektiği film birbirinden etkileyici olan david cronenberg'in "a dangerous method"unda sigmund freud rolünde; gus van sant hasta bir genç kız, cenaze bağımlısı bir delikanlı ve 2. dünya savaşından kalma ölü bir kamikazenin ilişkisini anlattığı "restless" ile; pedro almodovar, yıllar sonra tekrar antonio banderas'ı başrolde oynattığı yeni bir girift intikam filmi "la piel que habito" ile; nanni moretti, kendisinin papa'nın terapistini oynadığı, ayrıca kieslowski'nin fetiş oyuncularından polonyalı jerzy stuhr ve michel piccoli'ninde rol aldıkları "habemus papam" ile; aki kiarusmaki "le havre" ile; belçikalı yeni gerçekçi dardenne'ler "set me free" ile...

24 Şubat 2011 Perşembe

luz istanbul'daydı...


luz casal’ın hafiften arızalı, hüzün dolu ve derinden gelen sesini ilk duyduğumdan bu yana yaklaşık 20 yıl geçmiş. pedro almodovar’ın “yüksek topuklar” (tacones lejanos) filmini osmanbey’deki site sinemasının kocaman salonunda seyretmiştim; filmin enfes şarkılı sahnelerinde çalarken yüreğe işleyen “un ano de amor” ve “piensa en mi”yi meğer luz casal söylüyormuş; sonradan, 1997’de bir madrid yolculuğunda almodovar filmlerinin müziklerinden oluşan albümü satın aldığımda öğrenmiştim adını. demek 14 yıldır luz casal adı, sanı ve sesiyle hayatımda; mutlu, neşeli anlarıma, ama özellikle hüzünlü zamanlarıma eşlik etmiş sesiyle. ve bunca yıldır umutsuzca beklemiştim şehrime gelsin, konser versin. dün akşam muradıma erdim.
aya irini’de çok alakasız insanlar da vardı, alkışlarından ve şarkılara vücutlarıyla eşlik etmelerinden benim gibi luz casal hayranı oldukları belli olanlar da. imzaya kalan üç türkten biriydim, tek erkektim; diğerleri ispanya konsolosluğunun çalışanları ve hanımlar. luz casal üzerini değiştirip kulisten yanımıza geldiğinde göz alıcı güzellikteydi; koyu turkuaz-nil yeşili bir döpiyes giymiş, aynı kumaştan eşarp ve şapkayla başını örtmüştü. hayatımda aldığım en güzel, en zarif imzalardan birini attı “la pasion” albümünün fotoğraflarından birine.
yaklaşık yarım saat önce o fotoğraftaki siyah kıyafetiyle söylemişti “lo eres todo”yu bis olarak; ardından üç şarkı daha. eğer o söylemeseydi, hayatımda bir ilki gerçekleştirip en yüksek sesimle bağıracak, ben talep edecektim o insanın içine işleyen şarkıyı; neyse ki gerek kalmadı. sadece piyano eşliğinde söyledi “çok güzel bir aşk şarkısıdır” diyerek sunduğu “lo eres todo”yu; uzun alkışlar sonunda sahneye geri geldiğinde, konser boyunca giydiği beyaz, uzun etekli, derin dekolteli, sırtı ve kolları bütünüyle açık kıyafeti değiştirmiş; yakası dalga gibi gelen, etek boyu kısa siyah elbiseyi giymişti. salondan tık çıkmıyordu, herkes büyülenmiş gibiydi; bense kısık sesle eşlik ediyordum yarımyamalak ispanyolcamla ezbere bildiğim sözlere.


Fotoğrafına her baktığımda
Daha önce görmediğim
Yeni bir tarafını fark ediyorum
Y me hace sentir, lo que nunca crei.

Siempre te he mirado indiferente,
Eras tan solo un amigo,

Ve senin her şeyim olduğunu, benim için her şey olduğunu tekrar ederim
Başlagıcım ve bitişimsin.
Mi norte y fikrimsin, özrümsün,
Mi acieto y açlığımsın, mi equivocaiton,
Ölümüm ve yeniden doğuşumsun,
Eres mi aliento y mi agonia,
Gecem ve gündüzümsün.

Bana neşeni ver, tu buen humor,
Bana melankolini ver,
Tu pena y dolor,
Bana kokunu ver, bana tadını ver,
Dame tu mundo interior,
Dame tu sonrisa y tu calor,
Bana ölümünü ve yaşamını ver,
Tu frio y tu ardor,
Bana sakinliğini ver, bana öfkeni ver,
Dame tu oculto rencor.

Mi norte y
fikrimsin, özrümsün,
Mi acieto y açlığımsın, mi equivocaiton,
Ölümüm ve yeniden doğuşumsun,
Eres mi aliento y mi agonia,
Gecem ve gündüzümsün.
Te lo pido por favor
Que me des tu compania,
Gecem ve gündüzümsün.
Sen her şeyimsin.


12 müzisyen vardı sahnede. “la pasion”un bakır üflemelilerle ve yaylı çalgılarla zenginleştirilmiş latin ritimli şarkılarında bütün orkestra sahnedeydi. “sencilla alegria”dan söylediği şarkılara ise sadece gitaristler, bas, piyano ve perküsyonculardan biri eşlik etti. “piensa en mi”yi gitar ve bas eşliğinde, “lo eres todo”yu sadece piyano eşliğinde yorumladı. “un ano de amor”u söylerken omuzlarına mavi bir pelüş aldı. konserin son iki şarkısı eski yıllarından hızlı pop şarkılarıydı; bütün salon çoştu; hiç bırakmak istemedim/k.
luz casal kırılgan, insancıl, alçakgönüllü ve içtendi; bizlerle olmaktan heyecan ve keyif duyduğu belli oluyordu. yerlere kadar eğilerek verdiği selamlarla, her an her şekilde bizlerle iletişim kurma çabasıyla gönlümü(zü) kazandı. bir sonraki sefere daha fazla türkçe öğreneceğim diye söz vererek ayrıldı sahneden. bir buçuk saatlik konserin tadı damağımda kaldı; şimdiden özledim ve gözüm şimdiden luz'un sözünü verdiği bir sonraki seferde; umarım arayı uzun tutmaz.

23 Şubat 2011 Çarşamba

!f 10, izlenim 4: nihayet vasat bir film


saçı gibi "stil" filmiyle geçen sene büyük ses getiren genç kanadalı xavier dolan'ın yeni filmi daha bir sene dolmadan istanbul'da gösteriliyor; bu sefer !f'te.

bol ödüllü ilk filmi "annemi" öldürdüm" gerek sorunlu ana-oğul ilişkisine getirdiği samimi ve sıradışı bakışıyla gerekse de fütursuz biçim denemeleriyle, benim de beğenimi kazanmıştı. ikinci filmi "hayali aşklar"ı (les amours imaginaires) ise ne 50'ler retrosu kurtarabiliyor, ne fovizm esintili renk sklası ne de yavaş çekimler. zira içeriği pamuk ipliği tutuyor; ne özgün ne de yeni bir bakış açısı sunuyor.

xavier dolan bir röportajda, ilk filmin yarattığı başarının stresini atmanın en kolay yolunun zaman kaybetmeden ikinci filmi çekmek olduğunu söylüyor; biraz aceleci davranmış gibi geldi bana.

22 Şubat 2011 Salı

!f 10, izlenim 3: "ahlaksız" nasihatler



öyle bir sahne topluluğu düşünün ki, josephin baker 70’lerde paris sahnelerine dönüş yaptığında “öldüğümde, benim yerime bu tiyatroya dzi croquettes’i çıkarın” diyerek onları adres gösteriyor. ve kaderin cilvesi bakın ki; baker, şovunun birinci haftasında kalp krizi geçirip sahnede vefat ediyor ve tiyatronun sahibi baker'in vasiyetini yerine getirip dzi croquettes'i sahneye çıkartıyor.

“geyler ölmez, pırıltıya dönüşürler”, “aşk herkesi fetheder”, “ne erkek ne kadın. insan!”

!f’te gösterilen aynı adlı belgesel filme konu olan “dzi croquettes” adlı kadın kılığında sahneye çıkan erkek sanatçılardan kurulu kabare topluluğunun sloganları saymakla bitmeyecek kadar çok ve etkileyici. özgür ve fütursuzlar!
70’lerin başında brezilya’da başlayıp, dikta rejimi tarafından yasaklanınca Portekiz üzerinden fransa’ya göç eden topluluğun serüvenini anlatıyor film. günümüz brezilyası’nın oyuncusuyla, yapımcısıyla, yönetmeniyle, şarkıcısıyla, kostümcüsüyle en önemli sahne ve müzik insanları anlatıyorlar dzi croquettes'in hikayesini; hepsi aynı heyecanla, aynı hayranlıkla, aynı duygusallıkla, aynı inanmışlıkla; belli ki “dzi croquettes” cinsellik ve hayat konusunda olduğu kadar yaratıcılık konusunda da avangarde, devrimci, özgürlükçü yaklaşımıyla bir dönemin brezilya sahne sanatlarına damgasını vurmuş. ve hatta dünya sahne sanatlarına bile dense iddia olmaz.

her zamanki çoşkulu haliyle liza minelli de anlatıyor dzi croquettes ilgili anılarını; zira paris’e sığındıklarında sanat çevresinden bütün tanıdıklarını toplayıp “dzi croquettes”in şovunu seyrettirerek onları ünlü yapan liza minelli.
rivayet o ki, maurice bejart daha brezilya’dalarken defalarca en ön sıradan izlemiş onları. yalan değildir; belgeseldeki sahne şovu görüntülerinde koreografiler o kadar benzersiz ve topluluğun bütün üyelerinin dans teknikleri o kadar yüksek ki, büyülenmemek imkansız. zaten topluluğun “baba”sı (koreografik beyni) brezilya’dan önce broadway’i kasıp kavurmuş new york doğumlu bir sanatçı: lenni dale.

zamanında bir aile gibi bir arada, aynı evde yaşayan 13 erkekten kurulu topluluktan günümüzde yaşayan beşi de hala için için yanan heyecanlarıyla aktarıyorlar o günleri. “bir aile gibi” tabiri yaşantılarını anlatmak için kullanılan bir alegori değil, gerçekten bir aile gibiymişler; toplulukta hepsinin bir aile ferdi pozisyonu varmış; anne “wagner”, baba “lennie”, kızlar, kuzenler, teyzeler… tabii, tahmin edilmesi güç değil; ensest bir aile. kendileri de saklamıyorlar zaten; zira hayat felsefeleri bunun üzerine kurulu: tabuları yıkmak ve özgürleşmek!

benzersiz dzi croquettes’i perdeye taşıyan yönetmen tatiana issa, yetmişlerin sonunda topluluğun teknik ekibinde çalışan bir elemanın o zamanlar yedi yaşında olan kızıymış. 2009 yapımı belgesel iki yıl zarfında dünya üzerinde sayısız ödül almış; geç de olsa, iyi ki bize de uğradı. bu insancıl ve eğlenceli belgeselle bizleri buluşturdukları için !f’çilere yürek dolusu teşekkürler…



“ne kadın ne erkek, insan!” diyen bir filmle hiçbir şey yarışamaz diye düşünürken, hemen sonraki “biyolojik şartlanmalarını terk et” demez mi! böyle asi, sıra dışı ve “gayriahlaki” sloganları olan iki filmi arka arkaya seyretmek ancak planlayarak olur, ama ben planlamış da değildim; “üç”e (drei) konusunu okumadan, sırf tom tykwer’in son filmi olduğu için bilet almıştım.

hoş, çözümü üçlü ilişkide gören veya üçlü ilişkiyi konu edinen filmler yapılmadı değil daha önce; tom tkywer’inkinin farkı, kahramanlarının [almanların sevdiği tabirle “protagonistlerinin”] 40 yaş üzeri ve çocuklu olmaları.
“üç” enfes bir çağdaş dans sekansı ile açılıyor; zaten koreografi her şeyi anlatıyor. gerisi ise tkywer’in ustalığı. iyi ki eski huylarından da vazgeçmemiş; biçimsel denemeler filme tazelik katıyorlar.

“üç”ün altyazısı üzerinde, ancak kırpılmadan vizyona girebilir mi emin değilim. aslında ülkemdeki çoğunluğun kafa yapısına kalsa, filmi toptan sansürlemeleri gerekir, zira anafikri “sakıncalı”.

belki “winterschlaefer” (kış uykusundakiler) kadar hipnotik, “koş lola koş” kadar dinamik, “heaven” (cennet) kadar ulvi değil ama tykwer’in eski formunu kazandığını muştulaması açısından kaydadeğer bir film “üç”.
kaçırmamalı.

21 Şubat 2011 Pazartesi

!f 10, izlenimler 2


pek bilinmeyen, ender ve ırsi bir hastalıktan muzdarip abi-kardeş. hikaye akıllı ama hafiften asi küçük kardeşe odaklanıyor; tom öyle seyircide ilk bakışta sempati ve şefkat duyguları uyandıracak bir başkahraman değil üstelik.
filmin neredeyse yüzde 90’ı iç mekanlarda, özellikle de hastanenin dar ve yapay aydınlatmalı koridorlarında, klostrofobik karantina odalarında, bir sürü tıbbi alet edevat dolu mekanlarında geçiyor. kamera ender olarak dışarı çıktığında ise güneşten eser yok; etraf aydınlık ama gökyüzü sadece açık gri bulutlarla kaplı.

böyle yazınca, film kağıt üzerinde kasvetli ve katlanılmaz duruyor, di mi; ama değil! daha ilk uzun metrajlısını çeken belçikalı hans von nuffel “oksijen” (adem)’de [emin değilim ama sanırım “adem” flemenkçe nefes anlamına geliyor ve bu ad filme daha çok yakışıyor] ilkgençliğini yaşayan başkahraman tom’un hayatıyla, hastalığıyla ve anne-babasından önce öleceğini biliyor olmasıyla başa çıkmaya çalışmasına ortak ediyor seyirciyi; tom’un derdi sizin derdiniz, tom’un aşkı sizin aşkınız, tom’un kankası sizin kankanız oluyor.

“oksijen” sakin ve sağlam adımlarla ilerleyen; kaçınılmaz yakınlıktaki ölüme her an hayatlarının içinde daha da yaklaştıklarını fark ederek yaşamak zorunda kalan insanların psikolojisine dair inceliklerle örülü etkileyici bir film. duygu sömürüsü yapmadan seyircisini duygusal anlamda oldukça zorlayan, maalesef sonuyla da seyircisine rahat bir soluk aldırmayan bir film “oksijen”.
salı, perşembe ve cuma istanbul’un farklı semtlerindeki if sinemalarında tekrarları var; samimiyetle tavsiye ederim.


kadın yönetmen debra granik’in “gerçeğin parçaları” (winter’s bone) sürpriz bir şekilde bu seneki oscar’lara en iyi film kategorisinde dahil oldu; malum ,bu kategoriye aday sayısını 10 çıkartmıştı akademi 1-2 yıl önce.

“gerçeğin parçaları” geçen senenin “frozen river”ıyla aynı sularda gezinen; polisiye bir hikaye üzerinden öteki amerika’yı; yoksul, gri, harap, bitap ve sefil amerika’yı anlatan bir film.
debra granik, amerika’nın kurulduğu ilk yıllarda “küçük ev”le simgeleşen masum, iyi niyetli ve dürüdt vatandaşlık, aile bağları, mutlu ve sağlıklı aile yuvası gibi kavramların günümüz amerika’sında “küçük ev”in geçtiği coğrafyaya benzer bir coğrafyada neye dönüştüğünü çarpıcı görüntülerle ortaya seriyor. bir tek; keşke tipik amerikan tarzı “mutlu son”u tercih etmemiş olsaymış.
yine de “gerçeğin parçaları” bir nevi henry fonda’lı “gazap üzümleri”nin 2010 versiyonu. altyazısı filmin üzerindeydi; demek ki izlemek için acele etmeye gerek yok, vizyon sırasını beklemek yeterli.

20 Şubat 2011 Pazar

korku tüneli / philip ridley / sami berat marçalı


bütün bir 20. yüzyıl batı uygarlığının kabusunuza dönüştüğünü düşünün!
bütün bir 20. yüzyıl batı uygarlığının sizi öksüz bıraktığını; hadım ettiğini; büyümenizi, gelişmenizi, olgunlaşmanızı engellediğini düşünün… sizi gerçek hayattan, hayatın gerçeklerinden koparıp; yapay, “kurgu” hayallere, “hayali” korkulara, kabuslara hapsettiğini… masumiyetinizi elinizden aldığını…
tek avuntunuzun, tek kaçış noktanızın, size şefkati hatırlatan, sizi rahatlatan yegane şeyin ya çikolata ya da uyku hapları olduğunu düşünün bir de!
sakın "korkmayın", sizi yalnız da bırakmayacaklar; kırmızı pullu ceketleriyle şov dünyasının aranan ikilisi “güzel” cosmo disney ile “çirkin” pitchfork cavalier size bu kabusta eşlik edecekler...

...

günümüzün sorunlu insanını deşen dehşetengiz oyunların yazarı philip ridley’in, aynı zamanda çok satan çocuk kitapları yazarı olması hiç garip değil!
yetişkinliğimizi çerçeveleyen, hapseden her şeyin kökeni çocukluğumuzda, çocukluk anılarımızda; korkularımızda, mutluluklarımızda, anne-babamızla ilişkimizde…

“kainatın en hızlı saati”nin courgan’ı 30’una geldiği halde nasıl hala 19. yaşgününü kutluyorsa, “korku tüneli”nin stray ikizleri de en son 10 yıl önce 18. yaşgünlerini kutlamışlar.
büyümemeyi seçen onlar mı, yoksa etraflarını [“etrafımızı”] kuşatan ve her saniye korku pompalayan 20. yüzyıl batı uygarlığının enstrümanları mı engelliyor olgunlaşmalarını; kendi ayaklarının üzerinde, akıl sağlıkları yerinde, bilinçli ve sorgulayan bireyler olarak var olmalarını…

...

ikinci kat'ta bu sefer "ara mekan"a alınmadan, direkt bir labirente sokulup, oradan geçerek varıyoruz oyun mekanına. ilk anda, en basit çağrışımla oyunun adına gönderme yapıyor bu fiziki “korku tüneli”.
oyun bittiğinde ise; baştaki o korku tünelinden geçme sekansımızın sırf atmosfer yaratma veya hoşluk olsun niyetiyle yapılmamış olduğunu fark ediyoruz. çünkü aynı yoldan geçerek ayrılmıyoruz mekandan; diğer taraftan, normal bir kapıdan çıkıyoruz.

belki başta o labirentten geçerken, stray kardeşlerin -belki presley’in, belki de oyunun başında ve oyun sürecinde uzun bir süre uyuyan haley’in- beyin kıvrımlarında dolaştırıldık.
belki “oyun diye” seyrettiğimiz her şey, stray kardeşlerin hayallerindeki bir mekanda “canlandı”; bir rüyaydı.

öncesi şüpheli de olsa, oyunda cosmo disney’in ortaya çıkmasından sonraki bölümün rüya/kabus olduğu kesin gibi.
presley’in cosmo'ya anlattığı “en içerdeki/derindeki” rüyada geçen "pichtfork disney" isminin, -adı oyunda “rüya” olarak konmadan, seyircinin “gerçekmiş gibi” seyrettiği- “üst rüya”nın içinde gösteri dünyasından çıkıp gelmiş iki karakterin, biri kusursuz ve güzel cosmo disney ile diğeri kusurlu ve çirkin pitchfork cavalier’in isimlerinden türemiş olması herhalde en bariz ipucu.
mizansen olarak oyuncuların mekanı ve mekandaki eşyaları kullanımı da oyunun rüyamsı atmosferini kuvvetlendiriyor; özellikle masanın, sandalyelerin ve koltuğun kullanımı (presley ve cosmo'nun kolçaklara tünemeleri, ikizlerin masanın üzerinde birbirlerine kenetlenmeleri,...), mekanda ve eşyaların üzerindeki hareket düzeni (sandalyeleri hızla çevirip üzerine oturmalar, cosmo’nun sandalyeden her defasında zıplayarak yere atlaması,…)



0.2’nin 13 mart 2010’dan beri sahnelediği “korku tüneli” aralık sonunda programdan kalkmıştı. seyredemediğime üzülmüştüm. hele de bir dostumun oyunla ilgili anısı iyice hayıflandırmıştı beni. çünkü her ne kadar dostum için sancılı bir anı olsa da, benim açımdan oyun adına vaatkar sonuçlar çıkarmama neden olmuştu.

dostum şöyle aktarmıştı yaşadıklarını:
korku tünelinden geçtikten sonra salondaki sıkışık sandalyelere herkes yerleşmiş, hızla gelip kapıdaki bütün kilitleri sert hareketlerle kapatan oyuncunun seyircilerle birlikte herkesi odaya kitlemesiyle, arkadaşımın uzun zamandır uyuyan -ve belli ki pusuda bekleyen- kapalı kalma korkusu tetiklenmiş, oyun başlamış olmasına rağmen arkadaşım çıkmak için ayağa kalkmış, acil çıkış gibi bir kapı aramış, bulamamış, öylece ayakta kalakalınca, kapıyı kitleyen oyuncu yerinden kalkıp kilitleri açarak arkadaşımı serbest bırakmış.
“istiklal'e çıktığımda derin bir nefes aldım” diyerek bitirmişti arkadaşım, başından geçenleri anlatmayı.

üzülmüştüm üzülmesine ancak seyircileri oyun mekanına kilitleyerek daha ilk saniyeden “atmosfer” yaratmada onikiden vuran bu rejiyi kaçırdığıma daha fazla üzülmüştüm.
0.2 ekibi 17 şubat'ta sürpriz bir ek gösterim yaptı; tesadüfen haberim oldu. iyi ki de olmuş; çünkü "korku tüneli" 0.2'nin şimdiye kadar seyrettiğim en etkileyici yapımıydı.

oyun öncesi bekleme mekanını ("ara mekanı") korku tüneline dönüştürmelerinin yanısıra; 0.2 ekibi o küçük, dar ve çok da elverişli olmayan salonu -nasıl her yeni oyunlarında tekrar tanımlıyorlarsa- bu sefer de yine; giriş-çıkışlarını tekrar düzenleyerek ve hatta zemini bile bu oyun için özel olarak tekrar döşeyerek daha ilk dakikadan, tünelden geçip de sandalyelerimize oturduğumuzda bizleri etkilemeyi ve ortamın "gerçekliğine" sokmayı başarıyorlar. (dekor tasarım: meltem tolan)

"korku tüneli" (pitchfork disney) philip ridley'in ilk oyunu.
bazı ilk filmlerin mükemmel olması gibi, bu oyun da içerik, dramatik yapı, diyaloglar açısından mükemmele yakın.
ridley’in metni az az bir sürü çağrışım, esinlenme, eleştiri barındıryor; haley’in kilisede yedi köpekle ve daha sonra papazla mücadelesi, presley'in yılanı din’e, çikolatadan adam hayali ve emziği cinsellik’e, cosmo ve pitchfork cavalier’in marifetlerini sunuş şekilleri eğlence dünyası’na göndermelerle yüklü. atom bombası, uzay programı, nükleer savaş ve sonrası, king-kong, disney filmleri daha direkt yerleştirilmişler metne.
philip ridley yaklaşık 100 dakikalık bir oyunla, 20. yüzyılda kültür ve siyaset ile dünyanın nasıl bir korku imparatorluğuna dönüştürüldüğünün resmini çiziyor.

çeviri ve dramaturji için özlem karadağ'ı -bir kere daha- kutlamak lazım.
iyi metin ve iyi çeviri yetmiyor. ve sadece iyi reji de bir oyunu kurtarmıyor. iyi oyunculara da ihtiyacınız var.



her seferinde seyirciyle dipdibe, seyircinin dibinde olarak oyunculuk anlamında tam bir meydan okuma gerçekleştiren 0.2'nin bu seferki oyuncu ekibi de mükemmele yakın performanslar çıkarıyorlar: murat mahmutyazıcıoğlu (presley), banu çiçek barutçugil (haley), ushan çakır (cosmo) ve 0.2’nin yaratıcılarından eyüp emre uçaray (pitchfork).
herkes çok iyi, murat mahmutyazıcıoğlu bir adım önde; oyunu taşıyan kahramanı hiç düşürmeden canladırması bir yana, yaklaşık 10 dakika kadar süren bir rüya anlatma monologu var ki, övmek için kelimeler yetersiz kalıyor!

0.2 ekip olarak çalışan bir tiyatro topluluğu, beyinleri de sami berat marçalı ve eyüp emre uçaray. "korku tüneli"ne dair bütün yukarıda yazdıklarımı olanaklı kılmakta eminim ekip olarak herkesin rolü var, ancak bu sefer reji koltuğuna oturan kişiyi ayrıca öne çıkartarak, sanırım diğerlerine haksızlık etmiş olmam: sami berat marçalı.

...

"korku tüneli", nasıl daha ilk dakikasından dayanamayıp çıkan dostumun seyretmediği halde kişisel tarihinin "unutulmazlarına" yazıldıysa, benim de "unutulmazlarıma" kazındı...

19 Şubat 2011 Cumartesi

!f 10. yılına kıvamında başladı...


iki gündür !f'te ne seyrettiysem boş yok! hepsi birbirinden iyi, bazısı çok çok iyi 5 film.
daha festivalin başındayız, bu filmlerin bazıları için hala şans var, zamanı olanlara tavsiye ederim. takvime bir göz atmak lazım.




önce "babil'in oğlu" (son of babylon) ve "delikanlı"dan (boy) bahsetmeliyim. sundance'in paketinden çıkma iki film; ilki ırak, ikincisi yeni zelanda yapımı.
dünyanın iki ucundan birer büyüme hikayesi; ikisinde de babalarını arayan 10-12 yaşlarında erkek çocukları. koşulları, ortamları bambaşka ama hikayeleri aynı. son noktada ikisi de büyüyorlar; hayatın gerçekleriyle tanışıyorlar, babalarıyla yüzleşiyorlar.
ikisinin de anneleri ortalarda yok (birininki ölmüş), ikisi de anneanneleriyle yaşıyorlar; ikisi de babasını arıyor; 1991'den beri kayıp olan ahmed'in babasının,hayatta zannedilirken öldürüldüğü ortaya çıkıyor, bu sefer ölüsü aranıyor. yeni zelandalı alamein'ki ise uzun zamandır ortalarda yokken bir anda çıka geliyor.
ahmed vücudu olmayan ve cesedi bulunamayan ölü bir babayla, “ölüm”le başa çıkarak yüzleşiyor yetişkinlerin dünyasıyla. alamein hayatta olan ama hayalinde canlandırdığından çok farklı bir babayla, “hayat”la başa çıkarak katılıyor yetişkinlerin dünyasına.
başka paralellikleri de var iki kahramanın: ikisi de yaşadıkları coğrafyaların yerlileri ama ait oldukları ülkelerin ötekileştirilmişleri; ahmed ırak’ta bir kürt, alamein yeni zelanda’da bir maori.

mohamed al-daradji "babil'in oğlu"nda tam da mezopotamya topraklarına yaraşır koyulukta hüzünlü, dertli ve gözyaşı dolu bir yol hikayesi anlatıyor. ortadoğu'da neler yaşandığına dair içerden bir bakış. [acaba "hurtlocker"ın "kadın" yönetmeni kathryn bigelow sundance'de bu filmi seyretmiş midir!]
taika waititi ise "delikanlı"da, kolaylıkla dramaya çevrilebilecek bir hikayeyi hafif, neşeli, komik bir tonda, çocuk dünyasının hayalgücüyle ve animasyonlarla besleyerek perdeye taşıyor. özellikle çocuk oyuncular -hele de alamein'in 7 yaşındaki kardeşi rocky- mükemmel.


iki sene önce panos koutras "strella" ile gey sinemasına sıradışı bir hikaye hediye etmişti. bu sene yine yunanistan'dan sıradışı bir gey filmi var if'te: vardis marinakis'in yönettiği "kara çayır" (mavro livadi).
hikayenin eşcinsellik kısmı sıradışı ve ilginç ama hikayeyi daha da ilginç yapan geçtiği tarih: 1650'lerde osmanlı imparatorluğu.
filmin ilk yarısı gece mavisinin koyuluğuyla yıkanmış görüntülerle, sarp bir kayalığa tünemiş bir kale-manastır'da geçiyor; kara çarşaflı rahibelerin gece mavisi taş duvarlar üzerinde bıraktıkları siyah lekeler, her an gri bulutlarla kaplı gökyüzünün fonunu oluşturduğu manzaralar mükemmele yakın.
ikinci yarı ise, bu sefer tam zıt bir atmosferde, balta girmemiş bir ormanda, güneş ışıklarıyla parlayan yeşilin binbir tonunun doğallığında geçiyor.

bir gün dağların tepesindeki rahibeler manastırına bir yeniçeri sığınır diyerek başlayan hikaye, film ilerledikçe sıradışı ama kendi içinde tutarlı virajlar alıyor. senaryoyu da yazan vardis marinakis'in bu ilk uzun metrajlı filmi dingin, pastoral ve oldukça etkileyici.
son olarak; filmde, benim "hırsız-polis"ten aşina olduğum, sanırım şimdilerde "hanımın çiftliği"nde berberi oynayan hakan boyav'ın küçük bir rolü olduğunu belirtiyim.


ve iki günlük hasatın en şaşırtıcı mahsulü. sanırım; şu suç hikayelerinde anlatacak yeni ne kaldı ki diye düşünmekten vazgeçmem lazım! geçen sene jacques audiard'ın "peygamber"i (un prophéte) çarpmıştı beni, bu yıl da avustralya yapımı "hayvan krallığı" (animal kingdom).
david michôd yazıp yönettiği filmle bambaşka bir noktadan anlatıyor suçun, suçlunun psikolojisini. J (josh) ile yeni bir "baba", yepyeni bir "peygamber" yaratıyor.
"hayvan krallığı" yavaş ilerleyen, çoğunlukla pastel tonlarındaki iç mekan çekimlerine, kahramanlarının suratlarına odaklanan, sıkı ve sert bir film. bittiğinde koltuğunuzda öylece kalakalıyorsunuz...

16 Şubat 2011 Çarşamba

KENDİNİZE GELİN!!!

gelir düzeyi ve dağılımının herkesçe malum olduğu bir ülkede bir konserin bilet fiyatlarını bu seviyeye yükseltmek demek, kesin bir mesaj vermektir: "orta gelirliler, emekliler, memurlar, öğretmenler, öğrenciler, bu ve benzeri konserlerden uzak durun!"
neden mi bahsediyorum; iksv'nin temmuz'da düzenleyeceği dünyaca ünlü soprano renée fleming konserinden.
peki bilet fiyatlarından haberdar mısınız? 450, 350, 300, 250, 20 (öğrenci).

3000 kişilik salonda lang lang'a, viyana filarmoni'ye 20 öğrenci bileti satmış iksv acaba 1000 kişilik aya irini'de kaç öğrenci bileti satışa çıkaracak; 10'mu, 20'mi?
50 adet çıkartırlar mı! sanmam. çıkmalı; hatta 100!

peki; 20 tl'lik öğrenci bileti ile ondan sonraki ilk kademe 250 tl.lik bilet arasındaki uçuruma ne demeli! dünyanın hiçbir yerinde iki fiyat kademesi arasındaki makas bu kadar açılmaz!
emekli, memur veya öğretmenseniz, 2 kişi konsere gidecekseniz hesap göçertici: 500 tl. [çok da eski olmayan deyimle yarım milyon, biraz eski bir deyimle yarım milyar!]

iksv'ye sesleniyorum! [çünkü başkaları seslenmiyor! hele basın mensupları sus pus! hepsi iksv'nin şakşakçısı! tabii, nasıl olmasınlar! alimallah yazmaya cesaret etseler davetiyeleri kesiliverir!!!]

iksv'ciler,
yapmayın, etmeyin! bindiğiniz dalı kesmeyin!
avrupa'daki kurumlar klasik müzik-operayı halka indirmek için kırk takla atarken, siz bunu elitleştirmeyin!
ne yazık ki, o bel bağladığınız elitler de süslenip püslenip "görünmeye" geldikleri bu konserlerdeki müziklerden hiç bir şey anlamıyorlar; her kreşendo sonunda alkışlamak dışında!!! [tabii, opera aryalarından oluşacak fleming konserinden korkmuyorsunuzdur; nasıl olsa programda her biri, ardından çoşkuyla alkışlanmak üzere seçilmiş 4-5 dakikalık, "bölümsüz" aryalar olacak]
yurtdışından gelecek turistlere yıldız bir sopranoyu ortaçağ'dan kalma bizans kilisesinde dinleteceksiniz diye bilet fiyatlarını yükseltiyorsunuz; kendi şehrinizin müzikseverlerini mahrum bırakmak adına! tamam, bir tek konuda haklısınız; türkiye'nin gözbebeği bu uluslarası festivale ne kültür bakanlığı ne de kendi adını taşıyan büyükşehir belediyesi gereken mali desteği göstermiyor olabilirler. ama bunun faturası kentinizin sakinlerine çıkarılmaz ki!!

doğrusu; renée fleming'in abartılı bir kaşe talep etmiş olabileceğini de zannetmiyorum; değil mi ki istanbul -sıklıkla iddia edildiği gibi- artık dünyanın bellibaşlı müzik duraklarından biri haline geldi, o zaman ne kadar ünlü, yıldız ve sanatının doruğunda olursa olsun bir sanatçının böyle "müzik durağı bir kentte" bu kadar fahiş fiyatlara konser ver(e)miyor olması gerekir!!!
tabii eğer organizasyonu düzenleyen kurumun sanatçı üzerinden ekstra kazanç sağlama derdi yoksa.
eğer amerikalı soprano burasını hala bir 3. dünya ülkesi zannedip yüklü bir kaşe çıkartmışsa da, o zaman iksv'nin ilkeli davranıp red etmesi gerekirdi!

kişisel olarak renée fleming'i ses rengi, yorumu, zerafetiyle çok beğenir, arasıra internet sitesine girip bakardım acaba turne tarihlerinde istanbul'un adını görebilecek miyim diye. konser haberini ilk duyduğumda da bayağı heyecanlanmıştım. ancak, bu kadar fahiş fiyatlardaki bir orkestra eşlikli şan konserine gidebileceğimi zannetmiyorum. [biraz soğukkanlılıkla düşününce: 6 arya olacaktır programda, 2 tane de bis olsa toplamda 8 eder.]
ve açıkçası bayağı bir korktum da! fleming bu fiyatlara geldiyse, ola ki anna netrebko'yu getirdiklerinde herhalde 500 tl'den başlatırlar en düşük kademe biletleri!!!

14 Şubat 2011 Pazartesi

aşk filmlerim


in the mood for love, wong kar-wai









krótki film o miłości, krzysztof kieślowski







passione d'amore, ettore scola




heaven, tom tykwer






i want you, michael winterbottom





hable con ella, pedro almodovar







happy together, wong kar-wai





damage, louis malle




kader, zeki demirkubuz




masumiyet, zeki demirkubuz












breaking the waves, lars von trier







white palace, luis mandoki




being at home with claude, jean beaudin







the age of innocence, martin scorsese







lea, ivan fila







maurice, james ivory







un coeur en hiver, claude sautet







besieged - bernardo bertolucci







the bridges of madison county, clint eastwood




the way we were, sdyney pollack




una giornata particolare, ettore scola





brokeback mountain, ang lee (2005)




cztery noce z anna, jerzy skolimowski




trois couleurs: blanc, krzysztof kieślowski (1994)




atlantic city, louis malle (1980)


great expectations, alfonso cuarón (1998)


eyes wide shut, stanley kubrick (1999)


the end of the affair, neil jordan (1999)










ae fond kiss, ken loach


los amantes del círculo polar, julio medem (1998)


the apartment, billy wilder (1960)


lady and the tramp, clyde geronimi - wilfred jackson - hamilton luske (1955)