30 Ocak 2011 Pazar

seyirci koltuğundan istanbul'da 2010 yılı dans sahnesi


istanbul'da 2010 yılı dans açısından dopdolu geçti.

şehrin yerleşik sanatçı ve kurumlarının üretimlerinin yanısıra, iki yılda birlik tiyatro ve yıllık idans festivalleri, iki yılda birlik bale yarışması, avrupa kültür başkentliği vesilesiyle bütün yıla yayılan dans platform istanbul ve bilumum dans projeleri, ve son anda açıklanan sürpriz etkinlikler sayesinde istanbul'da şimdiye kadar olmadığı ve bundan sonra da kolay kolay olamayacak kadar renkli ve çeşitli bir dans yılı geçirdik.

sidi larbi cherkaoui, akram khan, slyvie guillem, polina semionova, louise lecavalier, emio greco, kitt johnson, ko murobushi, vladimir malakhov, conny janssen gibi dünyada uzun yıllardır "yıldız" olan dansçı ve koreograflar ilk defa 2010'da istanbul'a konuk oldular.

sidi larbi en popüler yapıtı "sutra"yla, akram khan en yüzeysel yapıtı "gnosis"le, louise lecavalier onun için tasarlanmış en kötü yapıt "children" ile sahnedeydi, ama ne gam; kanlı canlı karşımızdaydılar.
sidi larbi "sutra"da asistanına devrettiği rolü ilk akşam bizzat sahneye çıkıp dans ederek, akram khan sylvie guillem'le samimiyet yüklü "sacred monsters"ı sunarak, louise lecavalier ise programının ikinci bölümünde eduard lock'dan nefeskesici "a few minutes of lock"u sahneleyerek gönlümüzü almayı bildi.

istanbul'a daha önce gelmiş uluslararası toplulukları ve sanatçıları bir yıl içinde arka arkaya şehrimiz sahnelerinde tekrar izlemek, bu dans fakiri ülkede biz dansseverler için bulunmaz nimetti.
paul taylor'ın dans topluluğu yirmi yıl, pina bausch'un tanztheater wuppertal'i yedi yıl sonra istanbul'a tekrar konuk oldular.
programındaki dans bölümünü aza ve öze indirerek geçtiğimiz sezon tek -ama kallavi- bir topluluğu, paul taylor dance company'i ağırlayan işsanat, nisan'da farklı içerikli iki akşamla bizlere altı yapıtlık bir paul taylor ziyafeti çekti.
2010 avrupa kültür başkenti ajansı ise istanbul 2010 kültür başkentliği programı ilk açıklandığında iki ayrı yapıt ile konuk etmeyi taahhüt ettiği tanztheater wuppertal'i -gerekçesi mekansızlık zannettiğim ama herhangi bir açıklaması yapılmayan nedenlerden dolayı- eninde sonunda tek yapıt ile, pina bausch'un 2003 istanbul projesi "nefes" ile haziran ayında üç akşam istanbullu dansseverlerin beğenisine sundu.
ursula kaufmann'ın pina bausch'un yapıtlarından derlediği büyük boyutlu baskılarından oluşan fotoğraf sergisi hem pina bausch'u ölümünün birinci yılında anmamıza vesile oldu hem de ülkemizde ender olarak ele alınan dans fotoğrafları konusuna dikkat çekti.

önemli uluslararası dans topluluklarının ikinci derece versiyonları olan nederlands dans theater II ve compania nacional de danza II ise -ne tesadüf ikisi de- 16 yıl aradan sonra tekrar istanbul'daydılar.
cndII bütünüyle nacho duato'nun yapıtlarına ayrılan bir akşamla, ndtII ise kylian'lı, naharin'li karma bir akşamla bizleri büyülediler.

türkiye'de daha önce efes, aspendos gibi devasa antik amfitiyatrolarımıza konuk olan tokyo balesi ise bu sefer cemal reşit rey konser salonu'nun orta büyüklükteki sahnesine 60 dansçıyla sığmak zorunda kaldı.
tümüyle maurice bejart'ın yapıtlarından oluşturulmuş programda topluluk teknik ve disiplin olarak kusursuzdu, ancak bejart'ın avrupai uzun kollar ve bacaklarda estetiğini bulan koreografileri ergonomik ölçüler nedeniyle japonlarda aynı artistik etkiyi yaratamadı.

bimeras vakfı bütün bir ekim ayı boyunca, dördüncüsünü gerçekleştirdiği "yenikozmopolidans" temalı idans festivali ile, 2010 avrupa kültür ajansı'ndan tek kuruş yardım almadan, 2010'un "kentin mahallelerine, sokaklarına, insanlarına ve hayvanlarına en derin nüfuz eden, en saygılı ve en insancıl/hayvancıl" etkinliğine imza atmış oldu.
eski idanslardan aşina olduğumuz xavier le roy, jerome bel, pichet klunchun, pieter ampe & guillherme garrido gibi dünya dans sahnesinin yenilikçi, aykırı, underground koreograf-dansçılarını tekrar izlemek ne kadar keyifliyse, jardin d'europa ödülü kapsamında avrupa'nın genç sanatçılarını keşfetmek o kadar heyecanlıydı.
beyoğlu sokaklarını mesken tutarak, yaşadığımız kamusal alanlara başka bir gözle bakmamızı sağlayan willi dorner'ın "bodies in urban spaces" projesi, insan bedenini başkalaştırarak yeni ufuklar açan kitt johnson'ın "rankefod"su, bloom! adlı genç topluluğun "city"si, mette ingvartsen'in "giant city"si ve toplumsal geçmişimizi sorgulayan sanja mitrovic'in "will you ever be happy again?" adlı çalışması bana göre idans04'ün doruk noktalarıydı.

...

şehrimizin yerleşik kurum ve koreograflarına gelince:

hemen 2010 arifesinde, 2009'un aralık'ında "araz"ı sunan zeynep tanbay yıl boyunca sessiz kaldı.

istanbul devlet opera ve balesi george balanchine, patrick de bana ve jose martinez'in birer yapıtından oluşturduğu renkli buketle 2010'a girdi. yılın ikinci yarısında ise erdal uğurlu'nun "dört duvar" ve izmir'den ithal ettiği uğur seyrek'in "othello"su ile yerli sanatçılara ağırlık verdi.

yurdun dört bir tarafındaki devlet balelerinden çağrılan dansçıların görev aldığı, 2010 avrupa kültür ajansı'nın projesi, beyhan murphy imzalı "barbaros" genel olarak pek iyi eleştiriler almadı. istanbul kültür başkentliği ile denizci barbaros hayrettin paşa'nın ilişkisinin nasıl kurulup da bu projenin ajans'dan destek aldığını kimse sorgulamadı; zira kültür başkenti ajansı, yıl boyunca istanbul kıyılarında düzenlenen yat yarışlarına ve bilumum yelkenli geminin rıhtımlarımızı ziyaretine de -nedense- sponsorluk yaptı.

beyhan murphy'nin, ajans'ta dikmen gürün'ün istifasıyla boşalan koltuğa oturmasıyla, daha önce ankara'da düzenlediği dans platform fikrini istanbul'a taşıması bir oldu.
cemal reşit rey konser salonu eylül ayında bir hafta boyunca fuayesine kurulan stüdyolarla ve salonuyla tam bir şenlik ortamına dönüştü. günboyu uluslararası uzmanların verdiği master-class'lar sonrasında akşamları da farklı başlıklar altında yerli koreograflarımız en yeni işlerini sundular. maalesef genellikle vasat olan yapıtlar arasında fikrini dağıtmadan, zorlamadan, "sarkıtmadan" derli toplu anlatan çalışmalar çok çok azdı.
oldukça iyi bulunan aydın teker'li, ilyas odman'lı, mustafa kaplan'lı kapanış programı "şantiye"yi ise maalesef izleyemedim.

...

2010 yılında dans alanında garip şeyler de yaşanmadı değil. bunların çoğu da 2010 avrupa kültür başkenti ajansı'nın projeleriydi:

.ne doğru dürüst flamenko ne de çağdaş dans yapan, yaptıkları sadece "şov" olan los vivancos'un dans platform istanbul'da ne işi vardı!

.meg stuart'ın "istanpoli" projesi kapsamında hazırladığı yapıtı kaç kişi izleyebildi; yoksa özellikle gözlerden ırak tutulmaya mı çalışıldı!

."barbaros"u da içine katarak, ajans 2010'un diğer projelerinden "sultan-ı seyirlik" ve shaman dans tiyatrosu'nun "7edi"sinin sanatsal kaliteleri hangi düzeydeydi; ne sorgulandı ne tartışıldı!

.bir işadamının kişisel çabası ve ilgisiyle kalabalık la scala balesi istanbul'a geldi; maalesef roland petit'nin belki de en kötü çalışmalarından birini sergilemek üzere: "pink floyd balesi"ni.
yapıtın sahnelendiği istanbul kongre merkezi sahne boyutları açısından uygundu ancak seyirci salonu açısından oldukça elverişsizdi, zira kongre amaçlı yapılmış ve eğimi buna göre hesaplanmış salonda bir çok noktadan sahneye hakim olmak imkansızdı.

.istanbul'un 2010'da dans açısından -tabii aslında bütün kültürel etkinlikler açısından- en büyük şanssızlığı atatürk kültür merkezi'nin kapalı olmasıydı.
şehrimizde o boyutlarda ve o imkanlara sahip başka bir sahne olmadığı için; ya pina bausch'un "nefes"i yeniden inşa edilirken uluslararası standartlara göre yapılmamış muhsin ertuğrul sahnesi'ne sıkışmak zorunda kaldı, ya da roland petit'nin "pink floyd balesi"ni istanbul kongre merkezi'nde hakkıyla seyredebilmek için uzun boylu olmak gerekti.

...

2010'un bence en iyi yerli çalışması tuğçe tuna'nın "ıslak hacim"iydi.
tiyatro festivali kapsamında sunulan "ıslak hacim" bayrampaşa ceza evi'nin terk edilmiş mekanlarında gerçekleşti. "yer"e özgü; ilhamını ve biçimini "yer"den alan kuvvetli, etkileyici bir yapıttı.

2010'un en üretken ve yaratıcı yerli sanatçısı ise ilyas odman'dı.
yıl boyunca "yorgun III", "cam adımlar", "ölü doğa" gibi; eski yapıtlarının yeni sürümleriyle karşımıza çıkarken; dert edindiği konular etrafında bıkıp usanmadan tekrar tekrar gezinen, fetiş temalarını her seferinde yeniden el alan, değiştiren, dönüştüren, bozan, ekleyen, çıkaran, çoğaltan tavrıyla ve çalışkanlığıyla övgüyü, takdiri ve beğeniyi fazlasıyla hak etti.

...

"2010'dan sonra tufan" mı olur, yoksa dans açısından bu kadar yoğun bir yıl, hemen akabinde olmasa bile ilerleyen zamanlarda meyvalarını verir mi?

iyimserliği arttıracak bir iki küçük kıpırdanma var: zeynep tanbay bundan böyle düzenli olarak crr konser salonun'da yapıtlarını sergileyecek, beyhan murphy istanbul devlet opera ve balesi bünyesinde istanbul modern dans topluluğunu kurdu.

ancak ne akm'yle ilgili umutlandırıcı bir haber var, ne de artık istanbul'a gereken büyük çaplı dans topluluklarını programına alan bir dans festivalinin gerçekleştirileceği haberi.

26 Ocak 2011 Çarşamba

cadının bohçası / esmeray



anlatsan film olur denen hayatlar vardır, oturup yazsan çok satan roman olacak; esmeray’ınki öyle bir hayat. kars’ın merkez köyünden istanbul’un eğlence merkezine uzanan, seçmediği ve kendini bildi bileli kabul etmediği erkeklikten bilinçli tercih ettiği kadınlığa, “dekorasyoncu”luktan midyeciliğe… arada sayısız durak: zeki müren, bulaşıkçılık, kadıköy parkı, “top”hane parkı, aksaray, karı-koca hayatı, semra özal, merter, harbiye, seks işçiliği, duygu asena, ülker sokak, türkan şoray, sosyalizm, radikal, parti üyeliği, selvi boylum al yazmalım, tarlabaşı… arada sayısız tabir: top, yuvarlak, tekerlek, sonraları daha kibarları: gay, travesti, transseksüel, cd…

“cadının bohçası” ara dahil iki saat süren tek kişilik bir anlatı. arada sırada seyircilerle diyalog içinde devam eden, ama genel olarak upuzun bir monolog.
“cadının bohçası” pornografik bir gösteri; cinsellik anlamında değil, “açıklık” anlamında. esmeray hayatını bütün açıklığıyla seyircinin gözleri önüne seriyor. gösterinin komik, eğlenceli yerleri çok, bol bol gülüyorsunuz; hemen ilk dakikalardan itibaren esmeray bir nevi cem yılmaz’a dönüşüyor; her an her söylediğini gülme şartlanmasıyla dinler hale geliyorsunuz.
bazı anlar da geliyor; salim kafayla gülmemeyi tercih edeceğiniz trajik şeylere bile gülerken yakalıyorsunuz kendinizi, utanıyorsunuz. ben utandım. neyse ki esmeray’ın rahat, kendiyle barışık ve emin hali hafifletiyor anlattıklarını, seyirciyi de… yoksa tam “jiletlik” bir hikaye!

esmeray ne huysuz virjinliğe soyunuyor ne cem yılmazlığa, ne de rimini protokollcüler gibi gerçekliği tiyatral kurguyla yeniden harmanlayarak önümüze sürme niyetinde.
esmeray ne seyirciye sataşıyor ne belaltı hikayelerden medet umuyor ne de saf zeka küpü esprilere yaslanıyor. seyirciyle iletişim kuruyor kurmasına; anlattıklarının “hayati” bir parçasını cinsellik oluşturmuyor değil; zaman zaman araya aldığı “güzel ülkemden tespitler” tadında anekdotlar da oldukça komik komik olmasına; ancak hepsi dozunda, kıvamında, ne fazlası var ne eksisi.
esmeray’ın en büyük artısı sahiciliği, samimiliği. hani şu son zamanlarda bizde de çoğalan sokak çalgıcıları var ya, esmeray işte tam onlar gibi; teklifsiz, protokolsüz, ışıksız-dekorsuz, “neyse o” olarak.
kendiyle -ve düştüğü en trajik durumlarla bile- dalga geçmeyi becerebilen ender “komedyen”lerimizden birinden, birinci ağızdan bir hikaye dinlemek her zaman kısmet olmaz. tavsiye ederim.

“cadının bohçası” şubat ayında kumbaracı50’de ve ikinci kat’ta.

23 Ocak 2011 Pazar

"kıyıya oturmanın böylesi"ne can feda


12 kişilik bir oyunun oyuncu takımı son anda gösteriye yetişemezse ve tiyatro salonundaki tek oyuncu sahneye çıkıp 12 karakteri birden oynamak zorunda kalırsa ne olur?
oyun "commedia gabriellina" stilinde bir oyunsa ve o tek oyuncu merve engin'se neden olmasın!

"commedia gabriellina" stilini, oyunu seyredene kadar bilmiyordum; bilgim en çok "commedia dell'arte"ye uzanıyordu, öğrenmiş oldum:
"commedia gabriellina" commedia dell'arte'nin bir varyasyonuymuş; 16. yy sonlarında giovanni gabriel tarafından icat edilmiş. kendine has teknikleri ve yapısıyla, masklar ve aksesuarlar yardımıyla oyuncuya tek başına birden fazla karakteri yorumlayabilme olanağı sağlıyormuş. aşırı sadeliği olan, seyirciyi içine alan, seyircilerden gelen taleplerin göz ardı edilmediği bir oyun stiliymiş.

merve engin'i de, oyunu seyredene kadar "hakkıyla" tanımıyordum. onu bir tek, geçen yıl, hiç bir şeyini beğen(e)mediğim "ben patronum"da izlediğimi zannediyordum; biyografisine bakınca, aksanat'taki jose rivare’nın "dali göndermeleri içimi ısıtıyor’unda da oynamış olduğunu öğrendim.
merve engin'i esas bu oyunla tanımış oldum.

"kıyıya oturmanın böylesi" sözünü ettiğim oyun. yükseltilmiş bir platform, bir oyuncu, bir taşınabilir merdiven, bir sehpa ve 10 mask ile bilumum askesuar: dünyaya bedel. tabii eğer o tek oyuncu mükemmelse.
merve engin de öyle.

merve engin "anlattığı" hikayeyele yaklaşık 50 dakika boyunca güldürüyor seyirciyi.
antonio fava maskların tasarımı ve süpervizörlüğün yanısıra oyunun kanavasını kurmuş. gerisi bütünüyle merve engin'in hayalgücüne ve kabiliyetine kalmış.
matematiği zekice planlanmış, yaratıcı fikirlerle dolu, ustaca oynanan "insani" bir oyun "kıyıya oturmanın böylesi". [tiyatro terminolojisine "insani" tabirini de sokmuş oldum böylece. neyi kastediyorsam!]

...

hemen başta, oyuncu arkadaşlarının gelemeyeceğini söylerken oyundan 12 kişilik diye bahsetmesi üzerine, seyrederken karakterleri saydım, son dakikaya kadar 11 karakterle sürdü oyun. bir yandan 12. karakteri merak ediyordum, bir yandan da masanın altında kalmış ve daha kullanılmamış maskedeydi gözüm.
acaba engin heyecanla yanlış rakkam mı söyledi diye bile düşündüm bir ara. neyse, yanlış falan yok, boşu boşuna kafamı meşgul etmişim. halbuki oyunun keyfine daha çok varabilirmişim bu hesapları yapıncaya kadar!
eve dönüp internette oyun hakkında yazılanları okuyunca bir de ne göreyim: herkes 11 karakterden bahsediyor; yoksa oyun 11 karakterli miydi?!
posta güvercinini sayarak mı saymadan mı...

...

"kıyıya oturmanın böylesi" önümüzdeki günlerde istanbul'un farklı mekanlarında izlenebilir. tarihler için tıklayın.

22 Ocak 2011 Cumartesi

"moliére efendi"ye saygı ve selam gecesi


dün akşam kurtuluş'ta haldun dormen sahnesi'nde tiyatro boğaziçi'nden "moliére efendi"yi seyrettim. güldüm, eğlendim.
sahnede beş oyuncu farklı rollere girerek ve mimiklerini, bedenlerini, seslerini ustaca kullanarak moliere'in hayatını anlattılar, eserlerinden bölümler oynadılar.

oyun sahneye konulurken, moliére'in de eserlerini yazarken etkilendiği commedia dell'arte tarzından esinlenilmiş; özellikle bedenin kullanımı açısından.
ayrıca; oyuncuların mimikleri ve sesleriyle yaptıkları cambazlıklar da keyifli anlar geçirmemi(zi) sağladı.
salonun seyirci kısmı çok kalabalık olmasa da, yükselen kahkaha sesleri keyif alma açısından yalnız olmadığımı gösterdi.

özel bir ışık tasarımının, canlı müziğin, dönem dekorunun olmadığı, sahnede sadece ortada bir perdenin ve iki yanda sayısız kostümün asılı olduğu iki barın olduğu; hikayenin durmadan değiştirilen kostümler ve aksesuarlarla anlatıldığı bir sahneleme tercih edilmiş. ortaçağ avrupası'nın panayır/sokak tiyatrosundan ve anadolu'nun ortaoyunundan beslenen bir seyirlik çıkmış ortaya. dolayısıyla, bütün iş oyunculara (aysel yıldırım, burak akyunak, duygu dalyanoğlu, eser dilsöz, ilker yasin keskin)
düşüyor; onlar da altında kalmıyor, moliére'in hakkını veriyorlar.

aynı yaratıcı ekibin (reji, kurgu ve metin düzenleme: aysel yıldırım, ilker yasin keskin, uluç esen) ve oyuncu kadrosunun sahneye taşıdığı bir de "selam sana shakespeare" var. ocak gösterilerini kaçırdığım oyunu seyretmek için sabırsızlanıyorum...

2012 yazında londra sıcak olacak

(tempest: without a body - lemi ponifasio / MAU)


2012 londra kültür olimpiyadının heyecan verici projelerinden bir diğeri: dünya shakespeare festivali.

2012 yazında 15. yılını kutlayacak olan globe tiyatrosunda tam 38 farklı dilde shakespeare oyunları sahnelenecek.
italyanca, ispanyolca, fransızca, portekizce, almanca gibi "bildik" diller çok şaşırtmıyor. esas; aborjin dilinde "kral lear", pakistanlı televizyon yıldızı nadia jamil'in katherine'i oynacağı urduca "hırçın kız", kantonca titus andronicus, arapça "fırtına" ve "romeo ve juliet", maori dilinde "troilus ve cressida" izlemek ilginç deneyimler sunabilir.
ayrıca, deafinitely theatre company'nin "love's labour's lost"u ingilizce işaret diliyle sahnelemesi de bu alanda bir ilk olacakmış.

festivale türkiye de konuk olacak mı? topluluk belli mi?

...

oyunların ingilizce dışındaki dillerde oynanacak olmasından çok, shakespeare'i farklı kültürlerin yorumlayacak olması projenin esas heyecan verici tarafı bana kalırsa.
örneğin; açıklanan topluluklardan biri bağdat'dan ırak tiyatro topluluğu. yönetmen monadhil daood "romeo ve juliet"i günümüzün ırak'ına sünni-şii kavgası bağlamına taşıyacakmış. ırak'ın geleneksel şiiri, müziği ve ritüellerini de kullanarak.

geçen yıl avrupa'yı dolaşan yeni zelanda/samoa adasından bir dans topluluğu vardı: lemi ponifasio'nun MAU'su. shakespeare'in "fırtına"sını yorumluyorlardı. canlı izleme imkanım olmadı, videoları oldukça etkileyici.
herhalde 2012'deki festivalin maori dilindeki shakespeare yorumunu ponifasio'nun topluluğu sunacak.



...

(fotoğraf: gert weigelt)

her yazdığımı ucundan, bir yerinden pina bausch'a bağlamasam olmaz!
yıl 1978. bochum tiyatrosu'nda harikalar yaratan dahi yönetmen peter zadek, shakespeare derneğinin de önayak olmasıyla bochum'da bir shakespeare festivali düzenliyor. zadek, o yılların en sıradışı sanatçılarından pina bausch'a da bir yapıt ısmarlıyor festivalde prömiyer yapacak.
pina bausch "macbeth"i seçiyor ve "er nimmt sie an der hand und führt sie in das schloß, die anderen folgen" ("erkek kadını elinden tuttu ve şatoya sürükledi, diğerleri onları takip etti") adlı bir uyarlama hazırlıyor.
tabii, tahmin edi(lebil)eceği üzere bausch'un "macbeth"i bambaşka bir "macbeth"!
bochum'daki prömiyerde seyirci protestoları öyle bir noktaya geliyor ki, neredeyse temsil tamamlanamayacak hale geliyor. o kadar aykırı! çok az sanatçının cesaret edebileceği kadar "farklı"!

merak ediyorum, acaba 2012'deki festivalde bu kadar aykırısı, farklısı, "devrimcisi" çıkacak mı!

21 Ocak 2011 Cuma

benim adım aşk (io sono l'amore) / luca guadagnino



jenerik görüntüleri sanki 70'lerden bir visconti filmi gibi, üzerine döşenmiş müzikse 80'lerden bir peter greenaway... film günümüzde, milano'da geçiyor; müzik john adams'a ait.

görkemli bir aile yemeği sahnesiyle açılıyor film. gerek karlı dış mekan gerekse de ahşap-mermer ağırlıklı iç mekan görüntüleri, yemeğin hizmetliler kısmında hazırlanış, misafirlerin geliş sahneleriyle sanki müthiş bir opera başlıyor; akla yine visconti geliyor.
arkada belli belirsiz çalan mahler de bir yandan visconti'ye nazik bir selam, diğer yandansa; "mutlu" gibi gözüken bu varlıklı ailenin sonunun hayırlı olmayacağını daha ilk dakikalardan sezdiriyor. 4. senfoninin "das himmlische leben" adlı vokal bölümü her ne kadar cennette azizler için hazırlanan şöleni konu ediyorsa da, karanlık taraflar da barındırıyor, zira cennetteki ilahi hayat, uğruna kurban vermeden gerçekleşemeyecektir. şarkıda söz edilen kurban koyundur, filmdeyse... mahler'in iki çocuğunu erken yaşlarda kaybettiğini, "kindertotenlieder" adlı bir şarkı dizisi yazdığını da hatırlayınca, daha filmin başında iyice tedirgin oluyorsunuz.

"damage"dan beri; aşkın ancak uğruna verilen kurbanla yaşandığı bu kadar iç burkultan, bu kadar zarif bir film izlememiştim.

"io sono l'amore" (benim adım aşk); aristokrat/varlıklı sınıfı konu etmesi, yasak aşıkların meslekleri (aynı değil gerçi ikisi de bir tarafından sanata buluşan meslekler), konu edilen ailenin şekillenişi, yasak ilişkiyi yaşayanların ailenin diğer fertleriyle olan bağları, hikayenin gelişiminde fotoğrafların, sanat eserlerinin, yemek ve davetlerin önemi gibi konularda "damage" ile o kadar birebir ki! neyse ki kötü bir kopyası değil.

luca guadagnino'nin filmi, tilda swinton'ın da müthiş oyunuyla; ama herşeyden öte (ister recchi ailesinin şehiriçindeki villası olsun, ister antonio'nun san remo sırtlarındaki kır barakası) hayran kalınası mekanlarıyla öne çıkıyor. görüntüler, ışık, kadrajlar da mükemmel.
emma'nın san remo sokaklarında antonio'yu takip ettiği sekans mükemmelden de öte!

20 Ocak 2011 Perşembe

"inşallah" daha nice "mutlu" konserlere...


salı akşamı babylon'da renaud garcia-fons solo kontrabasıyla uçurdu bizleri, çarşamba akşamı da martha argerich ve arkadaşları albert long hall'de.
arka arkaya unutulmaz iki konser!

"travelling bass" adlı solo konser performansıyla babylon'daydı garcia-fons.
basın tellerinde gezinen maharetli parmakları bizleri uzak-yakın coğrafyalarda dolaştırdı; afrika tamtamları, kelt ezgileri, hint, ortadoğu, akdeniz tınıları; çoğaldık çoğaldık çoğaldık müzikle...

renaud garcia-fons'un bildiği 1-2 türkçe kelimeden biri "inşallah"; konser sonunda yaptığı iki istek parçasının ardından "yakında tekrar görüşmek üzere" deyip ingilizce, ardından ekledi: "inşallah"...


martha argerich de umarım tekrar gelir istanbul'a. uzun zamandır canlı dinlemek istiyorduk kendisini. albert long gibi sıcak, samimi, seyircisi bilinçli bir salonda olması ilk türkiye-istanbul konserinin hem onun için şans oldu hem de bizim.
iksv getirmiş olsaydı, aya irini'de, ilk 15 sıra davetli, davetlilerin %90'ı sanki ilk defa klasik müzik konserine gelmiş aralarda alkışlar, izlerdik sinirler tepede.

program broşüründeki tabirle "lyda, martha, ömer ve ayla", aralarına lyda'nın seçtiği çinli çellist jing zhao'yu alıp bizlere beethoven'dan başlayıp, franck, chopin ve schumann'a uzanan "masal resimleri" adlı bir müzik ziyafeti çektiler.

arkadaşları hep değişti ama martha argerich konserin başından sonuna piyanonun başındaydı. zarif hareketlerinde biraz heyecanlı olduğu fark ediliyordu; selama çıkarken hep yanındakilerin elini tutmak için küçük küçük hamleler yaptı; önce cellist jing zhao'nun elini tutmaya çalıştı, sonra kızı viyolacı lyda chen-argerich'inkini.

argerich'in chopin-parlak polonez için söylediği "bu yapıt herkesi her zaman mutlu etmiştir" sözü, konserin bütününün üzerimizde bıraktığı duyguyla örtüşüyordu: mutlu olduk!

18 Ocak 2011 Salı

kendimden utandım!


o ne çoşkuydu öyle! taştı çağlaya çağlaya!
ve ben ne cahilmişim; bu topraklarda 40 yılım geçmiş, haberim yok şiirlerinden bedri rahmi'nin! ayıp bana!!! sadece ressamlığı, yazmacılığı bildiğim...
hele de, kürsüdeki hocamdan defalarca ezbere dinlemişken "karadut" şiirini. onun olduğunu fark etmeden...
meğer "yiğidim aslanım" da bedri rahmi'ninmiş. sadece zülfü livaneli'nin içli bestesi olarak söylediğim...
ve daha bir sürü birbirinden etkileyici, çoşkulu, hayatın taa içinden, dolu dolu, hayatla dopdolu, kanlı canlı şiir...

tilbe saran, hakan gerçek, metin belgin ve bülent emin yarar ne güzel okudular, anlatamam. şiirleri bir de önceden biliyor olsaydım, herhalde kanatlanır uçardım!
ilk onbeş-yirmi dakikadan sonra seyirciler de dahil oldu birbirinden çoşkulu seslendirilen şiirlerden taşan enerjiye; her birinin ardından alkışlar, bravolar yükseldi...
zafer erdaş adlı, önceden tanımadığım ama bağlamasını çalmaya, türküsünü söylemeye başlayınca, tok ve doygun sesine vurulduğum bir de müzisyen eşlik etti onlara.
unutulmaz bir geceydi!

atilla birkiye'nin hazırladığı şiir akşamının sahne uyarlamasını yapan mehmet birkiye bu sefer birinci sınıf bir iş çıkarmıştı. birkiye, modern bir yaklaşımla bedri rahmi'nin çok yönlülüğü sahneye taşıdı.
karanlık sahneye yerleştirilmiş beş dikey perdenin önünde beş figür vardı. perdelere arkadan bedri rahmi'nin fotoğrafları ve resimleri yansıtılıyor, önlerinde ise bir-iki eşyayla bedri rahmi'nin farklı yönleri anlatılıyordu: dönen sehpa üzerinde kil hamuruyla heykeltraşlığı (hakan gerçek), şövalyeyle ressamlığı (metin belgin), çekmeceli kalın bir masayla yazarlığı (bülent emin yarar)... belki de şiirlerinde ve resimlerindeki kadın figürlerini betimleyen tilbe saran... sanatının folklorik altyapısını vurgulayan türkülerle zafer erdaş...

doruk noktaları birbiriyle yarışan, çoşkunun hiç tükenmediği; bu topraklarda yaşıyor olmaktan; bu şairle ve onun şiirlerini seslendiren bu sanatçılarla aynı havayı soluyor olmaktan insanı gurur duyduran bir akşamdı.

16 Ocak 2011 Pazar

yeni mekanda yüzyıllık hikaye: mekan artı'da "kök"


bu akşam tek seyircileriydim, beni geri çevirmediler. oyunun yaratıcı ekibi ve mekanın gönüllü çalışanlarıydı diğer seyirciler.

istanbul'un en yeni gösteri sanatları mekanı mekan artı'ya gittim bu akşam ilk defa. açılalı iki ay kadar olmuştu, hep aklımdaydı, ancak fırsat yaratabildim. ilk ziyaret için onların bir oyununu seçtim: tiyatro artı'dan "kök".

ocak ayı mekan artı'da dopdolu; merak ettiğim bir sürü başka yapıma ev sahipliği yapıyor. anlaşılan, daha çok fırsatlar yaratmam lazım...

...

mekan artı, harbiye'nin arka sokaklarından birinde, "otomobil garajından sanat alanına dönüştürülmüş" bir mekan. tiyatro artı'nın yeni oyunu "kök", yapının eski sahiplerinden yorgo'nun ve 1923 türk-yunan mübadelesinde göçe zorlanmış iki milyon insanın anısına hazırlanmış.

"kök" yaklaşık bir saat sürüyor. sahnenin en gerisinde; akordeon, gitar ve kadın vokalden oluşan üç kişilik orkestranın (aydın çıracıoğlu, ali yağız şen, melike şahin) çaldığı rembetikolar oyunun hem altlığını hem izleğini oluşturuyor; aynı costas ferris'in "rembetiko" filminde müziğin başrolde olması gibi.

oyunda farklı anlatım teknikleri kullanılmış. hemen başında koreografik anlatım öne çıkarken, devamında belgesel tekniği ağırlık kazanıyor. ikisi kadın ikisi erkek dört oyuncu (berrin karabaş, candaş çetinkaya, melis avçil, murat baykan), ikisi yunan ikisi türk birer göçmen ile özdeşleşip onların hikayelerini birinci ağızdan anlatıyorlar. aralarda dış ses mübadele kanunundan bölümler okuyor. ayrıca oyun boyunca, başta olduğu kadar yoğun olmasa da, minimal hareket düzeni, hikaye edileni beden diline çeviriyor.


ağır ve yavaş ilerleyen, acı ve hüzün dolu bir oyun "kök".
tutku yerine hüzün, isyan yerine kabullenme var.
oyunu kuran ögeleri (metni, müziği, sahne tasarımını) birleştiren kavram olarak "deniz" öne çıkıyor.

sahne tasarımı basit ve tek bir malzemeden oluşturulmuş: şeffaf naylon branda.
zeminin bütününü kaplayan bu malzeme oyunun başında deniz/su efektinin yaratılmasını sağladığı gibi, oyun boyunca mezar, bohça, giysi gibi farklı amaçlarla da kullanılıyor. sonunda ise!..
sonunda aldığı hali açıklamayacağım, zira o kadar etkileyici ki bizzat seyretmek lazım. öyle sanki abartılı ve şaşalı bir son varmış gibi yanlış bir izlenim uyandırmak istemem; tam tersine, basit ama anafikri tam 12den vuran bir mizansenle bitiyor "kök". tüyleriniz diken diken oluyor!

son tahlilde: oyun keşke 45-50 dakikaya düşürülseymiş diye geçirdim içimden. özellikle müzik kısımlarından bazıları, hele de oyuncuların karanlıkta yerde oturup bitmesini bekledikleri parçalar çıkarılabilirdi . evet müzikler çok anlamlı, çok güzel ve çok da güzel icra ediliyorlar ama bu kadar çok olmaları gerekmiyor; hele de oyunun hantallaşmasına neden oluyorlarsa.

...

bu topraklarda yüzyıllar boyu kardeşçe birlikte yaşamış halklardan yunanlar ile türkleri konu, müziklerini konuk eden oyundan ve, bu oyunu ve mekanı yaratan aydınlık ve güleryüzlü ekipten ayrılıp, kapıdan hemen sokağa çıktığımda yolun ortasına park etmiş; arka camına kocaman bir osmanlı tuğrası yapıştırılmış, içinde bangır bangır serdar ortaç çalan beyaz bir arabayla burun buruna geldim. park etmeye çalışıyordu.
tamam, "kök" de acı gerçekler üzerineydi ama günümüz türkiyesi'nin "gerçeklerine" bu kadar çabuk dönmesem de olurdu! rembetikolar kulaklarımı biraz daha okşayabilselerdi keşke...

...

ufuk tan altunkaya'nın konseptini, metnini, kurgusunu oluşturup yönettiği "kök" önümüzdeki cumartesi akşamı tekrar mekan artı'da.
genç, hevesli, üretken ve güleryüzlü tiyatro artı ekibini desteklemek lazım!

15 Ocak 2011 Cumartesi

merce ile son randevu, pina'ylaysa yola son hız devam...


heykel, dizi, içki tartışmalarının karanlığından sıyrılmak için:

merce cunningham'ın, vefatının ardından vasiyet ettiği üzere; topluluğunun fesedilmeden önce dünya çapında çıktığı iki yıllık "legacy tour" 31 aralık 2011'deki new york gösterileri ile sonlanacak. merce cunningham dance company'nin ve bu turun en önemli özelliği, bizzat cunningham'ın çalıştırdığı dansçılardan kurulu olan bir ekibin son defa sahneye çıkıyor olması.

legacy turu'nun 2011 durakları arasında istanbul hala yok. [akm'miz kapalı ancak; eski yıllarda maurice bejart'ın geldiği lütfi kırdar, bu sene la scala balesi'nin çıktığı harbiye kongre merkezi, yaza rastlatılırsa açıkhava tiyatrosu -ki burada da zamanında nice çağdaş-modern dans devleri sahne almışlardı-, biraz zorlamayla da olsa uygun hale getirilebilecek sahnelerimiz. iksv neden harekete geçmiyor!]

bu haftasonu hong kong'da sahneye çıkacak topluluğu; imkanları olanlar 2011 içinde a.b.d.'nin çeşitli kentlerinde, fransa'da paris dahil olmak üzere bir kaç farklı kentte, wiesbaden ve berlin'de, uluslararası çehov festivali kapsamında moskova'da, londra veya meksiko city'de yakalayabilirler. tam tarihler ve liste için tıklayın.

...

cunningham'ın aksine, arkasında hiç bir vasiyet bırak(a)madan bir anda aramızdan ayrılmış olan pina bausch'un topluluğu ise hiç hız kesmeden wuppertal ve dünya'daki gösterilerine devam ediyor. hatta, birbirinden heyecanverici projelerle de önümüzdeki günlerde, yıllarda kendilerinden söz ettirecekler.

bunlardan en yakın olanı; şubat başındaki 61. berlinale'de dünya prömiyeri yapılıp hemen ardından, 24 şubat'ta almanya'da vizyona girecek olan "pina" adlı üç boyutlu dans filmi.
pina bausch'un sağlığında konuşulmaya başlanmış, ölümüyle birlikte kapsamı genişletilmiş olan filmin yönetmeni başka bir alman usta: wim wenders.
"pina"nın üç boyutlu versiyonu ülkemize de uğrar mı. hazır avm içi sinemalarla işbirliğine girmiş iksv, festival kapsamında bu filmi istanbul'a getirir mi; zaman gösterecek.

pina bausch'un topluluğu bir yandan da, uzun süredir yeniden sahneye taşımadığı yapıtları çalışarak, tekrar seyircinin karşısına çıkarma gayretinde. önümüzdeki mart'ta "kontakthof", mayıs'ta "two cigarettes in the dark" yeniden sahnelenecekler.
"kontakhof" topluluk tarafından 2000 yılından beri sahnelenmiyordu. bu süre zarfında amatör wuppertallilerle "65 yaş üstü" ve "14 yaş ergen" versiyonları hazırlanmış olan yapıt, topluluğun dansçı üyeleri tarafından son 10 yıl içinde sadece bir kere tayvan'da oynanmıştı.
diğer bir yeniden sahneleme, en son 1996'da oynanan "two cigarettes in the dark".

pina bausch ile ilgili haberlerin en "heyecanlı" olanını sona sakladım:
topluluk 2012 yazında londra'da, hemen olimpiyat öncesinde düzenlenecek kültür olimpiyatı kapsamında 5 hafta içinde 10 ayrı yapıtı 20 gösteride sahneleyecekmiş. bunlar pina bausch'un dünya kentleri üzerine hazırladığı yapıtlar olacakmış...

9 Ocak 2011 Pazar

aynalardan yansıyan "tehlikeli ilişkiler"



1989'da west end'de orijinal prodüksiyonunun son temsillerinden birini seyretme şansına erdiğim, choderlos de laclos'un bir başyapıt olan romanına ve stephen frears'in filmine [milos forman'ın "valmont"u da fena değildi, tek handikapı frears'in filmiyle aynı yıl vizyona girmesiydi] hayran olduğum "tehlikeli ilişkiler" sezon başından beri şehrimizde sahneleniyor.

istanbul şehir tiyatrolarının "tehlikeli ilişkiler"ini; ne west end prodüksiyonu ile, ne de benzersiz glenn close, benzersiz john malkovich ve benzersiz michelle pfeiffer'ın (ve gencecik uma thurman ile keanu reeves'in) kendi filmografileri içinde bile en benzersiz performanslarını sundukları stephen frears - christopher hampton uyarlaması filmle karşılaştırmayı aklımdan geçirdim; çünkü yeni yapımlar, mükemmellikleriyle hafızama kazınmış eski yapımlarla boy ölçüşürken zorlanıyorlar.
[evet, önfikirliyim! bazı yapımlar benim için çok özeller ve kolay kolay aşılamıyorlar. aynı; yıllar önce seyrettiğim leonid heifetz rejisiyle cüneyt türel, tilbe saran, cihan ünal, nurseli idiz, kamuran usluer'li istanbul şehir tiyatroları yapımı"vanya dayı"nın eline benim nezdimde hiç bir başka "vanya dayı"nın su dökemeyeceği gibi. bu beni nesrin kazankaya'nın yorumunu seyretmekten ve beğenmekten alıkoymadı; ileriki günlerde ahmet levendoğlu'nunkine de gideceğim; ama kolay kolay başka bir "vanya dayı"ya vurulamayacağım.]

şehir tiyatrolarının "tehlikeli ilişkiler"ine dönersem:
choderlos de laclos'un romanı ve hampton'ın uyarlaması o kadar mükemmel ve cezbediciler ki, sadece ve sadece oyunculuk yeterli olurdu bu oyunda seyircileri göğün üst katlarına uçurmak için. [west end prodüksiyonu da öyleydi zaten: sahnede sadece bir kumar masası vardı.]
elinizde böyle bir konu, metin, diyaloglar, replikler varsa, sahnedeki aynalı atraksiyona hiç gerek yok! ancak ne yazık ki şehir tiyatrolarının "tehlikeli ilişkiler"inin en iyi tarafı da bu aynalar!

"aynalar" derken sahne tasarımını kast etmiyorum; belli ki sahne tasarımcısı yönetmenin fikrini gerçekleştiren kişi sadece.
"aynalar" ancak yönetmenin fikri olabilir çünkü oyuna damga vuracak kadar kuvvetli konumdalar. çok ustaca, teatral ve minimal bir seçim; tek malzeme ile bütün bir oyunun sahnelerini kurmak, aynı zamanda da oyunun anafikrini o tek malzeme ile ortaya çıkarmak, oradan oyunu okumak.

entrikanın başrolde olduğu bir piyeste aynalarla yaratılan yansımalar, yanılsamalar, gerçekliğin parçalanması, çoğalması, bulanıklaşması, kaybolması... ve tabii ki entrikanın mekansal karşılığı labirentler; aristokrat saraylarının aynalı aynasız sayısız koridorlarında, odalarında, salonlarında oynanan, bahçelerindeki yeşil labirentlerde birebir karşılığını bulan aşk ve ihanet oyunları...

tabii, aynaların kullanılış şekli de ustaca: yaklaşık 4 metre eninde ve sahne yükseliğinde, iki tarafı ayna kaplı yüzeyler eksenlerinden döndürülmek suretiyle kullanılıyorlar. yüzeylerin üçü sahne ağzını tümüyle kaplıyor. ikisi ise, üçgen şeklinde derinliğine küçülen sahnenin arka kısmına yerleştirilmişler.
ön yüzeyi sahne ağzı olan üçgenin arkadaki yüzeyleri beyaz perdelerle kapatılmış; zaman zaman üzerlerine projekte edilen görüntüler sahnenin soyut mekanını oyunun tarihsel dönemine ve atmosferine oturtmaya yarıyor.

aynalı yüzeylerin aralanmasıyla kapılar, geçişler yaratıldığı gibi, bu yüzeylerin farklı konumlandırılmalarıyla; arka arkaya hızlıca değişmesi gereken çok mekanlı oyunun farklı mekansal düzenlemelerinin kurulması sağlanmış.
her mekan içerdiği sahnenin fikrine göre düzenlenmiş; aralıklar, sıkışmalar, gerilimler, açılımlar, yoğunlaşmalar yaratılmış. örneğin; ölümcül planların yapıldığı ikinci perdedeki bazı sahnelerin; iki yüzeyin uçlarının hafifçe aralanarak yaratılan yarığın içinde oynanması gibi...

ışık tasarımı da mükemmel.
sahnenin arka kısmının ve yüzeylerin doğru ışıklandırılmasıyla görünürlükleri sağlanmış. ön planda ise, özellikle yanlardan verilen ışıklarla ışık perdeleri yaratılmış.
yüzeylerin hızlıca döndürüldüğü sahnelerde; ilk perdede hiç bir sahneyanı/sahnearkası spotu aynalara yansımazken (yani seyircinin gözünün içine girmezken ve dolayısıyla seyirci salonuna ışık yansımazken); gerilimin arttığı, felakete yaklaşan ölümcül oyunun kızıştığı ikinci perdede dönen ayna yüzeylere yansıyan spotlar bir yandan -şimşek gibi kısa anlarla- seyircilerin gözünü alırken; bir yandan da aynalardan yansıyan ışıkların seyirci salonunda gezinmesiyle seyirci görüntülerinin kesikler halinde sahnedeki aynalara yansıması sağlanmış. bu sayede seyirci aynaların içine çekilmiş; alınmış.

yönetmen "işte yorum, reji budur!" dedirtecek kadar usta.
dönen ayna yüzeyler dışında; ön sahnenin kullanımı da mükemmel. çoğunlukla sarayların iç mekanlarında geçen oyunun diğer mekanlarını (bahçelerdeki sahneleri veya kilise sahnesini) önsahneye yerleştirmiş.
bir iki basamak indirilerek ana sahneden kopartılan önsahne oyunun sonunda, bu sefer yükseltilerek, o iki basamağın yarattığı çerçeve sayesinde madame de tourvel ile valmont'un ölüm mekanına, mezarlarına dönüşüyor.
valmont'un madame de tourvel'i ağına düşürmek için ona aşık olduğunu söylediği sahnenin orkestra çukurunun incecik parapetinin üzerinde (iki tarafı boşluk, bıçak sırtında, dengede, nefesler tutularak) gerçekleştirilmesi çok hoş, ince bir buluş.
oyunun en can alıcı sahnelerinden biri; madame de tourvel'in kapıldığı aşk girdabından/azabından kurtulmaya çalıştığı sahne, bütün bu entrika dünyasının mekanlarından (yani ön ve ana sahne mekanlarından) dışarı atılmış; madame de tourvel hemen seyirci koltuklarının önünde yaşıyor azabını, acısını.

oyuncuların hareket düzeni de mükemmel!
oyunun hemen başında, marquise de merteuil ile valmont'un birbirlerini selamlama sahnesi var ki; bir yandan bütün o 18. yy soylu referanslarını, abartılı ve şaşalı beden dilini içeriyor, bir yandan da sanki eskrim müsabakasındaki iki rakibi betimliyor.
sonrasında; sevişme sahnelerinin, dans sahnesinin koreografileri de müthiş dengeli; ne bayağı, ne de gereksiz yere cüretkar; tam dozunda.

yönetmenin farklı mizansen anlayışlarını kullanış biçimi de mükemmel!
bütünüyle mektuplardan oluşan dahiyane bir edebi yapıt olan laclos'un romanına şapka çıkarırcasına madame de merteuil'ün dış sesinin bir mektubu okumasıyla başlayan oyun, yine bir dış sesin, bu sefer halanınkiyle (oyundaki en ağırbaşlı, olacakları bilen ve şaşırmayan karakterinkiyle) noktalanıyor. oyunun içinde de zaman zaman dış seslerin mektupları okumasına tanık oluyoruz.
yönetmen oyun içinde zaman zaman da karakterleri direkt seyirciye baktırarak mimikler yaptırtıyor, seyirciye dönük konuşturuyor, hatta iletişim kurduruyor (bonbon verme sahnesi). seyirciyi şaşırtmak, bir an afallatmak, kendisine getirmek için illa "in-yer-face" akımına ihtiyaç yok anlaşılan! hatta, tam tersi; sahnede olana uzaktan bakmayı, yabancılaşmayı sağlıyor bu anlar.
danceny'nin elleriyle anlattıklarının müziğe dönüşmesi ve marquise'in sesiyle birleşmesi, madame de tourvel'in yeri göğü yazıyla doldurması gibi pandomime göz kırpan düzenlemelerin hiçbiri sırıtmıyor; tersine çok yerinde, gerektiği kadar kullanılarak yorumun bütünlüğüne katkıda bulunuyorlar.

müzik kullanımı bile; bu kadar eklektik olup da bu kadar yerli yerinde, isabetli olabilir mi; şaşılacak şey! oryantal havalar, caz tınıları, gerilim müziği yanyanalar, ama hiçbiri sırıtmıyor.

kostüm tasarımı da başarılı. ilk perdede ferah, açık beyazların hakim olduğu kıyafetlerin ikinci perdede, masumca aşka düşen madame de tourvel'inki hariç, griye ve en sonda da siyaha dönüşmesi oyunun dramatik çizgisiyle birebir örtüşüyor.

başta "aynalar" dedim, çünkü "aynalar" benim için bu oyunun bütün sahnearkası yaratıcı ekibini simgeliyor, ve herbiri 4-4'lük iş çıkarmış:
koreografi: handan ergiydiren, müzik: kiril dzajkovski, kostüm tasarımı: angelina atlagic, ışık tasarımı: özcan çelik, sahne tasarımı: numen/sven jonke ve "oyunun kahramanı" yönetmen: aleksander popovski.





maalesef oyunculuklar, özellikle de başroldeki üçlü için benzer övgüleri düzemeyeceğim.
metin zaten o kadar iyi ki; hani bazıları için denir ya "telefon defterini okusa bile dinlenir", ben de tam tersten formüle edeceğim: "sokaktan geçen adam bile okusa, bu metin dinlenir". eh, elinizde böyle bir metin var, o zaman insan "ötesini" görmek istiyor.
oyunun ikisi kötü biri iyi; üç başrol karakteri, şehir tiyatroları oyuncuları tarafından maalesef birer şablona dönüştürülmüşler.

selin işcan'ınki; gündelik mimiklerle konuşan, bakan, günümüzün el kol hareketleriyle davranan bir madame de tourvel.
bu öyle bir rol ki, hollywood'da daha önce ciddiye alınmayan michelle pfeiffer'a aslında ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu kanıtlama imkanı sunmuştu. "dangerous liasions"dan öncesi ve sonrasına bakmak yeterli: "the fabulous baker boys" ve martin scorsese'nin "the age of innocence"ı sonrasındakilerden bazıları...

marquise de merteuil rolü ise kalkık kaşlardan, dolu dolu atılan kahkahalardan, el kol sallayışlardan daha fazlasıyla, kanlı canlı bir ruhla doldurulmaya layıktı.
kötünün nasıl hakkıyla oynanacağı ve nasıl bilinçli bir şekilde şablona dönüştürülebileceği konusunda aynı oyuncudan iki örnek: glenn close, ilki için bknz: "dangerous liasons", ikincisi için bknz: "101 dalmatians". şebnem köstem'in geçmişinde muhteşem bir "gayri resmi hürrem" vardır. neden bu sefer kolaya kaçtı bilemiyorum.

gelelim oyunun en canalıcı karakterine; ne sadece kötü, ne sadece iyi; diğerlerinin aksine oyun boyunca değişen, dönüşen, duygudan duyguya geçmesi gereken valmont. avlanırken ava dönüşen, kendi kurduğu tuzağa, aşka düşen, fark ettiğinde ise daha büyük bir avın nesnesi olmanın kontrolsüz öfkesiyle saplandığı kuma daha da gömülen valmont.
levent üzümcü'nün valmont'unda bu değişimlerin hiçbirini okuyamıyoruz; yine sadece kaş kaldırmalarla, bacağı hafifçe öne koymayla sınırlı kalan, nüansların olmadığı düz bir oyunculuk.

"tehlikeli ilişkiler"in parlayan oyuncuları ise madame de volanges'da esra ronabar ile cécile'de ece özdikici.
oyunda tesadüfen karşılaştığım arkadaşlarımla arada ilk paylaştığımız şey ece özdikici'nin parıltılı oyunculuğuydu.

her yaptığını beğendiğim benzersiz tomris incer'e ise pek bir hareket alanı bırakılmamıştı sanki. bu yorumda, sondaki kapanış dışında çok da bir işlevi ol(a)mayan madame de rosemonde karakteri keşke bütünüyle çıkarılsaymış diye geçmedi değil içimden.

...

şehir tiyatroları'nın "tehlikeli ilişkiler"inden biraz buruk ayrıldım. yaratıcı ekibin başarısı ne kadar gözümü ve aklımı kamaştırsa da, bir tiyatro oyununda seyirciyi avucunun içine alacak kadar kuvvetli olması gereken esas ögenin, yani oyunculukların yeterince iyi olmaması, "tehlikeli ilişkiler"den aldığım keyfi azalttı...

7 Ocak 2011 Cuma

yakındoğu'da ihanet / özen yula / biriken

gece daha yeni başlamışken soğuk ıslak ıssız sokaklardan geçerek kulaklarım üşümüş evime mekanıma yuvama vardığımda beni avutacak biraz da alıp götürecek yakındoğu’dan ama öyle fazla da uzaklara soğuklara bambaşka coğrafyalara kültürlere değil elimden sımsıkı tutup tanıdık yerlerde gezdirecek bir müzik aradım kütüphanemde. içinde kaybolup gitmek istedim. beni benden alsın biraz. bu coğrafyadan da yalnızlığımdan da alsın. çoğaltmasın duygularımı azaltsın söndürsün istedim. zaten 60 dakika boyunca ayna tutulmuş gibi geçmişime seyrettiğim tek kişilik isyan yeterince köpürttü içimi. o 60 dakika yaklaşık 40 yıldır yaşadığım aşkın bile ihanetle öğretildiği bu yakındoğu coğrafyasının bazen göstere göstere bağıra çığıra yüzüme haykırdığı bazen de sinsice kulağıma fısıldadığı bütün sev veya terk et’lerini yaşatmışken bana nasıl da aramam şefkatli bir kucak sıcak terli kocaman bir el. bir kadın sesiyle başladım avunmaya. natacha atlas’a “mon amie la rose”u söylettim önce. sonra da “bahlam”ı. “bahlam”ı birkaç kere tekrarlattım. ardından koyu bir erkek sesi iyi gelir düşüncesiyle abed azrie’yi koydum. yaralarımı sarabildiler mi yoksa benim için de yakındoğu’dan tek ve son çıkış köprüden mi!...





özen yula’nın “yakındoğu’da ihanet” adlı oyununu melis tezkan ile okan urun’dan kurulu biriken topluluğu sahneye taşıyor.

bilinç akışı mantığında yazılmış metni okan urun oynuyor; oynamanın da ötesine geçiyor; bizleri de peşinden sürüklüyor. urun’un taktığı telsiz mikrofonun görüntüsü ve hoparlörlerden gelen metalik sesi bile beni yabancılaştıramıyor; metnin derdi o kadar “bu topraklara ait” ki ve metin ile oyunculuk o kadar örtüşüyor ki, istemeseniz direnseniz de kapılıyorsunuz.

din, iktidar, üstü örtülü totaliterlik, tek seslilik, hainlik, güvensizlik, baskı, korku… ve bir de “dil” meselesi: kelimeleri ve dili ustaca kullanan özen yula’nın karakterine sadece 300 kelimelik bir dilin bu coğrafyadaki insanların birbirleriyle doğru düzgün anlaşması için yeterli olacağını söyletmesi yakındoğu’daki toplumsal fakirleşmenin en bariz “gösterge”lerinden biri olsa gerek.

yakındoğu’nun gerçekleriyle örülmüş kabuslarında okan urun’a, bütün bir yüzeyi kaplayan video görüntüleri eşlik ediyor. kah 70’lerden bir film parçası, kah orman görüntüleri, kah soyut anlamda kullanılan kuru dallar, sıçrayan sular, sayılar, kelimeler metnin hissiyatını kuvvetlendiriyor, urun’a arkaplan sağlıyorlar.

“yakındoğu’da ihanet” 20 ocak’ta da, istanbul’un kadim kimliğini hala koruyan ender dokularından birinde bir apartmanın birinci katındaki galataperform’da.

6 Ocak 2011 Perşembe

"belki"lerin hiç bitmemesi için...


"vanya dayı"nın en sevdiğim sahnelerinden birinde sonya üvey annesi yelena andreyevna'ya şöyle der: "yok, belirsizlik daha iyi... ne de olsa umuttur..."
20. yüzyılın hemen başında çehov'un sonya'sının belirsizlik, gerçeği bilmemeyi/öğrenmemeyi seçme üzerinden beslediği umudu, aynı yüzyılın sonlarına doğru sabahattin kudret aksal’ın "bay hiç" oyununun yalnız kadını da paylaşıyor.
bambaşka bağlamlarda; biri kırsalda diğeri kentte, biri rusya'da diğeri türkiye'de ve belki de dünya'nın herhangi bir metropolünde iki kadın, iki insan. yıpranmış ve yalnız.

aksal'ın yalnız kadını önce kendine erkek bir karakter yaratıyor; sonra onu giydiriyor, sonra da ona roller biçiyor: belki bir şair, yok olmadı, belki sokaktan geçen mutsuz bir adam, yok bu da değil, o zaman olsa olsa bir vampir olmalı, hayır fazla olağanüstü oldu, demek ki eski kocasının muhbiri, onu gözetlesin diye yollanmış, yok maalesef bu da değil, eh o zaman ancak bir hırsız olabilir, en mantıklısı bu, birdenbire kapısına dayandığına göre, ama bu da değil. peki ne? kim bu adam?

gecenin sakinliğinde ("in the still of the night") birdenbire çıkagelen bu esrarengiz adam, bu koyu renk şapkalı ve koyu takım elbiseli adam (uzaktan uzaktan rene magritte'in melon şapkalı koyu takım elbiseli adamını çağrıştırıyor) bir hiç aslında; "bay hiç"; kadının hayalinde kurduğu bir figür, yalnızlığına yoldaş olmasını umarak... bay hiç kadının aynadaki aksi; bir kilometre ötedeki diğer pencerenin soluk, titrek ışığı.

"bay hiç"te ülkü duru ile iştar gökseven'e kırmızı, yıpranmış bir berger koltuk eşlik ediyor; hiç bir şeyin olmadığı sahnede yalnız başına duran tek bir koltuk.
enver başar'ın ışık tasarımı ustaca; karanlıkları delen, delmeye çabalayan aydınlık çerçeveler; hayalgücünün pencereleri...
kerem ayan'ın rejisi abartısız ve işlevsel; temel olana, öze odaklanmış; hiç bir fazlalılığı yok.

5 Ocak 2011 Çarşamba

kapkara erkekler dünyasında pişen "kebap"



“kebap”ın sonunda alkış yok, oyuncular selama çıkmıyorlar; seyircilerin arasına karışıyorlar. zaten, başta da seyirciler salona girdiğinde onlar bir sıra sandalyede oturuyorlardı; bizlerden, seyircilerden biriydiler. sadece; ışıklar karadığında spot onlardan ikisini aydınlattı, onlar da başladılar anlatmaya; onların hikayesini izledik; hepimizin başından geçebilecek bir hikayeyi.

yeni, mutlu ve insani bir hayat hayaliyle irlanda’ya giden biri kız, diğeri erkek iki romenin uçakta tesadüfen konuşmalarıyla başlayan “kebap”, devamında kızın irlanda’ya önceden yerleşmiş erkek arkadaşının da dahil olduğu, “insanlıktan çıkma pahasına ayakta kalma” öyküsü anlatıyor.

öykü evrensel; isveç’te de geçebilirdi, almanya’da da… türklerin başından da geçebilirdi, moldavların başından da…
cinsel obje ve “et” kadın, erk ve para peşinde erkek, mutlu ve insani bir hayata kavuşma uğruna harcanan masumiyet, günlük hayatın bir parçası haline dönüşen cinsellik ve şiddet. kapılınan hayaller ile kapana kısılmışlık arasındaki çıkmaz sokak.

“kebap”da sahne, seyirci kısmı, kulis yok. hayat bir oyun sahnesi, veya oyun aslında hayatın ta kendisi; ayırım yok.
gerekli bütün aksesuarlar sahnede; elbise, aksesuar değişimleri, efektler (kan, su, yara izleri) sahnede gerçekleştiriliyor.
salonun dışındaki olaylar canlı yayınla sahnedeki bir yüzeye yansıtılıyor. bazen sahnedeki olaylar da canlı video kamerası görüntüleriyle sahneye düşürülüyor; “o, filmlerde seyrettiğiniz görüntülerin “kurgu” olduğunu zannetmeyin sakın! hepsi gerçek!” dercesine.

oyunun önemli ögelerinden biri karafatmalar gibi hepsi siyahlar içinde “erkekler dünyası”nı oluşuturan erkekler korosu.
başroldeki erkek karakterin bir parmak çırpmasıyla harekete geçiyorlar; bir kötünün tek hareketi yetiyor bir kalabalığı harekete geçirmeye; o tekil erkek çoğalıyor, güruha dönüşüyor; dünyayı saran, doğu batı güney kuzey, hangi ülkeye, hangi coğrafyaya gitseniz göreceğiniz erkek “kalabalığı”.

erkekler dünyası'nın hareket düzeni ustaca kurgulanmış; oyunun tek “kurgu” ögesi onlar olmasına rağmen, kalabalık olma halini başarıyla “gerçek”leştiriyorlar. oyunun erkek karakterlerinin temel güdülerinde onlar da harekete geçip (örneğin iki erkeğin el sıkışmasının tok sesi gibi), altı çizilmek isteneni vurguluyorlar.
bir sahnede üstleri çıplak altları siyah pantolonlu olarak, üzerinde sadece iç çamaşırları olan kızla yaptıkları koreografi sanki, madonna’nın da bir klibinde öykündüğü marilyn monroe’nun smokinli erkek kalabalığıyla yaptığı danstan esinlenilmiş.

erkeğin cinsellik ve şiddet dolu fantezilerine alet olan kadının kaçınılmaz sonu. işin daha da acı, insanlık adına acınası tarafı, buradaki “kadın”ın reşit bile olmaması. (konu bu açıdan, lukas moodysson’un “lily 4 ever” filmiyle paralel.)


dot’tan beri sahnede kan, kusmuk, şiddet görmeye alışmıştık; “kebap” da istinasız bunların hepsini sunuyor bize, ancak çok çarpıcı bir farklılıkla: “kebap”ın [dikkat ettim, bir türlü “oyun” kelimesini kullanmaya elim gitmiyor] sonunda karakterlerin [aynı şekilde “oyuncular” diyesim de yok] selama çıkmamaları!!!
seyirci olarak öylece kala kalıyorsunuz; “bravo”lar attırıp, çılgın çılgın alkışlayamıyorsunuz. seyirciye “bu seyrettiğim şiddet, kan, kusmuk oyun icabı aslında ve siz oyuncular çok güzel oynadınız” diyerek “sıyrılma” şansı tanınmıyor. ve bu da “tanık olunanları” bir kat daha etkili kılıyor.

actors without borders istanbul yapımı olan “kebap”ın yazarı gianina carbunariu, tasarlayan ve yöneteni zişhan uğurlu.
“kebap” 11 ocak’ta yine kumbaracı50’de.

4 Ocak 2011 Salı

yılbaşı gecesinin ışığı: luz casal



yıllarca paris operası’nın yöneticiliğini yapmış; alain platel’in “wolf”ü, michael haneke’nin “don giovanni”si gibi tartışmalı yapımların yolunu açmış intendant gerard mortier geçen yılın başında paris’ten önce new york’a transfer olacaktı, son dakikada madrid teatro real’e (kraliyet operası’na) geçti. ayağının tozuyla, bağlantıları sayesinde 31 aralık silvester akşamı gala programını arte’den naklen yayınlattı.

gershwin’in “küba üvertürü” ile başlayan program zarzuelalar, compania antonio gades’in “carmen”inden bölümler, usta gitarist juan manuel cañizares'in kısa konseri ve aida gomez ile cristian lozano solo ve duo danslarıyla devam etti.
damardan ispanyol bir menü hazırlanmıştı. fazla klasikti. mortier’in yenilikçi, denemeye açık, zaman zaman sansasyonel yaklaşımı pek hissedilmiyordu. ispanyol sahne sanatlarından daha yaratıcı, daha çağdaş bir derleme olsaydı keşke. neyse…

programın benim için en heyecanlı ve olağandışı bölümü luz casal’dı.
evet, geçtiğimiz haziran’da istanbul konseri son dakikada duyurulan ve -yeniden teşhis konulan kanser yüzünden- duyurulduğu gibi de son dakikada iptal edilen luz casal tekrar sahnelerdeydi.

haziran’da acilen ameliyat olmuş, aradan geçen süre zarfında iyileşmiş olmalıydı. saçları oldukça kısa, kendisi biraz yorgun gözüküyordu. senfoni orkestrası eşliğinde tek bir şarkı söyledi: “piensa en mi”. s
ahnede gözüktüğü anda “bravo”lar yükseldi, şarkı bittiğindeyse madrid seyircisi çılgınca alkışladı luz’u. kanseri yenmiş olup olmadığını bilmiyorum ama görünen o ki morali yüksekti.

internet sitesinden anlayabildiğim kadarıyla luz casal 4 şubat’ta madrid’de kanser derneği yararına bir konser verecek.
umarım bir an önce eski sağlığına kavuşur, müzik çalışmalarına ve dünya konserlerine kaldığı yerden devam eder. umarım yolu istanbul’a düşer…

3 Ocak 2011 Pazartesi

metropolis II / chris burden

18 şeritten oluşan bir otoban ve 1200 oyuncak araba.
yeni yıla ve yeni bir haftaya başlamak için birebir!