1 Eylül 2010 Çarşamba

"Belki de bir kederi sahiden anlamak için ondaki komik yönleri bulmak lazım önce."


"Dediğim gibi, kendini kandırmadan yaşamanın ne anlamı var. Çıplak gerçekler kimi tatmin edebilir ki! Bir derviş ya da manyakoğlumanyağın teki değilseniz olayları küçültmeden ya da büyütmeden, oldukları gibi kabul ederek yaşayamazsınız."
- emrah serbes
("erken kaybedenler"den, iletişim yayınları)

...

ağustos sonu sıcağında cuma öğleden sonrası telaşı, sokaklar kalabalık; koşturanlar, tahsil peşinde koşanlar, haftasonuyla birleşen 30 ağustos pazartesi tatili için koşuşturanlar...
osmanbey'den nişantaşı'na inen ana caddenin dar kaldırımlarında birbirlerine sürtünerek geçen, olmadı birbirlerine çarpan, becerince aradan sıyrılan bir kalabalık. sıcak bunaltıcı; herkes kendi derdinde.

çoktandır okumak istediğim "ankara polisiyeleri"nin birincisini remzi'de bulmuş, ikincisi için umutsuzca da olsa şansımı d&r'da denemek için nişantaşı'na doğru hızlı hızlı yürürken nedense gözüm önümdeki uzun boylu genç çocuğa takıldı. kot pantalon, gri tişört, enseyi geçen saçlar, belli ki sakallı, omuzunda çapraz asılı siyah bir çanta, elinde kocaman bir bavul, tekerlekli, hızla çekerek yürüyordu.
bir anda, evet ancak bir saniye sürebilecek tek bir anda, çocuğun elindeki bavul, kaldırımın kenarında duran başı eşarpla bohem sanatçı tarzı bağlanmış genç kızın eline geçti. bir anda!
kız biraz heyecanlı gibiydi.
şaşırdım, biraz afalladım, acelem olduğu için hızımı kesmedim, genç çocuk da hızını kesmedi, önümden yürümeye devam etti ve önümüze çıkan ilk sokaktan sağa içeri saptı. ben devam ettim.

az önce tanık olduğum şey bir "teslimat" mıydı!
normal bir arkadaş veya tanıdık değiş tokuşu olsa, ikisinin durup sohbet etmeleri, en azından birbirlerine selam vermeleri, iki çift laf etmeleri gerekmez miydi!
böyle, anlık bir alış-veriş, kendi derdi peşinde bir yerlere yetişmeye çalışan sıcaktan bunalmış cuma öğleden sonrası kalabalığının ortasında hiç dikkat çekmemiş olmalı.
benimkinin dışımda!

yoksa, zamanla yarışarak bir polisiye kitap peşinde koşan benim muhayyilemin ürünü müydü gördüğüm!

bir an, polise gitmeyi düşünmedim değil. ama o zaman kitabı bulup, servise yetişemeyip havalimanına geç kalabilir, beni kuzey ege'nin cam gibi soğuk denizine kavuşturacak uçağı kaçırabilirdim.
evet belki bencil davrandım, ama nereden bilebilirdim başıma iş açılmayacağını; başvuracağım polislerin, ileriki günlerde okuyup hayran kalacağım ankara polisiyelerinde konu edilen cinayet masası başkomiseri ve ekibi gibi, olayı ne kadar çetrefil de olsa çözebilecek nitelikte olacaklarını.

...




emrah serbes'in ankara polisiyeleri "her temas iz bırakır" (2006) ve "son hafriyat" (2008) son yıllarda okuduğum en iyi polisiye edebiyat, hatta en iyi türkçe edebiyat örneği diyemeyeceğim.
çünkü maalesef son yıllarda, üniversite yıllarımda olduğu gibi, hakkıyla takip edemiyorum edebiyat dünyasını.
ancak şu kadarını söyleyebilirim; iki kitap da tür olarak "polisiye"yi kat be kat aşıyor, yoğun bir edebiyat tadı ve türkçeyi kullanma kıvraklığı barındırıyor, ve müthiş bir heyecanla (buradaki "heyecan" gerilim anlamında değil, etkileyici ve güzel bir şeyle karşılaşmış olmak anlamında) ve keyifle okunuyor.

emrah serbes'in ankara polisiyeleri son yıllarda yerli-yabancı polisiye romanlarda veya filmlerde rastladığımız birbirinden ilginç polis karakterlerine yenilerini ekliyor.
aslında bu anlamda, yani; biraz hayata küsmüş, özel ilişkilerinde sorunlu, başına buyruk bir başkomiser, onun genç, delidolu, biraz zıpır biraz komik astları ve kaale alınmayan üstlerinden kurulu karakterler galerisinde bir yenilik veya farklılık yok belki.
ancak, serbes'in bence en önemli artısı; her ne kadar karakterlerine sempatiyle yaklaşsa da onlara acımaması! serbes'in romanları katharsisle sonlanmıyor; tersine, okuyucu başkarakter ile birlikte kaosa ve koyu karanlık umutsuz bir dünyaya bırakılıyor.
etrafımıza bakınca, hele de en az 40 yıldır bu ülkede yaşıyorsanız, serbes'in çizdiği bu karanlık dünyanın maalesef çok isabetli olduğunu görmemeniz mümkün değil!

ilginç ve inanılmaz olansa ve tabii serbes'in başarısı; başkomiser behzat ç. ve ekibi hikaye boyunca arka arkaya tasvip edilemeyecek bir sürü icraatte bulunuyor olsalar da sizin; demokrasiye, kanunlara ve polisin bu ülkede artık haddini bilmesi gerektiğine inanan bir okuyucu olarak, onlara kızamıyor olmanızda yatıyor.
hele "son hafriyat" adlı ikinci romanda, aslında sempati duyacağınız, empati kuracağınız, daha doğrusu, yaptığını haklı göreceğiniz, hadi bütün bunları yapamadınız, ama gönül rahatlığıyla da "kötü" damgası basamadığınız karakter seri cinayetler işleyen katilin kendisi!
çünkü tam da kitabın başında serbes'in rakel dink'in konuşmasından alıntı yaptığı üzere o seri katil "bir bebekten bir katil yaratan karanlık"tan fazlasıyla muzdarip olmuş, o karanlığın kurbanı olmuş birisi!

emrah serbes, romanları üzerinden devletin faşist, baskıcı ve sorgusuz infazcı icraatlarla yıllar boyu bizzat yarattığı o karanlığın köklerini deşiyor.
bu yüzden de, serbes'in ankara polisiyeleri her ne kadar keyifle okunsa da, hatta bazı sayfaları okuyucuyu yüksek sesle güldürecek kadar eğlenceli de olsa, son kertede iç acıtıcı, hazin ve hüzünlü bir ton barındırıyorlar.

ilginç karakterler (hayalet, akbaba, harun, şule-jale-berna-ya-da-selma,...), detaylar (tekel birası, 216, megane, gençlerbirliği,...), komik durumlar (polislerin küresel ısınmayı tartışması, ankara'daki belediye icraatları, avrupa birliği mevzuatları,...) ve oldukça özgün simetrik kurgu (betül/berna, aykut/alp, babalar ve kızlar, intihar, asansörde kalma,...) gibi ankara polisiyelerinin diğer başarılı yönlerinin yanısıra serbes'in ustaca yaptığı bir şey daha var: sokaktaki sade vatandaşın, sıradan insanın anlık tepkilerini anlatıya çok ustaca yediriyor.
tabii, bu tepkiler o kadar absürd ki, gülmeden edemiyorsunuz; ama maalesef bir o kadar da gerçek, bir o kadar da bizim toplumumuza has!

polisiye olmayan "ergenlik" öykülerini içeren "erken kaybedenler"ini okuyunca ise, aslında serbes'in bu sade vatandaş, sıradan insan portreleriyle sokağın nabzını çok iyi tuttuğunu, arka mahallelerin atmosferini çok iyi bildiğini anlıyorsunuz.

"erken kaybedenler", tesadüf bu ya, bu aralar okuduğum başka bir öykü derlemesine, tekinsiz karakterlerin ve tekinsiz durumların benzersiz yazarı ian mc ewan'ın [yabancı kucak (the comfort of strangers), sonsuz aşk (enduring love), kara köpekler (black dogs) ve niceleri...] yeniyetme çağının bütün gizemini, sapkınlığını, saplantılarını ve meraklarını içeren "ilk aşk, son törenler" adlı kitabıyla çok paralel.
ikisine de konu olan erkek çocuklar; mc evan'ın ingiliz yeniyetmelerinin de serbes'in türk ergenlerinin de başı cinsellikle dertte. serbes'inkiler üstüne üstlük bir de, işsizliğin hüküm sürdüğü faşist bir ortamda büyüyor olmanın sancılarını taşıyorlar.
bu çocuklar genellikle aile kavramı çerçevesinde ele alınmış, ya da şöyle söyleyebilirim: serbes'in üç kitabında da çocuk-ebeveyn ilişkisi çok belirleyici. serbes, çocuğun kimliğinin kendi bireyselliğiyle değil, etrafındaki ortamla, özellikle de "sakat" aile ortamı ile nasıl şekillendiğine ve "arızalaştığına" bakıyor. bireyin toplumsallaştığı ilk ortamın aile olduğunu düşünürsek ve türk aile-toplum yapısını gözönüne alırsak serbes'in yaklaşımı çok sağlam.

ankara polisiyelerinden ilki bir intihar olayını çözümlüyor, ikincisi ise bir seri katil cinayetlerinin peşinden gidiyor; yani, teknik olarak iki ayrı polisiye strüktürü kullanılmış.
ancak iki romanı da birleştiren, serbes'in sadece kriminal heyecana oynamıyor olması; iki romanda ve hikaye kitabında toplumsal ve siyasal arkaplan çok güçlü; müthiş bir sistem/atmosfer tespiti ve -anlayana- müthiş bir eleştiri var; bolca ironi de cabası.


...



iyi kitaplar dışında kimsenin elinden tutmadığını, yazdıkça kolaylaşan değil zorlaşan yazmak eyleminde iyi yazarlar dışında kimseyi rehber almadığını ve her şeyden önce kişinin kendi sezgilerine, hayalgücüne ve yaratıcılığına güvenmesi gerektiğini söyleyen emrah serbes polisiyeye şimdilik ara vermiş olsa da, arkadaşlarının karizmatik olacağına dikkat çekmeleri üzerine ankara polisiyelerini ikide bırakmayıp, son olarak üçüncüyü de yazacağını belirtiyor. çok sevindim.
başkomiser behzat ç. ve ekibinin maceralarının televizyon dizisine dönüşme fikrine ise, ben de emrah serbes gibi, pek sıcak bakamadım. hele de yönetmen koltuğunda serdar akar olacaksa; serdar akar bir yönetmen olarak o kadar akademiktir ki! zaten senaryoları yazma işini serbes bir arkadaşına devretmiş...

müptelası olanlar zaten takip ediyorlardır emrah serbes'in afili filintalar'daki maddelerini. benim gibi yeni tanıyanlar ise arayı kapama telaşında olmalılar...
son olarak; "erken kaybedenler" çıktığında radikal kitap'ta yayınlanmış çok oturaklı bol aforizmalı söyleşisini bütünüyle tavsiye ederim.

2 yorum:

  1. Afili Filintalar'da ben de çok keyifle takip ediyorum ama şimdi okuma listemde en üst sıraya yükseldi.

    YanıtlaSil
  2. Bu aralar dönüp dönüp 60. maddeyi okuyorum ve düşünüyorum sanırım yaşadıklarımdan öğrendiğim hiçbir şey yok ...

    ...gitmek istemediğin şehirlerden geliyorum geceleri. rüyalarında kuruyan nehirlerden geliyorum...
    Ne güzel yazmış...

    Yaz bitince böyle oluyorum ben...

    YanıtlaSil