27 Ağustos 2010 Cuma

louis malle filmleri


louis malle: sıradışı karakterlerin sıradışı hikayelerini, olağanmış gibi anlatan fransız yönetmen; yumuşak anlatım tarzıyla, belli etmeden her filminde yerleşik kabulleri altüst etmiş yönetmen.
58'de jeanne moreau'lu "les amants" gerek evli kadının eşini aldatma şekliyle gerekse sevişme sahnelerinin koreografisiyle ne kadar ses getirdiyse, ve hatta ingiltere ve amerika'da sansüre uğradıysa, 70'lerin sonunda brooke shields'i çocuk fahişe olarak oynattığı "pretty baby", 90'larda herhangi bir hollywood filmindeki sevişme sahnelerinden çok farklı, özgür ve rahat sahneleriyle "damage" bir o kadar sansasyon yarattılar.

ancak bence asıl ilginç olan louis malle'in, tabuları yıkarken ne provokatif, ne saldırgan ne de kızgın bir dili tercih etmesi [bknz: pasolini, pialat, bellocchio], tersine sanki alışılmadık bir şey anlatmıyormuş, göstermiyormuş gibi sakin, kendinden emin, doğal ve rahat davranması.
tuzu kuru burjuva bir aileden gelmesinden mi kaynaklanıyor filmlerindeki bu sakinlik, doğallık hissi yoksa, bütün fazlalıkları atarak sadece gerekli olana yoğunlaşmış usta sinemacı robert bresson'un asistanlığını yapmış olmasından, sinemaya belgeselle başlamış olmasından mı?

...


malle'den ilk 1991'deki festivalde "milou en mai" (mayıs'ta milou)'yu seyredip hayran olmuştum. [etrafta, 1-2 sene önceki "au revor les enfants" (hoşçakalın çocuklar)'ın ne kadar etkili bir film olduğu, hatta bir başyapıt olduğu konuşuluyordu. ben kaçırmıştım; bu filmi ancak yıllar sonra, önce vhs'den sonra da bir kültür merkezinde büyük perdede izleyebilecektim.]

"mayıs'ta milou"nun emek'teki gösterimi sırasında bir kaç kere elektrik gidip gelmiş, jeneratörün devreye girip çıkmasıyla da film durmadan kesilip kesilip tekrar başlamıştı. bu sinirbozucu olumsuzluğa rağmen; '68 olayları paris'i kavururken, taşrada oturan yaşlı annenin ani ölümü üzerine biraraya gelen fransız burjuva ailesinin günlük kaygılarını, miras kavgalarını, aile içi aşk hikayelerini kah eğlenceli kah hüzünlü bir dille anlatan film bütün salonu etkisi altına almıştı.
fransızların başarılı aktörlerinden michel piccoli'yi -nedense- hiç sevmememe rağmen, bir tek bu filmde ona katlanabilmiş, hatta şimdi geriye bakınca, -günümüzün moda deyimiyle- kendisiyle- empati bile kurabilmiştim. bu filmde yine kendisinden hiç haz etmediğim miou miou da oynuyordu; ve -nedense- bu filmde ondan da negatif elektrik almamıştım.

bunun nedenini, yıllar sonra, louis malle'in çoğu filmini tekrar arka arkaya dvd'den seyredip, sinemasına daha yukardan bakma imkanım olunca anladım sanıyorum: louis malle'in, filmlerinde yarattığı/yaşattığı karakterlerle kurduğu teklifsiz ilişki.
en sevimsiz olabilecek, en tasvip etmeyeceğiniz şekilde davranan karakterlerine; örneğin "le feu follet"de son 24 saatini yaşayan ve intihar edecek olan alain'e, "lacombe, lucien"de nazi işgali altındaki fransa'da naziler için çalışarak adam öldüren, yahudileri tehdit eden 17 yaşındaki okuma yazma bilmeyen "vahşi" lucien'e, "damage"de politik kariyerini ve mutlu ama heyecansız aile hayatını tehlikeye atma uğruna oğlunun sevgilisine tutkuyla bağlanan stephen'a; bile bir şekilde kızamıyorsunuz, hatta sempati duyuyorsunuz, anlamaya çalışıyorsunuz ve giderek anlıyorsunuz... hadi anlamasanız da yargılayamıyorsunuz!

...


1993'te sinemalara juliette binoche ile jeremy irons'lı "damage" geldi; yurtdışı ve yurtiçinde eleştirmenler filmi pek beğenmediler, ben ise hayran oldum.
kieslowski'nin fetiş bestecisi zbiegniew preisner'ın mükemmel ötesi müziği, bir sene önceki filmi "les amants du pont neuf" ile bütün seyirciler gibi beni de hipnotize eden juliette binoche başta olmak üzere rollerine cuk oturan oyuncu kadrosu (kendini aşka kaptıran jeremy irons, soğuk eş miranda richardson, aldatılan masum oğul rupert graves), ve josephine hart'ın sansasyonel romanının tutkuyu anlatan hüzünlü tonu beni büyülemişti.



o yıllarda, 70'li yılların kült filmleri tek tük yeniden vizyona giriyordu. [tony scott'un, schubert'in üçlüsü ve delibes'in lakme'si ile bezenmiş, gelmiş geçmiş en hüzünlü ve en iyi vampir filmlerinden biri olan; david bowie, catherine deneuve ve susan sarandon'lu "the hunger" (açlık)'ı bu vesiye ile sinemada seyretme imkanım olmuştu.]
malle'in de 70'lerin sonunda amerika'da çektiği iki film vizyona girmişti dünya sineması'nın küf kokan salonunda: "pretty baby" ve susan sarandon - burt lancaster'lı "atlantic city". iki film de hiç eskimemişti; 70-80'li yıllara nasıl hitap ediyorsa, 90'larda da aynı şekilde etkileyiciydiler.

"atlantic city"nin hemen başında "la casta diva" eşliğinde susan sarandon'un mutfak penceresi önünde portakal ile kollarını yıkadığı bir sahne vardır, ve kamera geriye doğru kaydıkça, karşı dairenin içine girip, burt lancaster'ın seyrettiğini görürüz; sinema tarihinin en mükemmel açılış sekanslarından biridir kanımca.

ilki new orleans'ta, ikincisi adı gibi atlantic city'de geçen bu filmler; konularının olağandışılığı ve oyunculuklarının mükemmeliği bir yana, malle'in, son yıllarında yaşamaya başladığı amerika'yı ne kadar iyi gözlemlediğini gösteren çok iyi filmler. bunda malle'in belgeselcilikten gelmesinin ve bu dönemde amerika üzerine de iki uzun metrajlı belgesel çekmesinin büyük etkisi olsa gerek.

...


malle'in son filmi "vanya on 42nd street" (vanya 42.cadde'de) de oynamıştı festivalde.
aklımda yıllar önce şehir tiyatrolarında hayran kalarak dört defa seyrettiğim leonid heifetz imzalı, müthiş kadrolu "vanya dayı" [eskici dükkanı serimde bir gün "vanya dayı"yı da yazacağım, kişisel tarihimin unutulmaz deneyimlerinden biri olarak], girmiştim alkazar'dan içeri.

malle'in vanya uyarlamasına başta biraz şaşırmış, ama seyrettikçe, bir oyunun ruhundan kaybetmeden ancak bu kadar başarılı şekilde başka bir zamana/mekana/bağlama uyarlanabileceğini fark etmiştim; enfesti.
anafikir çok basitti: manhattan'da yıkılmaya yüz tutmuş, terk edilmiş bir tiyatro binasında biraraya gelen oyuncular "vanya dayı"nın okuma provasını yaparlar.

mekan: görkemli günleri geride kalmış, metruk ama vakur, endamlı ama geçkin, bir zamanlar zengin olup da sonradan yoksullaşmış köklü aristokrat aileler gibi görmüş geçirmiş bir tiyatronun içi.
genel olarak çehov'un özel olarak vanya dayı'nın ruhunu ancak böyle bir mekan yansıtabilir, ona mükemmel bir fon olabilir, gerekli atmosferi yaratabilirdi.

sırf bu mekan seçimi bile yeterliyken malle başka bir hinlik daha yaparak uyarlamasını benzersizleştirmişti:
oyuncuların gerçek hayattaki (yani film içindeki) sohbetleriyle "vanya dayı"nın metnini içiçe geçirmiş; replikler oyundan mı, yoksa oyuncular kendi aralarında mı konuşuyorlar belirsizleştirmiştir. böylece oyuncuların gerçeği ile provasını yaptıkları oyunun kurgusu arasında geçişler bulanıklaşır; vanya dayı 42. cadde'ye, çehov amerika'ya taşınmış olur.

benim için "vanya 42. cadde'de" en az heifetz'in yönettiği şehir tiyatroları prodüksiyonu kadar etkileyici ve mükemmeldir.

...

louis malle o yıl, 1995'te vefat eder.

aradan yıllar geçer louis malle'siz. hayattayken her yeni filmini programına alan festival, bir toplu gösterim düzenlemeyi düşünmez. jeanne moreau film festivaline ozon'un filmindeki kısa rolü dolayısıyla davet edilir; halbuki moreau'nun sinemadaki çıkışını sağlayan malle'dir.



geçen sene, fiyatını uygun bulunca yurtdışından biri 4, diğeri 5 filmlik iki louis malle seti ısmarlamıştım. yıl içinde bir türlü fırsat bulamayınca bu yaza kaldı seyretmek.
tesadüf bu ya, arte'de 1.5 saatlik bir louis malle belgeseli ve bu setlerde olmayan "viva maria" ve "vie privee" filmleri oynadı. tam bir louis malle retrospekifi oldu; kendi kendime bir "louis malle toplu gösterisi" düzenlemiş oldum.



bu gösterinin en merakla beklediğim filmi, hiç kuşkusuz, malle'in 25 yaşında çektiği ilk filmi jeanne moreau'lu, 1958 yapımı "ascenseur pour l'échafaud" idi.
94-95 yazında rumelihisarı'nda serin, loş ve küçük bir home-office'de (o zamanlarda daha bu tabir de ortalıkta yoktu, kavram da) aynı enver ibrahim'in kudsi ergüner'li aşkın müziği ile tanışmam gibi, malle'in bu ilk filminin miles davis imzalı müziğine de aşina olmuştum. sevgili dostum nuray'ın usulca tanıştırdığı, tanıttığı nice güzelliklerden ikisi...
o zamandan beri, kapağında başına buyruk, fütursuz bir şekilde uzaklara bakan jeanne moreau olan albümünü ezbere bildiğim bu filmi pek bir merak ediyordum. beklentimi karşıladı.




daha sonra, 1963 yapımı "le feu follet"de de seyredip hayran kalacağım maurice ronet'yi de ilk defa bu filmde seyrettim.
ronet, özellikle ikinci filmde melankolik, hayata küsmüş, sıkılmış ve intihara meyilli protagonist alain'de çok iyi bir oyun çıkarıyor. ayrıca, bütün film boyunca üstünde taşıdığı gri balıksırtı kumaştan takım elbiseyle pek hoş ve karizmatik.
araştırınca öğrendim, meğer o takım ve diğer kıyafetler malle'inmiş; her ne kadar malle'in intihar etmek gibi bir girişimi veya meyli olmasa da, ronet'nin oynadığı karakter bir anlamda malle'in alter-egosuymuş. senaryoyu malle, yakın zamanda intihar etmiş bir arkadaşından esinlenerek yazmaya başlamış, o süreçte karşısına çıkan tam da bu konuyu işleyen pierre drieu la rochelle'in aynı adlı romanının uyarlamasına dönüştürmüş.
ronet'nin yanısıra filmde -fransız yeni dalga sinemasının fetişi- paris sokakları başrolde. sonlara doğru ise kısa bir rolde moreau'ya hayran kalmamak elde değil.





moreau ile malle'in hemen ilk ortaklıklarından sekiz ay sonra vizyona giren ikinci filmleri "les amantes" (aşıklar) da ikisinin filmografisinde önemli bir yere sahip; zira çoğu eleştirmene ve sinema kuramcısına göre, her ne kadar malle yeni dalgacılara mesafeli dursa da, estetik, yapım metodu ve ideloji olarak yeni dalga akımını etkileyen bir film.
başta da dediğim gibi "aşıklar" kadın cinselliğine getirdiği özgür bakış ve kadının eşini aldatmasını yargılamayan tavrı ile, gösterildiği yıllarda fransa'dan amerika'ya skandal yaratmış, sansüre uğramış.


bence hala bu tarafıyla alışılmadık, çarpıcı ama benim için filme dair daha önemli bir izlenim; çok sevdiğim brahms'ın 1 numaralı yaylı çalgılar altısı'nın eşliğinde sevgililerin ayışığında doğanın içinde yaptıkları romatik gezinti sahnesi. tabii bir de, moreau'nun hemen bu sahne öncesinde söylediği "aşk tek bir bakışta gizlidir" sözü.


...

louis malle 70'li yıllarda da tabu konular hakkında film yapmaya devam eder; '71 tarihli "le souffle au coeur"de ensest ilişkiyi konu eder.



'74 tarihli "lacombe lucien" ile '87 tarihli "au revoir les enfants" (hoşçakalın çocuklar) filmleri ise, louis malle çekene kadar fransa'da neredeyse hiç konuşulmayan, tabu kabul edilen nazi işgali sırasındaki fransız işbirlikçilerini ve yahudi düşmanlığını konu edinir.

malle, "lacombe lucien" ile ilk defa el attığı bu tabu konuya; eğitimsiz, toplum tarafından hırpalanmış, aklından çok içgüdüleriyle ve intikam duygusu ile hareket eden lucien'e çok benzeyen bir karakterin, katolik okulunun hademesinin, hikayenin kilit noktasında olduğu "hoşçakalın çocuklar"la geri döner; ancak bu sefer "lacombe lucien" kadar soğukkanlı ve mesafeli bir film değildir çektiği, çünkü bizzat yaşadıklarına dayanmaktadır.
"hoşçakalın çocuklar" ikinci dünya savaşı'nda bir katolik okulunda papazların sakladığı yahudi çocuklarının hikayesidir. tipik bir soykırım filmine nazaran sakin, dingin bir anlatım tutturmuş olmasına karşın film hüzünlü ve dokunaklıdır; konuşulmayanlar üzerinedir; derdini sözler yerine bakışlarla, gözlerle anlatır.
malle, çok içerden ve içten bir bakışla, olayları hiç süslemeden, abartmadan [tam tersi için bknz: quentin tarantino "inglourious basterds"in giriş sekansı] olduğu gibi ortaya koyar. film sinemasal dil açısından, malle'in çırağı olduğu usta robert bresson'a saygı niteliğindedir.
karın ince ince atıştırdığı, yerlerin hafifçe beyazlandığı bir kış günü, siyah pelerinleriyle okulun avlusuna dizilen erkek öğrencilerin arasındaki çocuk louis malle ile askerlerin götürmek üzere kapıdan çıkardığı arkadaşı yahudi çocuk arasındaki bakışma filmin akıllara kazınan görüntüsüdür.

...




louis malle'in göremediğim ve merak ettiğim iki filmi kaldı: amerika'da çektiği "my dinner with andre" ve jean-paul belmondo'lu "le voleur".

tabii, ustası olduğu ve büyük ses getiren belgesellerini saymıyorum; tour de france'ı konu edinen '62 tarihli kısa belgeseli "vive le tour" dışında hiç birini seyretmiş değilim.
1956 yılında cannes'da altın palmiye'yi alan, jacques-yves cousteau ile ortaklaşa yönettikleri "le monde du silence"ı, ama özellikle hindistan üzerine çektiği filmleri, hele de dört saatlik "l'inde fantôme" adlı şiddetle belgeseli merak ediyorum...





26 Ağustos 2010 Perşembe

"Pina fought hard to bring this kind of work to Wuppertal – I know she didn't want it to disappear."

dominique mercy - bandeneon


daphnis kokkinos - nefes (fotoğraf: ursula kaufmann)


guardian'da gezinirken, geçen gün rastladığım formatta bir yazıya denk geldim; yine ingiliz basınından bir gazeteci, sanırım seyirciyi haftasonu edinburgh festivali'nde sahnelenecek "agua"ya hazırlamak için, yapıtın atina temsillerini izlemiş; dansçılardan bazılarıyla ve topluluğun iki yeni sanat yönetmeni dominique mercy ve robert sturm'la sohbet etmiş; araya da pina bausch'un sanatına dair anektodlarla yazıyı renklendirmiş.

yıllardır sadlers wells'e konuk olan topluluk hakkında ingiliz basınında daha önce bu çerçevede yazılar çıkmamış olduğundan hareketle, topluluğun idari yöneticisi cornelia albrecht'in kafasının pazarlamaya da çalıştığını söyleyebiliriz.

yazıdan dikkatimi çeken satırlar:

"I was on the train for three days," he says. "When I arrived, I hadn't shaved, I'd hardly eaten. I was terrified – I didn't know anyone. But I found my way to Pina's studio, knocked on the door, and said, 'Good morning, I'm Daphnis from Crete.'" Bausch held him in a hug (in so far as her tiny body could envelop a 6ft Greek) and let him stay. Kokkinos has now been dancing with the company for 22 years.

...

For a dedicated core of Bausch fans (some of whom followed her shows around the world), the work became interwoven with their lives. Dominique Mercy, who has danced with the company since its inception, recalls the overwhelming ovation they received after performing in Paris shortly after Bausch's death. "It wasn't just a reaction to the piece, but to the fact that we were carrying on without Pina. It was quite amazing to realise how close people felt to her work."

...

They are also getting a profound input from the dancers. Some have been with the company for 20 to 30 years (Bausch enjoyed working with older dancers), but even the younger ones feel a sense of ownership of the material they perform, and want to take on full responsibility for keeping it alive. Sometimes, Mercy admits, this enthusiasm can be a bit much. "We all have different memories, sensitivities and sensibilities about how a work should be performed. But really, it's a beautiful thing. We all have to keep our eyes and our minds open."

...

Another aspect of international touring is the different reactions from audiences. Kokkinos says the first time he performed in America he was quite fazed by the fact that people started laughing during moments he considered painful. "It's very different in Japan," Morganti adds. "Everyone is very silent. It's only after a performance, when the lights come up, that we can see some of them are crying."
In Madrid, the dancers even caused a minor riot. "We were dancing Nelken," says Morganti. This is Bausch's evocation of a lost arcadia, in which the carnation-covered stage is patrolled by live guard dogs. "People in the very expensive seats started shouting at us and telling us to get off the stage. Then all the young people, the students, started screaming back. We couldn't understand it. We've performed this work from Mexico to India and never had such a reaction."

...

"We have to find something new that's authentic and honest, but also fits organically with what we do," muses Mercy. "If we do something wrong, we always feel a pinch on our back."
"Even though she's not here," says Sturm, "she hasn't gone away."

yazının tamamı için tıklayınız.

24 Ağustos 2010 Salı

bitpazarı 01: kontakthof & agua


pina bausch yapıtlarını, istanbul dışında ilk defa 2002 yılında seyretmiştim. hayatboyudostum burcu paris'e yerleşmişti, beni davet ediyordu.
burcu'nun yanında kalacağım tarihleri öyle ayarladım ki, pina bausch'un hem "agua"sının paris temsillerine hem de "kontakthof mit damen und herren ab '65 jahren"in paris'e trenle sekiz saat mesafedeki mullhouse'deki gösterisine gidebilelim.

"kontaktof"un biletlerini internetten almıştım ancak "agua"ya, theater de la ville'ın abone satışlarından geriye çok az bilet kaldığından satış yapılmıyordu. sadece; her gösteri için ayrılan 10-12 bilet, her temsilden 21 gün önce satışa çıkıyor, biletsiz parisliler gişe önünde sabaha karşı kuyruğa giriyorlardı.
burcu, theater de la ville'e yürüyerek beş dakikalık mesafede oturmasına rağmen, sabah çok erken kalkıp bilet almaya gitmemişti. bir sabah 8.00 gibi gidip bakmış, akşam bana telefon edip "gittim, bana alaycı alaycı baktılar, zaten 10 bilet varmış, kişi başı iki bilet, ilk beş kişiden sonrakiler boşboşuna gelmişlermiş!" dedi ve resti çekti: "ben sabahın köründe kuyruğa giremem!"
istanbul'dayken de bütün biletlerini ben alır, millet okulun bahar bayramı festivalinde eğlenirken, istanbul müzik festivali'nin 1.5 gün süren uzun kuyruklarına ben girerdim, alışıktım, iş başa düşmüştü.
neyse ki paris'e indiğimin ertesi günü, en son "agua" gösterisinden 21 gün önceye denk geliyordu; sabah 5'te kalktım, gittim kuyruğa girdim, ikinciydim, kişi başına verilen iki bileti aldım, zaferle çatıarasına döndüm.

nedense hayatta hep ikinci olmuşumdur; 20 sene önce iki haftalığına londra'ya gittiğimde sabahtan akşama tam bir gün "the phantom of the opera" müzikalinin kuyruğunda beklemiştim, yine ikinciydim, birinci amerikalı bir çocuktu.
şimdi düşünüyorum; turist olarak gittiğim bir şehirde bir tam günü kuyrukta geçirmek pek akıl karı değil; yine de tek defalık bir anıydı! aynı, sabahın köründe theater de la ville'ın önüne biraz geç gelenlere, aynı burcu'ya yapıldığı gibi, sizlere bilet kalmaz ki vurgusuyla alaycı alaycı bakma imkanımın tek defalık olması gibi.

"agua"nın son akşamına biletimiz vardı artık. ama ben herhangi bir pina bausch yapıtını tek bir kere izlemekle yetinemezdim.
iki akşam, kapıdan bilet bulurum niyetiyle theatre de la ville'in önüne gittim. ilk gidişimde başarısız oldum. tiyatronun önü, birbirinden yaratıcı, sempatik pankartlar ellerinde bilet arayan insanlarla doluydu. biri hala aklımda: "my kingdom for a ticket"
ikinci gidişimde benim de bir pankartım vardı. iki taraflı hazırladığım kağıdın bir yüzünde "looking desperately for 1 ticket" diğer yüzünde "in the mood for PINA" yazıyordu.



bir saat öncesinden gitmiştim; bir-iki dakika geçti geçmedi, pina bausch önümden geçip tiyatronun köşesindeki kafeye girdi. pankartımı fark etti mi emin değilim.
tiyatronun önü gittikçe kalabalıklaştı, bilet arayanlar çoğaldı. gelip geçenlerden ve tiyatroya girenlerden pankartıma gözü takılanlar gülümsemeden edemiyorlardı. bayağı bir sempati topladım. başka bilet arayan biri benim pankartımın önüne geçmeye çalıştı, videoya alındım, birileri fotoğrafımı çekti, başka birileri bana bilet bulmaya çalıştılar [bilseler ki ileriki bir tarihe zaten biletim var, döverlerdi herhalde] ama sempati yeterli değildi; bu ikinci seferde mutlaka içeri girmeyi başarmalıydım.
gösterinin başlamasına beş dakika kala gençten bir kız grubu yaklaşıp "biletimizi size vermeye karar verdik, pankartınız çok sevimli" diyerek elime bir bilet tutuşturdular. öylesine, parasını almadan.




"agua" ve "kontakthof" ile ilgili kendim için aldığım notları paris dönüşü bir yazıya çevirdim; hem pedro almodovar'ın "hable con ella" (konuş onunla) filmiyle ortalama seyirci bazında tanınırlığı artan, hem de bir yıl sonra hazırlayacağı istanbul projesi dolayısıyla istanbul'da haber konusu olan pina bausch'un son yapıtı "agua" hakkında bir yazının gazetelerin kültür-sanat bölümlerinin ilgisini çekeceğini düşünmüştüm. daha "konuş onunla" da türkiye'de vizyona girmemişti, biraz almodovar'dan da bahsediyordu yazı.
radikal ve cumhuriyet'e yolladım. cumhuriyet'ten hiç cevap gelmedi. radikal ilgilenir gibi oldu; kısaltmamı istediler, istanbul ile ilgili proje hakkındaki bilgileri genişletmemi istediler, ki ben bir izleyici olarak izlenimlerimi yazıyordum, iksv çalışanı değildim; değişen haliyle yeterince güncel bulmadılar. neticede yayınlanmadı.
zamanla bu işlerin tanıdık vasıtası ile yürüdüğünü anladım; daha sonraki senelerde paris'teki her pina bausch gösterisi ardından radikal'de imzalı bir yazı çıktı.

ilerleyen yıllarda pina bausch'un yapıtlarını yurtdışında daha sık izler oldum, kendim için notlar almayı sürdürdüm... zamanla kendi kurduğum bağlantılarla, özellikle pina bausch ve sidi larbi cherkaoui hakkında kaleme aldığım izlenim yazıları tiyatro dergilerinde yayınlanmaya başladı.
düzenli olarak yazılarımın çıktığı dergi kapanınca, ben de bu blogu oluşturdum. dergi küçük bir ad değişikliği ile tekrar yayına başlayınca, yazılarım tekrar yayınlanır oldu.
ancak tek bir yazım, 8 sene önceki "agua" ve "kontakthof" ile ilgili olan duruyor, bir yerlerde çıkmadı.

hazır "agua" bu sezon 27-29 ağustosta edinburgh'da, 19-21 kasımda wuppertal'de, 3-6 mart 2011'de tayvan'da sahnelenecek, yazımı bilgisayarımın diplerindeki tozlu dosyasından çıkarıp, çapaklarını alıp, fotoğraflarla zenginleştirip burada yayınlamaya karar verdim:



Soluğumuzu tuttuk, Pina Bausch’u bekliyoruz!

Tanztheater Wupperthal Pina Bausch, ağustos sonundaki İstanbul seyahatinden önceki son gösterilerini haziran ayında Fransa’da yaptı. Önce 14-15 Haziran’da Fransa-Almanya-İsviçre sınırındaki Mulhouse’de “Kontakthof, Mit Damen und Herren ab ’65”i sergiledi ardından da 18-30 Haziran tarihlerinde Paris’te “Água”yı.


Kontakthof”, Pina Bausch’un ilk defa 1978 yılında sahneye koyduğu bir yapıtı; 2000 yılında gözden geçirilerek 65 yaşın üzerindeki kişilerle yeniden tasarlanmış ve “Kontakthof, Mit Damen und Herren ab ’65” (Balo Salonu/Buluşma Salonu, 65 yaşın üzerindeki Hanımlar ve Beyler ile) adını almış. Çalışmanın en önemli özelliği gösteride rol alan “65 yaş ve üstü hanım ve beylerin” küçük gazete ilanlarıyla bulunmuş olması.
Çeşitli salon danslarının müzikleri eşliğinde üç saat boyunca durmaksızın sahnede bulunan bu “65 yaş üstü hanımlar ve beyler” oyuncu olmayan, yani “-mış gibi” yapmayan “gerçek” insanlar. Yüzlerinde ve ellerindeki kırışıklıklar, uzun tempolu bir dans sonrasında nefes nefese kalmaları, bütün grupla yapılan bir dansta bazılarının hareketleri kaçırıyor olması bu çalışmayı doğal hale getiren, “gerçeklik” duygusunu pekiştiren öğeler.
Dolayısıyla kadın-erkek ilişkileri, sevgisizlik, yabancılaşma, geçmişe ve çocukluğa özlem, yalnızlık gibi fetiş Pina Bausch konuları bu 65 yaşın üzerindeki hanım ve beylerin sayesinde, hiçbir Pina Bausch çalışmasının şimdiye kadar olmadığı kadar “anlamlı” ve etkileyici hale gelmekte.
Bütün hanım ve beylerin sahnenin önüne sıralanıp uzun uzun ilk aşklarını anlatmaları... İçlerinden bir hanımın kenarda duran oyuncak ata binmek için seyircilerden bozuk para isteme girişiminin başarılı olması üzerine diğerlerinin de seyirciler önünde kuyruğa girmeleri... Hepsinin bir arada, Nino Rota’nın ünlü Amarcord müziği eşliğinde sahnenin en gerilerinden önüne kadar göbek dansı yaparak gelmeleri... Bir hanımın birbirinden değişik tonlama ve seslerle sayısız kere “liebling” (sevgilim) diyerek sevgilisini çağırması...
Daha başta her birinin teker teker sahnenin önüne gelip köle ya da et pazarındaymış gibi vücutlarını önden, arkadan, yandan sergileyerek, avuçlarını açarak, dişlerini ve saç diplerini göstererek kendilerini tanıtmaları... Ve son: bir çember olup dakikalarca dönmeleri, sanki kısırdöngü içinde değişmeden sürüp giden hayatlar gibi...

Tanztheater Wuppertal’in Fransa’daki ikinci durağı, artık bir gelenek haline gelen Paris turnesiydi.
Pina Bausch, son 10 yıldır her sene Haziran ayında 11 gösteriliğine Paris-Theater de la Ville’ın konuğu oluyor ve sondan bir önceki çalışmasını Parislilerin beğenisine sunuyor. Paris Pina Bausch’un, yurdu olan Wuppertal dışında, neredeyse bütün eserlerini sahnelendiği yegane kent olma ünvanına sahip.
Bu sene programda, geçen sezon Wuppertal’de prömiyer yapan “Água” vardı. “Água”, Pina Bausch’un –yakın zamanda hazırlamaya başladığı İstanbul Projesini saymazsak- “Kentler ve İnsanlar” serisinin son halkası; Tanztheater Wuppertal'in Brazil Goethe Enstitüsü, Sao Paulo Kenti ve Emilio Kalil ile ortak yapımı.

Água”ya geçmeden önce, Parislilerin Pina Bausch’a ve onun çalışmalarına olan ilgilerinden kısaca bahsedilmeli. Pina Bausch ile Parisliler arasında yıllardır süregelen vazgeçilmez bir çekim kuvveti var ve bu sene bu daha da pekişti. Pedro Almodovar’ın son filmi “Hable Con Ella” (Konuş Onunla)’da Tanztheater Wuppertal’in "Cafe Müller" (Pina Bausch’un bizzat dansettiği iki yapıttan biri) ve "Masurca Fogo" adlı yapıtlarından görüntüleri kullanması belli ki Pina Bausch’un Fransız hayranlarının sayısını arttırmış. Hatta kendisi de bir “Pinasever” olan Almodovar, “Água”nın Paris prömiyeri için İspanya’dan özel olarak geldi. Ancak Parisli Pinaseverler bilet bulma konusunda Almodovar kadar şanslı değildiler.

Gösteri sayısı 11 gibi yüklü bir toplam olmasına rağmen, sezon başlangıcında yapılan abonman rezervasyonlarından geriye her gösteri için sadece 10-14 bilet kalmıştı.
Kalan biletler her gösteriden 21 gün önce satışa çıktı. İflah olmaz Pina hayranları her sabah saat 5’ten itibaren tiyatronun önünde kuyruğa girip öğleye doğru 11’de gişenin açılmasıyla, kişi başı 2 bilet olmak kaydıyla bu paha biçilmez koltuk numaralarına kavuştular. Sabah 7’den sonra gelenler kuyruğun ilk sıralarındakilerin alaycı bakış ve yorumları altında kös kös evlerinin/işlerinin yolunu tuttular.
Bilet bulamayan Pinaseverler son şanslarını gösteri günlerinde tiyatronun önünde ellerinde “bilet aranıyor” pankartlarıyla volta atarak denediler. İçlerinden yeterince şanslı bir-iki kişi her akşam kapıdan bilet bulup içeri girmeyi başardı.
Bütün bu bilet bulma stresine katlananları içeride bekleyense benzersiz bir “Bir Pina Bausch Yapıtı”ydı.








Bir portakalı soyarak iştahla yiyen bir kadın ve yanında onu öpmeye çalışan bir adam; kadının ve adamın ağızlarından çıkan şapırtılar birbirine karışmakta. Biraz sonra kadın portakaldan sıkılır, kalanını adama verir ve gider. Adam portakalı şapırdanmaya devam ederek yer, bitirir. Ve “Água, Bir Pina Bausch Yapıtı” başlar...

Sahne boş ve beyaz, arkada birbirinin içine giren kıvrımlı üç yalın duvar. Tek aksesuar, zaman zaman dansçılar tarafından sürülerek sahneye getirilen ve 60’ların tasarımlarını anımsatan beyaz, deri, ikili koltuklar ve sahnenin bir köşesinden fırlayan bir palmiye dalı. Ayrıca bazı sahnelerde duvarlar bir adam boyu havalanarak arkalarındaki Amazon ormanını görünür kılıyorlar. Sonlara doğruysa dansçılar ormandan kopardıkları kalın, büyük yapraklı bitkileri sahnenin tümüne yayarak salonun bütününü adeta Amazon ormanına çeviriyorlar.
Dekoratör Peter Pabst’ın yalın duvarları, 20. yüzyılın ikinci yarısında yoktan var edilen Brezilya’nın başkenti Brazil’in Oscar Niemeyer imzalı forma ve beyaza dayalı, masif, anıtsal mimarisine gönderme yapıyor sanki.
Tümüyle beyaz fon, Pina Bausch’un son dönem çalışmalarında kullandığı film projeksiyonunu da kolaylaştırıyor. Büyük bölümü hareketli görüntüler altında geçen “Água”da seyirci kendini bir anda bir kumsalda buluyor, ardından Amazon’un kıvrımlarında bir kayıkta, ardından çılgın dalgalar arasında sörf yaparken...



dekor eskizi (çizim: danzon)



Bossa Nova ezgileri eşliğinde sayısız anekdot ve dans birbirini takip ediyor. Brezilya’ya dair izlenimler, gözlemler, yorumlar ard arda kısa skeçlerle, solo ve toplu danslarla sahneye taşınıyor. Pina Bausch’un ilk defa 1978’de “Kontakthof” ile denediği parçalardan ve tekrarlardan oluşan kurgu, “Água” ile birlikte en yetkin seviyesine ulaşıyor.
Son dönem çalışmalarında (mesela “Masurca Fogo”da) kullandığı sahneyi bütünüyle kaplayan film görüntüleri, parçalardan bütüne ulaşmayı sağlayan atmosferi destekliyor. Ve seyirci ilk dakikalarından itibaren “hiç bitmese keşke” dileğiyle geçirdiği bir 2.5 saat sonrasında soluk kesecek derecede etkileyici olan “bütün”e ulaşmanın keyfini yaşıyor.





Água” ile Pina Bausch bir kere daha çağımız insanının/toplumunun sevgisizliğe, iletişimsizliğe, yabancılaşmaya dair eleştirel portresini çiziyor. Brezilya izlenimleri bir araçtır sadece, aynı daha önce sayısız kentin olduğu gibi. Ancak bu “araç”ın, özellikle de Brezilya, Portekiz gibi Latin atmosferin ağır bastığı ülkelerde yaptığı çalışmalarında Bausch’un bakışını yumuşattığı ileri sürülebilir rahatlıkla.
Başyapıtları olarak görülen ilk dönem çalışmalarına (“Cafe Müller”-1978 ve “Le Sacre du Printemps”-1975) hakim olan sarsıcı ve karamsar bakış açısı ileriki çalışmalarında (mesela “Kontakthof”-1978) ironiyle beslenerek, tabir caizse “daha kolay yenir-yutulur” hale gelmiş, son dönem çalışmalarındaysa (“Masurca Fogo”-1998, “Água”-2001) yerini iyice neşeli, sıcak ve duyarlı bir atmosfere bırakmıştır.

Pina Bausch’un çalışmalarına damgasını vuran öğelerin başında “kadın” gelir. Her çalışmasında kadına erkekten daha fazla eğilen Pina Bausch, “Água” ile birlikte kadını tamamıyla merkeze oturtur. “Água” adeta kadının etrafında gelişir; kadının doğası, cinselliği, erkek ile olan ilişkisi, çocukluğunu arayışı, özlemi, hiçbir zaman tatmin olamayışı, cilvesi, kaprisleri, masumiyeti, korkuları, çaresizliği, kapana kısılmışlığı sahne sahne önümüzden geçer...
Eski bir Tanztheater Wuppertal dansçısı olan Marion Cito’nun tasarımı tiril tiril, incecik, “neşeli” desenli kumaşlardan hafif, uçucu elbiseler üzerlerinde, uzun saçlarını savurarak, başrol yine kadın dansçılardadır. Nazareth Panadero, Ditta Miranda Jasjfi ve Cristiana Morganti sololarıyla sivriliyorlar.
Erkek dansçılar ise, Dominique Mercy’nin yoğun ve hüzünlü solosu ve Rainer Behr’in, aynı “Masurca Fogo”nun o müthiş dinamik açılışındakine benzer dansı dışında adeta yardımcı rollerdeler.










Pina Bausch’un ve dolayısıyla “Água”nın yan temalarından biri ilüzyon.
Belli ki Brezilya’da hiçbir şey göründüğü gibi değil; imajlar, eşyalar, insanlar ardlarında başka görüntüleri saklıyorlar; her şey başkalaşmaya müsait gibi.
Dansçılar, geçit vermezmiş gibi duran kıvrımlı duvarların aralarından göz açıp kapayana kadar sahneye girip çıkıyorlar, bir sihirbaz çabukluğuyla ne zaman girdikleri, hangi ara çıktıkları anlaşılmıyor bile... Masif ve ağır etkisiyle yerinden oynatılamazmış gibi duran duvarların bir zaman sonra yavaş yavaş havalanarak ardlarında bir Amazon “jungle”ının belirmesi ne kadar beklenmedikse, ufak tefek te olsa bir kadın dansçının bir erkek dansçı tarafından sanki yer çekimi yokmuşçasına yavaş yavaş kaldırılması ve dört erkek dansçı arasında havada elden ele dolaştırılması da o kadar şaşırtıcı!
Bir ara sahnede, kıyafetlerinin bütününü kaplayan küçük ampülleri yakıp söndürerek birbileriyle iletişim kurmaya çalışan bir çift belirir... Başka bir sahnede mayolarla plaj keyfi yapan erkek ve kadın dansçılar vücudlarını, üzerlerinde gerçek boyutta çıplak kadın çizimleri olan havlularla örterek başkalaşırlar... Kadın dansçılardan biri, upuzun saçını her tarayışında taraktan beyaz bir tüy dökülür...

Pina Bausch’un fetiş temalarında biri de iletişimsizliktir. Pina Bausch her çalışmasında sahnedekilerle salondakiler arasındaki dördüncü duvarı yıkmaya çalışır, oyuncu-seyirci ilişkisini günümüz toplumunun yalnızlığı, iletişimsizliği bağlamında yeniden sorgular. “Água”da da benzer sahneler yaşanıyor; dansçılar seyircilere halis Brezilya kahvesi sunuyor, sevimli bir kadın dansçı hangi şehirden olduğunu sorduğu seyircilere, havaya attığı pabuçun düşüş şekline göre o şehirlerin ertesi günkü hava durumunu bildiriyor, bir erkek dansçı birkaç seyirciden elindeki “görünmeyen” ipin ucundan tutmasını istiyor...

Água”nın bir başka yan teması karşıtlık. Bir sahnede şelale görüntüleri ve yoğun su sesi altında dansçılar ellerindeki derme çatma boru ve plakaları birleştirerek, arkada yüksek bir kottan akan suyu sahnenin önüne kadar getirerek, sevinçle altında yıkanıyorlar; “Su ülkesi”nde bin bir zahmetle sağlanan su, yine bu ülkeye has bir sevinçle karşılanıyor gibidir...
Beyaz ve masif duvarlarla çevrelenmiş steril ve minimal önsahne ile ardında beliren -dünyada belki de en saf haliyle var olduğu halde giderek insan eliyle bozulmaya yüz tutan- doğanın, bir anlamda Brazil ile Amazon’un oluşturduğu karşıtlık Bausch-Pabst ikilisinin Brezilya’ya dair en etkileyici okumalarından biri adeta.

Lizbon’lu “Masurca Fogo”da ikinci yarıyı sonlandıran su oyunları, bu sefer adını verdiği Brezilya’lı “Água”da finali oluşturuyor; bütün dansçılar sırılsıklam, bütün sahne su içindedir...

Pina Bausch ve dansçıları, Tanztheater Wuppertal’in “Kentler ve İnsanlar” dizisinin bir sonraki durağında yine bir su kentindeler, bu sefer İstanbul’dalar. 2003’te İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ile Tanztheater Wuppertal’in ortak projesi olan çalışma ilk önce Mart ayında Wuppertal’de sahnelerek “work-in-progress” mantığıyla gözden geçirilecek, önümüzdeki Mayıs ayında da İstanbul’da prömiyer yapacak. Ve ardından da dünyayı dolaşacak...
Tanztheater Wuppertal’ın Hong Kong’u konu alan “Der Fensterputzer” (Cam Temizleyicisi)’ni 1998, Lizbon/Portekiz’i anlatan “Masurca Fogo”sunu 2000 yılında İstanbul Tiyatro Festivali’nde izleme şansına erişenlerin, Pina Bausch’un İstanbul’a bakışını sunacağı çalışmasını iple çektikleri kesin.

İstanbullu “Pinasever”lere heyecanlı bekleyişler!...