16 Nisan 2010 Cuma

film festivali 29 - izlenim 9: "matmazel chambon" ve diğerleri

festival son iki gününe girerken, bu seneki gözde filmlerim "akvaryum" ve "yalnızlık"ın yanına bir film eklendi: "mademoiselle chambon". yönetmeni: stéphane brizé.

gündelik hayatın içinde öylesine kıvılcımlanan bir imkansız aşk hikayesi anlatıyor "matmazel chambon". içinde fırtınalar kopan iki insanın bakışlar, duruşlar, sessizlikler ve franz von vecsey'in "valse triste" (hüzünlü vals)'i üzerinden anlatılan ilişkisi.
evli çocuklu inşaat işçisi bir adam ile bekar ilkokul öğretmeni arasında belli belirsizce başlayan, cinsellikten ziyade şefkat üzerinden ilerleyen, olaylardan çok duyguların önplanda olduğu, derinden giden hüzünlü bir aşk ilişkisi. kadından daha çok adamı çarpan, hırpalayan, hırçınlaştıran ve sonunda sessizce gözyaşı dökecek duruma getirten bir hikaye.

filmin içinde verilen referansla (öğretmenin evinde asılı poster) görsel atmosferin hammershoi'nin tablolarından esinlenildiği, müzikal esinini ise vecsey'in yanısıra edward elgar'dan alan zarif, ince, dingin bir anlatımı var "matmazel chambon"un.
filmin en hareketli sahnesi, adamın arasıra kendibaşına kaçtığı, kasabaya tepeden bakan çayırlıkta esen delice rüzgarla oraya buraya savrulan ağaçların görüntüsü; adamın içindeki fırtınayı, çalkantıyı anlatırcasına...
"matmazel chambon" bir roman uyarlamasıymış; yazarı eric holder. türkçeye de çevrilmiş. filmin etkisinden çıkmadan kitabı okumak niyetindeyim...



yarışmalı bölümden arka arkaya seyrettiğim iki film ilginç bir koşutluğa sahiptiler: "j'ai tué ma mére" (annemi öldürdüm)'de annesiyle oturan eşcinsel yeniyetme oğlan yatılı okula gitmemek için elinden geleni yaparken, "de helaasheid der dingen" (şeylerin boktanlığı)'nda babası ve amcalarıyla oturan hetero yeniyetme oğlan yatılı okula gitmek için çırpınıyordu.
iki film de sorunlu ebeveynlerin çocuklarının sorunlu hikayelerini kah neşeli, eğlendirici kah kızgın, sinirli, kah hüzünlü, kah tiksindirici detaylarla gözler önüne seriyordu.
"annemi öldürdüm"ün yapımcısı, senaristi, yönetmeni ve başrol oyuncusu 20 yaşındaki xavier dolan biraz yalapşap ve özensiz gibi duran ancak oldukça yaratıcı fikirler içeren bir yapıt ortaya koymuş. umarım yarışmadan eli boş dönmez.
felix van groeningen'in filmi "şeylerin boktanlığı" ise serbestçe zamanda geri-ileri gidişlerle hikayesini anlatmak dışında gözeçarpan bir özelliğe sahip değildi, tabii filme konu olan dört erkek bir kız kardeşten oluşan strobbe ailesinin sıradışılığını saymazsak.



dindar bir ortamda yetişmemiş bir yetişkin günün birinde dindar olmaya nasıl karar verir, karar verirse ne olur, etrafı nasıl tepki verir fikrinden yola çıkarak yapılmış iki film seyrettim haftaiçinde. ikisinin yönetmeni de kadındı ve soru-cevap kısmında ilk söyledikleri şey inançsız oldukları idi.
geçen yılın en iyi filmlerinden "grbavica"nın yönetmeni jasmila zbanic'in "na putu" (yolda)'sından çok umutluydum, ancak baştan itibaren sonunda hangi kararı vereceğini kolayca tahmin edeceğimiz kadın karakteri luna'yla özdeşleşmek yerine içkiyle sorunlu bir hayat sürerken bir tarikata katılacak ve onun müridi olacak kadar uç bir noktaya savrulan erkek karakter amar'ın psikolojisine, neden böyle bir karar verdiğine, iç dünyasındaki değişimlere odaklansaymış ve amar'ı tarafsızca anlamaya çalışsaymış daha ilginç bir film olurmuş. bana sanki zbanic, batı'nın (kişisel olarak ondan olmasa da genel olarak köktendinci islam'a yaklaşım anlamında) istediği/beklediği filmi yapmış gibi geldi.
jan dunn'ın yönettiği "the calling" (çağrı) ise, rahibeliği seçen bir genç kızın merkezinde bir tarafta onu engellemeye çalışan ailesi ve arkadaşlarının, diğer tarafta ise kızın girmek istediği manastırdaki rahibelerin dünyasını harmanlayan, dine ve manastır hayatına "saldırmak" veya o hayatı kötülemek için değil, "anlamak" için bakan sevimli bir yapıttı. komediydi, oldukça serbest bir hayalgücü ile yazılmıştı; dolayısıyla filmin sevecenliği bir noktadan sonra inandırıcılığını zedeliyordu. yine de hoştu.



maalesef bu yılın benim için en büyük hayalkırıklığı josef losey filmleri oldu. bir kaç sene önce "monsieur klein" (kaderini arayan adam)'ını seyredip hayran olmuştum; ancak bu sefer ne harold pinter senaryolu "the accident" (kaza gecesi) ne george tabori senaryolu "secret ceremony" (gizli merasim) ne de jeanne moreau'lu "eva" (aldatan kadın) beni memnun edebildi. hatta hepsini, bir an önce bitsin diyerek seyrettim. "the servant" veya "the go-between"i seçmiş olsaydım belki losey hakkında farklı düşünebilirdim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder