20 Şubat 2010 Cumartesi

sıkı bir suç üçlemesi


yıllar yıllar önce, şimdilerde sadece anadolu ve komşu ülke kentlerine misafir olan “gezici festival” ilk yılında istanbul’a konuk olmuştu. galiba istanbul, hem ilgisiz seyircisiyle hem de –o yıllarda kendisine rakip istemeyen– kültür kurumuyla gezici festivali küstürdü; bir daha buraya uğramadılar.
işte o ilk seneki festivalde, daha önce ülkemiz sinemalarında pek yapılmayan bir uygulama ile, lars von trier’in “kingdom” (krallık) adlı dört saatlik televizyon dizisi oynatılmıştı. fitaş’ın en üst salonunda burcu, nuray ve ben kah korkarak, kah gülerek, ama her anına hayran kalarak izlemiştik “krallık”ı. benzersiz bir deneyimdi!

bunları niye anlatıyorum. dün akşam if bünyesinde gösterilen, david peace'in aynı adlı romanlarından uyarlanmış “the red riding trilogy” (red riding üçlemesi) bana “krallık” tecrübemi hatırlattı: “red riding” toplam 300 dakika süren üç filmden oluşuyor: “red riding 1974”, “red riding 1980” ve “red riding 1983”.
üçleme if’te [ilk iki film haftaiçi sabah seansına denk gelmek üzere!!!!] ayrı ayrı da gösterildi.
üçünün bir arada gösterildiği tek seans dün fitaş 4’de saat 19.00’da başladı, filmler arasında 10’ar dakika ara verildi; maraton bittiğinde çoktan ertesi güne geçmiştik, saat 1.00’e yaklaşmıştı.
red riding” üç ayrı yönetmen tarafından çekilmiş üç filmden oluşuyor; bu filmlerin her biri kendi içinde bütünlüğe sahipler, ancak omurgayı oluşturan temel hikaye bu üç filmi birbirine bağlıyor.


üçlemenin ilk halkası, julian jarrold imzalı “red riding 1974” bittiğinde, birlikte seyrettiğim arkadaşım ve ben çarpılmıştık; şahsen, uzun zamandır bu kadar sıkı bir cinayet-suç-polisiye hikayesi izlememiştim.

politik, toplumsal, sosyal eleştiri dozu yüksek “1974” ardından, james marsh imzalı “1980” bu sefer polis teşkilatının yozlaşmış iç yüzünü ustaca gözler önüne serdi.

anand tucker imzalı “1983” ise maalesef üçlemenin en zayıf halkasıydı; tipik, seri katilin yakalanmasına odaklı, kötü karakterin filmin sonunda “vicdana” geldiği, heyecanı yerinde ancak sürprizi önceden tahmin edilebilen bir filmdi.

1974” endirekt ışığı, sıcak renkleri, sıradışı yakın plan görüntüleriyle mükemmel bir 70’ler atmosferi yarattı; ön fonunu bir seri cinayet vakasının oluşturduğu hikayenin arkaplanını emlak mafyası-polis teşkilatı-politikacı üçgeni kuruyordu. ilk filmin başkahramanı genç gazeteci eddi dunford (andrew garfield) sayesinde 70’lerin asi ancak masumane ruhunu bütünüyle içimizde hissettik.
1980”de bu sefer thatcher ingiltere’sinin soğuk, mavi ve gri tonların hakim olduğu, ağırbaşlı, duygudan ziyade aklın ön plana çıktığı tablosu çizildi önümüzde. bu sefer yelpazenin diğer tarafından bir başkahraman, polis memuru peter hunter (paddy considine) üzerinden polis teşkilatının içindeki gelişmelere odaklandık. bir kere daha hayretler içinde kaldık, çarpıldık.
1974” ve “1980” finalleriyle de yürek burkan, sağlam filmlerdi.

bunların ardından “1983”, evet bütün olayların düğümünün çözüldüğü, ancak oldukça da sıradan ve düz bir şekilde, satır araları olmayan zayıf arka planıyla hikayeyi sonlandırdı. maalesef bu filmin, diğer ikisind olduğu gibi, seyirciyi sürükleyen karizmatik bir başrol oyuncusu da yoktu.
her üç filmde de gözüken peter mullan'ı, rolünün kısalığından dolayı hesaba katmıyorum, yoksa kendisi bana göre hem oyunculuğu hem de yönettiği filmlerle ingiliz sinemasının en etkileyici aktörlerinden biridir.

üçlemenin son halkasının yarattığı hayal kırıklığına rağmen; bildik hollywood polisiyelerinden veya egzantrik-zorlama fransız seri katil filmlerinden sıkılmış biri olarak, edebiyatın ve sinema sanatının bu vazgeçilmez türüne atılan bu güçlü ingiliz bakışı çok hoşuma gitti.

3 yorum:

  1. akhh kerem ne güzel gençlik günlerimizdi, o günler.
    yine yapsak keşke.
    şimdi 3 lemeyi merak ettim..
    sevgiler.
    n.

    YanıtlaSil
  2. SEVGILI KEREM,
    ZAMAN ZAMAN PESINIZE TAKILSAM DIYE KAFAMDAN GECIRIYORUM,
    SONRA NEFESIM YETMEZ HERHALDE DIYE VAZGECIYORUM...
    SEVGILER

    YanıtlaSil
  3. yatarken, sabah kalktığımda, gün içinde birileriyle sohbet ederken laf arası sessizliklerinde bile aklımdaydı film..

    bence üçünü arka arkaya, araya başka film almadan izlemek kesinlikle güzel bir fikir..

    YanıtlaSil